Mevlana Mevlevi Musikîsi

Mevlana Mevlevi Musikîsi

Rebabî Sabahaddin Volkan    

Mevlana Celâleddin-i Rûmî Hazretlerinin, âlem-i âhirete intikallerinin yine bir yıl­dönümündeyiz. Bilindiği gibi, Mevlâna, yi­ne böyle bir Aralık ayının 17. günü akşamı, günün son ışıklarının, Konya'yı ufuklar boyu çevreleyen yumuşak tepeciklerin zirvelerin­de pırıldattığı bir saatte ruhlarını teslim eyle­mişlerdi.

Çocukluğunu ve gençlik yıllarını, Cihan Allamesi bir babanın koltuğu altında geliştiren ve in­sanlık cevherini, fikrî olgunluk ve bütünlüğünü, din ve dünya bilgilerini de vaktin âlimlerinden öğrenmek suretiyle elde eden Mevlana, Pederleri­nin ve Hocalarının vefatlarından sonra, onlardan boş kalan bütün o manevî mevkileri, o, ilim ve irfan kürsîlerini kendi şahsî kemâlât ve fuyûzâtı ile  doldurabilen bir din ve irfan ulusu olmuşdu. İçinde bulunduğu devrin, Selçuklu Sultanları  da dahil olmak üzere, Konya'da O'nu herkes candan seviyor ve O'na hürmet ediyor, bağlılık ve hayranlık gösteriyordu. Tedris kürsüsü karşısın­da adetleri binleri aşan talebeleri vardı. O, Kon­ya'da Selçukî Sultanından da ilerde sevilen ve sayılan bir   şahsiyet   oluvermişdi.

 

Ondaki bu İrfan ve Kemâlat dünyası bir sun, kendisi gibi bir başka Gönül Ulusu ile karşılaşıverince, O, bir Volkan gibi, bir anda indi­fa' hâline geçiverdi. Senelerin, uzun senelerin ruhuna, dimağına, hulâsa, bütün bir insanlık hüviyet ne teksif eylemiş olduğu manevî feyizler bir anda şahlanmış, gökleri kaplayan Gönül ate­şi ile, adetâ bir AŞK ÇERAĞI oluvermişdi. Mev­lâna, artık, sadece ilme, kuru şeriate, kayde bağlı olmakdan sıyrılıp çıkmış, kendi hudutları­nı çokdan aşmışlığın vecdi ve istiğrakı içersin­de (AŞK-I İLÂHÎ) vadisine kayıp gitmişdi. Ve işte ondan sonradır ki, kendini, bütün bir âleme tanıtan, nâmını lâyemût kılan beşer üstü mertebelerine yükselivermişdi. artık, kendi gönül dünyasını dalgalandı­ran her intiba karşısında şiirler, ru­bailer, gazeller söyliyerek vecde kapı­lıyor ve semâ ediyordu. Bir gün, Selâhaddin-i Zerkubî'nin altın döğen çekicinin muttand ahengi, bir başka gün, herhangi bir köşe­den bucakdan akseden bir Rebâbın feryadı, bir başka gün, uzaklardan geceyi ihtizaza getiren bir Nay'ın sesi, O'nu çileden çıkarmağa kâfi gelebilen şeyler olmuşdu. Rebâblar, Naylar, hil­katin öz musikisi ile Konya Semâlarını ra'şelere ve velveleye verirken, O da, ruhunun susmayan ateşini ve Aslına karşı duymağa başladığı engin tahassürünü, bu seslerle coşturup taşırmağa ça­lışıyor, âşıkane sayhalar, pür vecd na'ralar sa­vurarak semâa başlıyor; dönüyor, dönüyor, yanı­yor,  yanıyordu...

