1207 yılında Belh'te doğan Mevlânâ, ailesiyle ile birlikte bölgeden göç ettiğinde beş yaşındaydı. Babası Bahâeddin Veled, önce Bağdat üzerinden Hicaz'a gitti. Orada hac farîzasını îfâdan sonra Şam'a uğradı, ardından Anadolu'ya geçerek uzun bir süre Erzincan, Malatya ve Lârende'de ikamet etti. Bu sırada Selçuklu tahtında, dört başı mamur bir devlet adamı I. Alâeddin Keykûbat (1220-1237) oturuyordu. Onun zamanı; Anadolu'da huzur, emniyet ve âsâyişin hüküm sürdüğü saâdetli bir devirdir.
Bahâeddin Veled; bu dirâyetli hükümdarın ısrarlı daveti üzerine Konya'ya, Altun-Aba Medresesine yerleşmişti.
Hazret-i Mevlânâ; ailesiyle birlikte uzun yıllar Konya'da yaşadıktan sonra, babasının vefatı üzerine Kayseri'ye, oradan Halep ve Şam'a gitmiş, buralarda 6-7 yıl kaldıktan sonra yeniden Konya'ya dönmüştü.
***
Mevlânâ, sultanlarla ve sâir devlet ricâliyle zarûret olduğu hâllerde; onların zararlarını def etmek ya da azaltmak gerektiği durumlarda yahut onlara öğüt vermesi lâzım geldiği zamanlarda görüşmüş, bu gibi durumların dışında o tabakaya karışmamaya özen göstermişti. Gönüller sultanı; devlet idarecilerinin yanlış gördüğü icraatlarını -her tehlikeyi göze alarak- tenkit etmiş, onların nazarlarını Kur'ân ve Sünnet'in gösterdiği yola çevirmeye çalışmıştı.
EMİRLERİN İYİSİ ÂLİMLERİ ZİYARET EDENDİR!
Hazret-i Mevlânâ;
“Âlimlerin kötüsü emîri ziyaret eden, emirlerin iyisi âlimleri ziyaret edendir.” hadîs-i şerîfinden hareketle, Mesnevî'sinde; gerçek âlimin devlet adamlarının karşısındaki tavrını açıkça ortaya koymakta, âlimlerin sultanlara ve sâir devlet erkânına karşı göstermesi gereken davranışın sınırlarını çizmektedir. Mevlânâ; devlet büyüklerinden her zaman yakın ilgi, hürmet ve muhabbet görmesine rağmen, onlarla içli dışlı olmayı asla münasip görmemiş; davet edilmesinin dışında, hiçbir zaman devlet büyüklerinin kapısına gitmemiş, «âlimlerin kötüsü» sınıfına dâhil olmaktan daima kaçınmış, uzak durmuştu.
ZAHMET VERMESİNLER, YETER!
Bu büyük mütefekkirin hayatı, inandığı yüksek değerlerin çarpıcı örnekleriyle doludur. Fakat onun bu istiğnâsı, zaman zaman çevresinde bulunan dostları tarafından bile yanlış yorumlanıp tenkit ediliyordu. Bir gün sohbetinde bulunan bazı dostları kendisine şöyle sordular:
“–Zamanın büyükleri ve emirleri, şehrin şeyhlerine sık sık gidiyor, fakat sizin ziyaretinize az geliyorlar. Acaba sebebi nedir? Yoksa bunlar, sizdeki büyüklüğü görmüyorlar mı? Bu sırlara karşı gözleri kapalı mı?”
Mevlânâ onlara şöyle cevap verdi:
“–Siz onların (yalnızca) gelmeyişini görüyor, sürülmelerini görmüyorsunuz. Eğer onlara tarafımızdan yol vermiş olsak, sohbetimize susamış dostlarımıza yer kalmaz.”
Bu konuşmanın ertesi günü sabahı Sâhip Fahreddin, Muînüddin Pervâne, Celâleddin Müstevfî, Emînüddin Mîkâil, Taceddin Mu'tez, Mevceddin Atabek ilh. gibi şehrin bütün emirleri hep birden Mevlânâ'nın ziyaretine geldiler. Medresenin sofası öyle doldu ki, kimseye yer kalmadı; dostların hepsi dışarı çıktılar. Mevlânâ o gün emirlere o kadar çok ilâhî bilgi, zarif ve latif şeyler nakletti ki, sahifelere sığmaz. O gün dostlarına hiç iltifat etmedi. Bu yüzden onlar tarifsiz derecede incindiler.
