Mevlana Mevlevi Musikîsi
Rebabî Sabahaddin Volkan
Çocukluğunu ve gençlik yıllarını, Cihan Allamesi bir babanın koltuğu altında geliştiren ve insanlık cevherini, fikrî olgunluk ve bütünlüğünü, din ve dünya bilgilerini de vaktin âlimlerinden öğrenmek suretiyle elde eden Mevlana, Pederlerinin ve Hocalarının vefatlarından sonra, onlardan boş kalan bütün o manevî mevkileri, o, ilim ve irfan kürsîlerini kendi şahsî kemâlât ve fuyûzâtı ile doldurabilen bir din ve irfan ulusu olmuşdu. İçinde bulunduğu devrin, Selçuklu Sultanları da dahil olmak üzere, Konya'da O'nu herkes candan seviyor ve O'na hürmet ediyor, bağlılık ve hayranlık gösteriyordu. Tedris kürsüsü karşısında adetleri binleri aşan talebeleri vardı. O, Konya'da Selçukî Sultanından da ilerde sevilen ve sayılan bir şahsiyet oluvermişdi.
Ondaki bu İrfan ve Kemâlat dünyası bir sun, kendisi gibi bir başka Gönül Ulusu ile karşılaşıverince, O, bir Volkan gibi, bir anda indifa' hâline geçiverdi. Senelerin, uzun senelerin ruhuna, dimağına, hulâsa, bütün bir insanlık hüviyet ne teksif eylemiş olduğu manevî feyizler bir anda şahlanmış, gökleri kaplayan Gönül ateşi ile, adetâ bir AŞK ÇERAĞI oluvermişdi. Mevlâna, artık, sadece ilme, kuru şeriate, kayde bağlı olmakdan sıyrılıp çıkmış, kendi hudutlarını çokdan aşmışlığın vecdi ve istiğrakı içersinde (AŞK-I İLÂHÎ) vadisine kayıp gitmişdi. Ve işte ondan sonradır ki, kendini, bütün bir âleme tanıtan, nâmını lâyemût kılan beşer üstü mertebelerine yükselivermişdi. artık, kendi gönül dünyasını dalgalandıran her intiba karşısında şiirler, rubailer, gazeller söyliyerek vecde kapılıyor ve semâ ediyordu. Bir gün, Selâhaddin-i Zerkubî'nin altın döğen çekicinin muttand ahengi, bir başka gün, herhangi bir köşeden bucakdan akseden bir Rebâbın feryadı, bir başka gün, uzaklardan geceyi ihtizaza getiren bir Nay'ın sesi, O'nu çileden çıkarmağa kâfi gelebilen şeyler olmuşdu. Rebâblar, Naylar, hilkatin öz musikisi ile Konya Semâlarını ra'şelere ve velveleye verirken, O da, ruhunun susmayan ateşini ve Aslına karşı duymağa başladığı engin tahassürünü, bu seslerle coşturup taşırmağa çalışıyor, âşıkane sayhalar, pür vecd na'ralar savurarak semâa başlıyor; dönüyor, dönüyor, yanıyor, yanıyordu...
Yüce Mevlâna, erişdiği o günkü mâ'na ve lâhût iklimin n, âdeta, "Bülbül-ü Şeydası" olmuşdu. O, Selâhaddin-i Zerkubi'nin, Hüsameddin Celebi'nin, kendi şahsına karşı duyup izhâr ettikleri hürmet, sevgi ve hayranlıklarının atmosferi içerisinde, en beliğ sözlerini söylüyor; "Mesnevi", "Fih-i-Ma-Fih", "Divan-ı Kebîr" gibi, ma'na ve şöhretler o günlerde olduğu kadar, sonradan da dünyayı tutup saracak ve sarsacak olan ölmez eserlerini, bu İlâhi atmosfer içerisinde ibda ediyordu...
Ne hazindir ki, çok sevdiği, İlâhî Gönül Bağlarıyla bağlanmış olduğu "ŞEMS" inin, bir anda parlayıp kısa bir zaman sonra da gözlerden kayboluveren bir nur gibi, kendi muhitinden koparılıp uzaklaştırılışı, O'nu büsbütün coşturmuş ve sanki, güle hasret çeken bülbüllerin en çilelisi, en dertlisi hâline koymuşdu.
Naylar, Rebâblar, durmadan feryâd ediyor ve O'nun gönlündeki hasret âteşini her an biraz daha körüklemiş ve arttırmış oluyordu. Yüce Mevlâna, bu feryatları, semâ'larıyla daha da coşturuyor, irticalen söylemeğe başladığı âteşin rubaileri ve hasretleri terennüm eden gazelleri ile bu gönül âyinlerini tarsîn diyordu.