 

Yüce Mevlâna, erişdiği o günkü mâ'na ve lâhût iklimin n, âdeta, "Bülbül-ü Şeydası" ol­muşdu. O, Selâhaddin-i Zerkubi'nin, Hüsameddin Celebi'nin, kendi şahsına karşı duyup izhâr et­tikleri hürmet, sevgi ve hayranlıklarının atmos­feri içerisinde, en beliğ sözlerini söylüyor; "Mes­nevi", "Fih-i-Ma-Fih", "Divan-ı Kebîr" gibi, ma'na ve şöhretler o günlerde olduğu kadar, sonradan da dünyayı tutup saracak ve sarsacak olan öl­mez eserlerini, bu İlâhi atmosfer içerisinde ibda ediyordu...

 

Ne hazindir ki, çok sevdiği, İlâhî Gönül Bağ­larıyla bağlanmış olduğu "ŞEMS" inin, bir anda parlayıp kısa bir zaman sonra da gözlerden kayboluveren bir nur gibi, kendi muhitinden koparılıp uzaklaştırılışı, O'nu büsbütün coştur­muş ve sanki, güle hasret çeken bülbüllerin en çilelisi, en dertlisi hâline koymuşdu.

 

Naylar, Rebâblar, durmadan feryâd ediyor ve O'nun gönlündeki hasret âteşini her an biraz daha körüklemiş ve arttırmış oluyordu. Yüce Mevlâna, bu feryatları, semâ'larıyla daha da coş­turuyor, irticalen söylemeğe başladığı âteşin ru­baileri ve hasretleri terennüm eden gazelleri ile bu gönül âyinlerini tarsîn diyordu.

 

Ve işte, bu suret ve bu şartlar muvacehe-sindedir ki, Mevlâna, İbâdetin musikî ile de ya­pılabileceğini, bütün bîr islâm âlemine haykırır olmuşdu. Fakat, ne hazindir ki, O'nun, bu gö­nül taşkınlıkları, devrinin kara câhilleri, yobaz şeriatçıları tarafından hiç de Müslümanlığa ya­kışır şeyler olarak isimlendirilemiyordu. Mevlâna'yı sevenlerle, O'nun bu tarzdaki davranışları­nı bir türlü hazmedip çekemiyenler, Konya'da, âdeta iki büyük ve ayrı kuvvet olmuşlardı. Her gün, her yerde bu durumun sert çekişmeleri yapılıyor ve dedikodular günden güne daha da büyüyordu. "— Nay ve Rebâb sesleri ezân-ı Mu­hammedi seslerini bastırır oldular!. Din ve şe­riatımız ne hâllere düştü!. Konyamız, bu utanç verici hallere daha ne kadar tahammül göste­recek!"   diye,   bağrışıp, çağrışanlar oluyordu.

Fakat, O Yüce İnsan, bütün bu sızlanmala­rın, kaynaşmaların hiç birine değer ver.r görün­müyordu. O, âdeta kendisine Allah tarafından il­ham olunanı yapıyor gibiydi ve hakikat de, za­ten öyle idi.

 

Evet Aziz Okuyucularım, Mevlânamız, müslümanlık gibi, dinlerin en şereflisi olan eşsiz bir dinde, musikînin de her vesile ile inkâr götür­meyecek olan bir mevkii bulunabileceğini, bütün o günkü ağır ithamlara, saldırılara rağmen, İs­lâm Âlemine duyurmağa çalışıyor ve bunun ön­cülüğünü yapıyordu. O'nun kötü ruhlu mu terızleri hiç düşünmüyorlardı ki, Ezan-ı Muhammedi baştan sonuna kadar İlâhî bir musikî idi. Allah'ın öz Kelâmı olan Kuran-ı Azîm-üş-şân'ın sesli olarak tilâveti, hele güzel bir sesden dinleniyor ise, ne muazzam bir musikî idi. Bütün bunla­rın dışında olarak, kuşların sesi, rüzgârların vah­şi uğultusu, gök yüzünün zaman zaman yıldırım savletleriyle yıkılırcasına sarsılışı, dalgaların kük-rercesine sahilleri döğüşü, bütün bunların hep­si, aslında birer tabiat musikisi, birer Hilkat senfonisi   değiller   mi   idi?

