Mevlânâ Bir "Allah Kulu" dur, Resûlullah (sav) Çırağıdır
Mevlânâ hakkında konuşanlar ve yazanlar arasında onu olduğundan farklı gösterenler, sözlerini çarpıtanlar, söylediklerini eksik aktaranlar, maksadını aşacak şekilde yorumlayanlar eksik değildir. Bunların bir kısmının maksadı, Mevlânâ gibi bir ulu kişinin, bir İslâm büyüğünün, bir velînin arkasına sığınarak kendi bâtıl inanç ve hayat tarzlarına meşrûiyet kazandırmak, taraftar toplamak, çağın manevî ve ahlakî kusurlarına İslâm'dan çare teklif edecek yerde kendi paha biçilmez değerlerini inkâr etmek ve onları sahte takılarla değiştirmektir. Onlara göre Mevlânâ haşa tanrıdır veya O'nun gibidir, O'nun bir parçasıdır, Peygamberden (sav) üstündür, on beş asırdan beri orta yol(sünnî) İslâm'ını anlatan âlimler dini yanlış anlamışlar, kabukta kalmışlardır. Ne iman konuları bunların dediği gibidir, ne din, ne de ibadetler. Her şey insandadır, onun dışında bir şey yoktur, genel olarak müslümanların edâ ettikleri ibadetler hiçbir değer taşımaz, haramlar haram değildir, mübahlar da sınırsız gibidir...
Biz bu makalede Hz. Mevlânâ'nın Üç eserinden (1.Yedi Öğüt:Mecâlis-i Seb'a, Gölpınarlı çevirisi, Konya, 1965; 2. Fîhi Mâ Fîh, M.E. baskısı, İst. 1954; 3. Mesnevi, M.E. baskısı) alıntılar yaparak onun bir Allah kulu, Peygamber (sav) çırağı, İslâm velisi (sûfîsi) ve sünnî müslüman olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
1. Hz. Peygamber (sav) ve O'nun (sav) Sünneti
Hz. Mevlâna her şeyden önce bir sûfîdir, İslâmî tasavvuf yolunu tutarak yetişmiş bir velidir, bu yoldan yürüyerek hem kendi çağında hem de eserleriyle günümüze kadar sayısız insanı irşad etmiş, onlara Allah'ı, Peygamber'i (sav), dini tanıtmış, sevdirmiş, insana kendini bilmenin yolunu açmıştır. Kendisinden sonra örgütlenmiş olsa bile onun yolu bir tarikattir. Bütün tarikatler gibi onun tarikatının da baş halkası Muhammed Mustafa (sav)dir. Şu halde Hz. Mevlâna'nın mürşidi, efendisi, üstadı, maşuku Muhammed Mustafa'dır (sav). Mevlânâ'nın Hz. Peygamber (sav) hakkındaki düşünce, duygu ve inancını Mesnevî'yi esas alan bir tebliğimizde (2000 yılı, Kültür Bakanlığı faaliyetleri içinde) genişçe işleyip açıkladığımız için burada yalnızca Fîhi Mâ Fîh'ten bir iki nakil ile yetineceğiz:
Tanrı Mustafa'yı önce kendisiyle meşgul edip sonra: "Halkı davet et, düzelt, onlara öğüt ver!" diye buyurdu. Mustafa (sav): "Ey benim Tanrım! Ben ne günah işledim ki beni huzurundan kovuyorsun. Halkı istemiyorum." Diye ağlayıp sızladı. Ulu Tanrı: "Ey Muhammed sen hiç üzülme, seni halk ile uğraşmaya bırakmam, onlarla meşgul olurken de benimle olursun. Bu sırada halk ile meşgul olduğun için başının bir tel saçını bile eksiltmem, her ne iş yaparsan yine vuslat içinde olursun" buyurdu (s.100).
"Benim öyle bir halim olur ki oraya ne Muhammed, ne de Allah'a yakın bir melek sığar!" diyen birini tenkit ederken şöyle diyor: "Senin bu halin onun bereketinin tesirinden değil mi? Çünkü ilkönce bütün bağışları, ihsanları onun üzerine döktüler, o zaman ondan başkalarına dağıldı...(Tahiyyât'ta zikredildiği üzere) Allah ona "Sana selâm olsun ve Tanrı'nın rahmeti, bereketi senin üzerine olsun!" buyurunca Peygamber "Bize ve salih kullara olsun" dedi...Her şey önce Muhammed'e gelmeden bize erişmez." (s.329-330).
Bu sözler Mevlânâ'ya göre Hz. Peygamber'i (sav) anlamak için ölçüt olarak kullanılacak açıklık ve kesinlikte sözlerdir.