Ve işte, bu suret ve bu şartlar muvacehe-sindedir ki, Mevlâna, İbâdetin musikî ile de yapılabileceğini, bütün bîr islâm âlemine haykırır olmuşdu. Fakat, ne hazindir ki, O'nun, bu gönül taşkınlıkları, devrinin kara câhilleri, yobaz şeriatçıları tarafından hiç de Müslümanlığa yakışır şeyler olarak isimlendirilemiyordu. Mevlâna'yı sevenlerle, O'nun bu tarzdaki davranışlarını bir türlü hazmedip çekemiyenler, Konya'da, âdeta iki büyük ve ayrı kuvvet olmuşlardı. Her gün, her yerde bu durumun sert çekişmeleri yapılıyor ve dedikodular günden güne daha da büyüyordu. "— Nay ve Rebâb sesleri ezân-ı Muhammedi seslerini bastırır oldular!. Din ve şeriatımız ne hâllere düştü!. Konyamız, bu utanç verici hallere daha ne kadar tahammül gösterecek!" diye, bağrışıp, çağrışanlar oluyordu.
Fakat, O Yüce İnsan, bütün bu sızlanmaların, kaynaşmaların hiç birine değer ver.r görünmüyordu. O, âdeta kendisine Allah tarafından ilham olunanı yapıyor gibiydi ve hakikat de, zaten öyle idi.
Evet Aziz Okuyucularım, Mevlânamız, müslümanlık gibi, dinlerin en şereflisi olan eşsiz bir dinde, musikînin de her vesile ile inkâr götürmeyecek olan bir mevkii bulunabileceğini, bütün o günkü ağır ithamlara, saldırılara rağmen, İs
Yüce Pir Hazret-i Mevlâna Celâleddin-i Rû-mî, sonraları kendi adlarına izafeten ihdas olunan "TARİKAT-I MEVLEVİYYE" yi, zaman-ı saadetlerinde kurmuş değillerdir. O'nun bu âşıkane sema'iarına, musiki ile şahlanan engin vecidlerine, irtihâllerini müteakip» oğlu Sultan Veled zamanında bir şekil verilmeğe başlanıldı ve hele torunu Ulu Arif Çelebi devrinde ise bu teşebbüs, denebilir ki, son ve kat'i şeklini almış oldu. Tanrı'nın ne büyük bir lûtfudur ki, Mevlânamızın tutuşdurmuş oldukları bu ilâhî Çerâğ, O'nun hayırlı haleflerinin ellerinde de aynı zindeği içersinde ve bütün İlâhî rumûzâtı ile yanmasına devam etti. Bu suretle, ma'nevî sahada kurmuş olduklar» Gönül Şadırvanı, bütün bir insanlık âlemine en güzel sesleri ile akıp çağlamakta, asırlar boyunca devam edip durdu.
REBÂB, NÂY ve KUDÜM sesleri, artık mazbut nağmeler çerçevesi içersinde feryadlarını duyurur ve aks ettirir olmuşlardı. Sultan Veled Hazretlerinin ve Ulu Arif Çelebi'nin açtıkları çıngır ve geliştirdikleri bu usul ve kaidelerin ışığı altında yapılmakta olan Mevlevi Mukabelelerinde peşrevler, ayinler çalınıp okunmakta idi ve bütün bunları besteleyen mevlevî dervişleri, ilhamlarını, O'nun ateşlemiş olduğu ilk çerağdan alıyorlardı...
İşte böylece, tâ o günlerden bu günlere kadar, zaman boyunca akıp gelen hayat seli içerisinde Tarikat-ı Mevleviyye sâlikleri tarafından birçok kıymetli eserler ve âyinler bestelendi. İlk olarak bestelenmiş olan Âyîn-i Şerifin beste sahiplerinin isimleri ne hazindir ki, bilinememektedir. O şaheserleri bestelemiş olanlar, tarikat adabının büyük bir inceliği tezahürü olarak, besteledikleri eserlerin altlarına isimlerini koymayacak kadar, engin bir tevazu* göstermekle, her eserin, aslında, ancak Tanrı izni ve ilhamı ile bestelenebileceğim, kulda ise hiç bir kudret ve kuvvet iddiası olamayacağını, belirtmek istemişlerde.