Emirler gittikten sonra feryat edip Mevlânâ'nın ayaklarına kapandılar:
“Biz bugün bilgi ve hakikat rızkımızdan mahrum kaldık.” diye şikâyette bulundular. Mevlânâ, onların gönüllerini alıp teskin ettikten sonra;
“Sadakalar, fakirlere ve muhtaçlaradır...” âyetini (et-Tevbe, 60) okudu. Ardından;
“Bizim ilâhî bilgi ve sırlarımız gerçekte dostlarımızın nasibidir. Öyle ki bunlar, başkalarının başına da dostlarımızın uğuru sayesinde taşar. Nasıl ki koyunun sütünü de başkaları, ancak tufeylî1 olarak içerler. Bu durum da yine dostlarımızın, emirlerin ziyaret etmeyişlerini hoş görmeyişlerinden oldu. Eğer emirler, ziyaretimize sıkça gelseler, dostlarımız buna dayanamaz, râzı olmazlardı. Binaenaleyh bize lâzım olan, onların halkın işleriyle meşgul olması ve dervişlere zahmet vermeyişleri için duâ etmektir. Tâ ki bu mânevî helâl rızık ve Rabbin yücelik nûru yalnız dostlarımızın hakkı olarak kalsın.” buyurdu.2
Burada Mevlânâ, devlet erkânının kendisiyle sıkça görüşmek istediğini, ancak kendisinin buna izin vermediğini açıkça ifade etmektedir.
SULTANLARIN NEFİSLERİ EJDERHÂ GİBİDİR!
Mevlânâ, «devlet büyükleriyle görünme» konusundaki anlayışını şöyle açıklar:
“Sultanlarla bir arada bulunmak tehlikelidir; Zira sultanların nefisleri, kuvvetlenip ejderhâ gibi olur. Onlarla konuşup, onların dostluğunu ve mallarını kabul eden kimse; mutlaka onların keyfine göre konuşur. Hatırları hoş olsun diye onların kötü düşüncelerini benimser ve sözlerinin aksini söyleyemez. İşte bu yüzden, yani onların tarafını tutarak, asıl olan diğer tarafı sana yabancı bırakmanın dîne zararı vardır. Sen o tarafa doğru gittikçe, aziz olan bu taraf senden yüz çevirir. Sen dünya ehli ile ne kadar uzlaşırsan, o sana o kadar kızar.”3
GÖRÜŞEMEDEN DÖNDÜLER!
Hazret-i Mevlânâ; kapısını devlet erkânına kapatmasına rağmen, onlar sohbetlerine katılmak için can atıyor, o gönül sultanından istifade etmek için ısrar ediyorlardı. Ancak o; daha ziyade yoksul ve sıkıntı içinde olan insanlarla birlikte bulunmayı seviyor, alt tabakadan kimselerle birlikte olmayı tercih ediyordu. O; kendisini ziyaret için müsaade isteyen sultanlara ve devlet büyüklerine istediği anda kapısını kapıyor, onları kabul etmiyordu.
Bir gün Mevlânâ, medresesinin sofasında geziniyordu. Çevresindekilere;
“Medresenin kapısını iyice kapatınız!” dedi. Bu sırada Sultan II. Keykâvus, vezirleri, emirleri ve nâibleri ile birlikte Mevlânâ'yı ziyarete geldi. Gönüller sultanı, hemen odasına girdi, gelen sultan ve diğer devlet erkânı ile görüşmedi. Müridlerine de;
“Gelenlere cevap veriniz, zahmet etmesinler.” buyurdu. Ziyarete gelen sultan ve yanındakiler, Mevlânâ ile görüşemeden döndüler.4
AMACI NEFSİMİZİ YÜCELTMEK Mİ?
Mevlânâ, ünlü Selçuklu veziri Muînüddin Pervâne'nin kendisini ziyaretini şöyle anlatıyor:
“Bir gün Emir (Muînüddin Pervâne) geldi. Ona hemen görünemedik. Bundan kırılmaması gerekir. Acaba onun bu ziyaretten maksadı, bizim nefsimizi mi, yoksa kendini mi yüceltmekti? Eğer bizim nefsimizi yükseltmekse, daha fazla oturup bizi beklemesi lâzımdı; bu sûretle bizi daha çok tâzîz etmiş olurdu. Fakat maksadı, kendisini ağırlamak ve sevap kazanmaksa, beklediğinden ve beklemek zahmetine katlandığından dolayı, onun sevabı daha çok olur. İşte bunun için, her ne maksatla gelmişse, o maksadı fazlasıyla hâsıl olduğundan sevinmeli, memnun olmalıdır.”5
___________________
1 Tufeylî: Asalak, parazit.
2 Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, İstanbul, 1964, s. 127-128.
3 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, İstanbul, 1969, s. 15-16.
4 Dr. Selim KAYA, «Mevlânâ'nın Siy. Faaliyetleri», Uluslararası Düş. ve Sanatta Mevlânâ, Konya, 2006, s. 71.
5 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, İstanbul, 1969, s. 66.
Yüzakı Dergisi