 

Yüce Pir Hazret-i  Mevlâna Celâleddin-i Rû-mî, sonraları kendi adlarına   izafeten   ih­das   olunan   "TARİKAT-I   MEVLEVİYYE" yi,  zaman-ı saadetlerinde kurmuş  değil­lerdir. O'nun   bu   âşıkane   sema'iarına, musiki ile şahlanan engin vecidlerine,   irtihâllerini  müteakip» oğlu Sultan Veled zamanında  bir  şekil  verilmeğe başlanıldı  ve hele torunu  Ulu  Arif  Çelebi  devrinde ise bu teşebbüs, denebilir ki, son  ve kat'i şeklini almış oldu. Tanrı'nın ne büyük bir lûtfudur ki, Mevlânamızın tutuşdurmuş oldukları bu ilâhî Çerâğ, O'nun hayırlı haleflerinin ellerinde de aynı zindeği içersinde ve bütün İlâhî rumûzâtı ile yanma­sına devam etti. Bu suretle, ma'nevî sahada kur­muş olduklar» Gönül Şadırvanı, bütün bir insan­lık âlemine en güzel sesleri ile akıp çağlamakta, asırlar  boyunca  devam  edip  durdu.

 

REBÂB, NÂY ve KUDÜM sesleri, artık maz­but nağmeler çerçevesi içersinde feryadlarını du­yurur ve aks ettirir olmuşlardı. Sultan Veled Hazretlerinin ve Ulu Arif Çelebi'nin açtıkları çı­ngır ve geliştirdikleri bu usul ve kaidelerin ışığı altında yapılmakta olan Mevlevi Mukabelelerinde peşrevler, ayinler çalınıp okunmakta idi ve bü­tün bunları besteleyen mevlevî dervişleri, ilham­larını, O'nun ateşlemiş olduğu ilk çerağdan alı­yorlardı...

 

İşte böylece, tâ o günlerden bu günlere ka­dar, zaman boyunca akıp gelen hayat seli içeri­sinde Tarikat-ı Mevleviyye sâlikleri tarafından birçok kıymetli eserler ve âyinler bestelendi. İlk olarak bestelenmiş olan Âyîn-i Şerifin beste sa­hiplerinin isimleri ne hazindir ki, bilinememek­tedir. O şaheserleri bestelemiş olanlar, tarikat adabının büyük bir inceliği tezahürü olarak, bes­teledikleri eserlerin altlarına isimlerini koyma­yacak kadar, engin bir tevazu* göstermekle, her eserin, aslında, ancak Tanrı izni ve ilhamı ile bestelenebileceğim, kulda ise hiç bir kudret ve kuvvet iddiası olamayacağını, belirtmek istemiş­lerde.

Onlardan sonraki bestekârlar arasında daha da pek çok kıymetli kişiler vardır. Ezcümle, Köçek Mustafa Dedeler, Buhûrî Zade, Mustafa ltrî'ler, Solim-i Sâlisler, Hamamı Zade İsmail Dedeler ve daha niceleri bu meyanda sayılabilmektedir. Hü­lâsa, nağme motifleri, makam tasnifatı ve mütevvi" usulleri bakımından hiç şüphe yok ki, dün­yanın en zengin musikisi olan bu Dinî Musiki, bu suretle, Mevlâna gibi bir Dehânın tuttuğu gö­nül ışığı altında asırlara hükmeden bir musiki olmuştur.

 

BİZİM dinî ve klâsik musikimizi son zaman­larda tetkik etmekte olan Garb dünyası­nın müzikolokları, bizdeki nağme zenginliği­ne, motif güzelliklerine ve hele musikimiz n "MAKAMAT" sayesinde zapt-ü rapt'a alınış tarzı-na hayranlarını, takdirlerini belirtmektedirler. Hiç tereddüt etmeden denebilir ki, musikimizin ana hatlarıyle bestelenmiş bulunan en üstün şaheserleri, (Mevlevî Âyinleri) muhtevasında mevcut ve mazbut bulunmaktadır. Buna paralel olarak bizim Lâ Dinî musikimiz, hiç şüphe yoktur ki. o âyinlerden pek çok motifleri kendi bünyesine aktarmak surettiyle daha da zenginleşmiştir.