Onlardan sonraki bestekârlar arasında daha da pek çok kıymetli kişiler vardır. Ezcümle, Köçek Mustafa Dedeler, Buhûrî Zade, Mustafa ltrî'ler, Solim-i Sâlisler, Hamamı Zade İsmail Dedeler ve daha niceleri bu meyanda sayılabilmektedir. Hülâsa, nağme motifleri, makam tasnifatı ve mütevvi" usulleri bakımından hiç şüphe yok ki, dünyanın en zengin musikisi olan bu Dinî Musiki, bu suretle, Mevlâna gibi bir Dehânın tuttuğu gönül ışığı altında asırlara hükmeden bir musiki olmuştur.
BİZİM dinî ve klâsik musikimizi son zamanlarda tetkik etmekte olan Garb dünyasının müzikolokları, bizdeki nağme zenginliğine, motif güzelliklerine ve hele musikimiz n "MAKAMAT" sayesinde zapt-ü rapt'a alınış tarzı-na hayranlarını, takdirlerini belirtmektedirler. Hiç tereddüt etmeden denebilir ki, musikimizin ana hatlarıyle bestelenmiş bulunan en üstün şaheserleri, (Mevlevî Âyinleri) muhtevasında mevcut ve mazbut bulunmaktadır. Buna paralel olarak bizim Lâ Dinî musikimiz, hiç şüphe yoktur ki. o âyinlerden pek çok motifleri kendi bünyesine aktarmak surettiyle daha da zenginleşmiştir.
Mevlevî Tarikatının musikî ile olan derin ilg.si, zamanla diğer Tarikat sâliklerince de hoş karşılanmağa başlanılmış ve Hanıkah ve tekkelerde yapıla gelen mukabelelerde, birbirinden güzel binlerce İlâhî, kudümlerin, nedbelerin, halilelerin, bendirlerin iştirak ettiği büyük korolarla, yıllarca terennüm edilmişdir. Bu tip tekkelerde, senenin arabî aylarına göre okunan ilâhiler, şuuller, nefesler, duraklar, kaside ve mersiyeler, denebilir ki, bizim dinî musikimiz edebiyyatında, benzerleri artık bir daha ibda olunamayacak kadar üstün evsâfta birer şaheserlerdir.
Netice-i Kelâm olarak şunu diyebiliriz ki, yalnız dinî ve lâ-dinî musikimize hâmilik ve önderlik etmiş olması bakımından değil, eserleri ile de bütün Dünyayı teshir eylemiş, Allah ve Hakikat Aşkını, her dîn ve mezhepden olan beşeriyyet camiasının ruhuna aks ettirebilmenin sırrına erişmiş olan Yüce Mevlâna'ya, insanlık âlemi pek çok şeyler borçludur.
Ve artık, hiç şüphemiz yok ki, Mevlâna, üstün insani vasıfları, derinlemesine olan hakikat ilimleri bilgisi, engîn İlâhî Aşkı ile, Kur'an-ı Azîm-üş-Şanın nurdan muhtevasını, Muhammedi Hakikatler, Dünya ufuklarına yaymak uğrunda, gelip geçmiş olan, mâyesi İlâhî Aşk'la yoğrulmuş olan dîn ve Hakikat ehli büyüklerimizden biridir.
"MEVLÂNA VE REBÂB"
Babamı dinlerken...
İşte, dinleyin!. Çalmakda O, yine hazîn, hazin... Yine, Aşıklarını coşdurup ağlatmakda!. Çalanıyle ses vermekde için, için; Yine, "MEVLÂNA" dan sözler açmakda...
Bir Aşk, bir Gönül Hikâyesini anlatmakda O!. Eşsiz bir Dehâ gibi yükselmekde göke. Yaklaşdıkça Allaha, perde perde, Ulvîleşir kırılan sesler, düşer gönülden gönle.
Çalıyor Mahûr'dan, Rast'dan, Uşşak'dan yine... Onda sesler çağlayarak anlatmakda Aşkı!.. öyle bir Aşk ki, anlatmakda olduğu, Yalnız bir şey, yalnız "O" nun Aşkı: Tanrı!
Her şey'i ile Mevlâna'yı tanzîr etmekde; Üç tel, sap, bir yay ve bir ceviz kabuğu! İnsan, ölünceye kadar dinlemek ister sesini; Dinleyip de ölmek istiyor, tutup Mevlâ yolunu.
Ve işte, çılgın gönüllerin rehzeni Rebâb; Son seslerini vermekde bu kırmızı zemine. Susmak üzre olan bu, aslı Hind Rebâb; "MEVLÂNA" için hasretleri terennüm etmede!..
ALİ HAYDAR VOLKAN