 

Mevlevî Tarikatının musikî ile olan derin ilg.si, zamanla diğer Tarikat sâliklerince de hoş karşılanmağa   başlanılmış   ve   Hanıkah   ve   tekkelerde yapıla gelen mukabelelerde, birbirinden gü­zel binlerce İlâhî, kudümlerin, nedbelerin, halilelerin, bendirlerin iştirak ettiği büyük korolar­la, yıllarca terennüm edilmişdir. Bu tip tekke­lerde, senenin arabî aylarına göre okunan ilâhi­ler, şuuller, nefesler, duraklar, kaside ve mer­siyeler, denebilir ki, bizim dinî musikimiz edebiyyatında, benzerleri artık bir daha ibda oluna­mayacak kadar üstün evsâfta birer şaheserler­dir.

 

Netice-i Kelâm olarak şunu diyebiliriz ki, yalnız dinî ve lâ-dinî musikimize hâmilik ve ön­derlik etmiş olması bakımından değil, eserleri ile de bütün Dünyayı teshir eylemiş, Allah ve Ha­kikat Aşkını, her dîn ve mezhepden olan beşeriyyet camiasının ruhuna aks ettirebilmenin sır­rına erişmiş olan Yüce Mevlâna'ya, insanlık âlemi pek çok  şeyler borçludur.

 

Ve artık, hiç şüphemiz yok ki, Mevlâna, üs­tün insani vasıfları, derinlemesine olan hakikat ilimleri bilgisi, engîn İlâhî Aşkı ile, Kur'an-ı Azîm-üş-Şanın nurdan   muhtevasını, Muhammedi Hakikatler, Dünya ufuklarına yaymak uğrunda, gelip   geçmiş olan, mâyesi İlâhî Aşk'la yoğrulmuş olan dîn ve  Hakikat ehli  büyüklerimizden biridir.

 

 

"MEVLÂNA  VE  REBÂB"

Babamı dinlerken...

İşte,  dinleyin!. Çalmakda  O, yine   hazîn,  hazin... Yine, Aşıklarını coşdurup ağlatmakda!. Çalanıyle   ses vermekde  için, için; Yine,   "MEVLÂNA"   dan   sözler   açmakda...

Bir Aşk,  bir Gönül   Hikâyesini   anlatmakda O!. Eşsiz bir Dehâ gibi yükselmekde   göke. Yaklaşdıkça Allaha, perde   perde, Ulvîleşir kırılan sesler, düşer gönülden gönle.

Çalıyor  Mahûr'dan, Rast'dan, Uşşak'dan   yine... Onda  sesler çağlayarak anlatmakda Aşkı!.. öyle bir Aşk ki, anlatmakda olduğu, Yalnız  bir şey,  yalnız  "O" nun Aşkı: Tanrı!

Her şey'i ile Mevlâna'yı tanzîr etmekde; Üç tel,  sap, bir yay  ve bir ceviz kabuğu! İnsan,   ölünceye   kadar   dinlemek   ister sesini; Dinleyip de ölmek istiyor, tutup Mevlâ yolunu.

Ve  işte, çılgın gönüllerin  rehzeni Rebâb; Son seslerini vermekde bu  kırmızı  zemine. Susmak üzre  olan bu, aslı Hind Rebâb; "MEVLÂNA" için hasretleri terennüm etmede!..

            ALİ  HAYDAR VOLKAN

 

Türk Edebiyatı Dergisi, cilt:1, sayı:12, s. 34.

http://akademik.semazen.net/ sitesinden 23.11.2024 tarihinde yazdırılmıştır.