Mevlânâ, Mecâlis-i Seb'a (Konya, 1965) isimli kitabının birinci meclisinde Hz. Peygamber'in (sav), "Ümmetim bozulup yolumdan ayrıldığında durumunu bozmayıp yolumda yürüyenlere Allah yüz şehit sevabı verir" mealindeki hadîsini naklettikten sonra bunu, bir damla suyun bir ırmak içinde bir de çölü aşarak denize ulaşması örneği ile açıklıyor. Bu örnekte, bozuk sosyo-kültürel çevrede sünnet üzere yaşamaya çalışan fert, çölü aşarak denize kavuşma çabası veren bir damla suya benzetiliyor, bu su nasıl imkansızı başarıp denize kavuştuğunda ebedileşiyor ve vuslatın mutluluğunu hak ediyorsa, olumsuz şartlarda Hz. Peygamber'in yolundan yürüyenler de işte böyle "yüz şehidin ecrini alacak ölçüda" bir zoru başarmış oluyorlar.
Bu benzetmede sünnetin önemi vurgulanmakta ve sünnet üzere yaşamak teşvik edilmektedir.
Mesnevi'den:
"Peygamberin izini izliyorsan yola düş, halkın bütün kınamalarını hava say. Yol aşan, menzil alan yol erleri ne vakit köpeklerin havlamasına kulak astılar!" (III, 353).
2. Sahâbe, ehl-i sünnet ve ötekiler
Hz. Mevlânâ'nın babası Hz. Ebû-Bekir'in soyundan gelmektedir (Sipehsâlâr, s.15).
Kendisi başta dört halife olmak üzere Hz. Peygamber'in eshâbına büyük bir sevgi ve saygı beslemekte, onları örnek olarak takdim etmektedir. Ebû Bekir Mesnevi'de 10, Divan-ı Kebir'de 8; Ömer mesnevi'de 18 Divan'da 20; Osman Mesnevi'de 4, Divan'da 8; Ali Mesnevi'de 41, Divan'da 23 defa zikredilmişlerdir (Şefik Can, Mevlânâ, İst. 1997, s. 328).
"Ebubekir tevfika mazhar oldu da öyle bir padişahın (Peygamberin) musahibi (arkadaşı) oldu, öyle bir padişahı candan tasdik etti. Ömer o maşuka aşık oldu da gönül gibi hakkı, bâtılı ayırdetti. Osman o apaçık görüşün tâ kendisi oldu da feyizli bir nura nail olup Zinnureyn oldu. Mürteza (Hz. Ali) onun yüzünden inciler saçtı da can vadisinde Tanrı arslanı kesildi ( Mesnevî, II,70).
"Ashabım yıldızlar gibidir; onlardan hangisine uysanız hidâyete erişirsiniz" mealindeki hadîsi zikrettikten sonra şöyle diyor: "İşte bir kimse yıldıza bakarak yolunu bulur...Sadece yıldıza bakmak suretiyle yolunu yanlış yollardan ayırıyor ve menziline erişiyor" (Fîh, 196).
Mesnevî'de aynı konuda şunları söylüyor:
Peygamber, "Sahabem yıldızlar gibi yola gidenlere ışık, şeytanlara taştır" dedi.
Mezhepler hakkında:
"Duygu gözünün mezhebi İtizaldir (mutezile mezhebidir), akıl gözü ise vuslata kavuşmuştur, Sünnidir. İtizale uyan duyguya kapılmıştır, fakat sapıklıktan kendini Sünni gösterir." (II,5)
"Sünneti ve topluluğu (ehl-i sünnet ve cemâati) bırakan kişi, yırtıcı hayvanlarla dopdolu olan böyle bir yerde kendi kanını dökmez de ne yapar? Sünnet yoldur, topluluk da yoldaşa benzer. Yolsuz, yoldaşsız oldun mu bu daracık yerde helak oldun gitti." (VI, 42).
Bu apaçık ve kesin ifadeler Hz. Mevlânâ'nın, bir Sünnî müslüman olduğunu, Hz. Peygamber'in (sav) ashâbına büyük bir sevgi ve saygı ile bağlı bulunduğunu, onları gökteki yıldızlar gibi yolun rehberleri bildiğini ortaya koymaktadır.
3. Kur'an ve Vahiy
Mevlânâ'nın Kur'an'a bakışını yansıtan meşhur rubâîsi (Ş. Can neşri, 1311. rubâî, manzum olarak çevirdim) dillerde dolaşmaktadır:
Yaşadığım sürece Kur'an'ın çırağıyım
Seçilmiş Muhammed'in yolunun toprağıyım
Buna uymayan bir söz benden nakledilirse
Rahatsızım bu sözden, ben bu sözden uzağım.
Mesnevî'de yer alan, Kur'an'la ilgili birçok sözünden birkaç örnek:
"Tanrı Kur'an'ına kaçar, sığınırsan peygamberlerin ruhlarına karışırsın...Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri velileri görmüşsün (inanmadıktan, onlara uıymadıktan sonra ne fayda!). Kur'an'ın hükümlerine uyar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesin dar gelir." (I, 126)
"Eğer akıllar onun bağladığı düğümü çözebilseydi Tanrı peygamberleri gönderir miydi" (IV,256).
Padişahların paraları değişir durur, fakat Ahmed'in parası kıyamete dek sürer gider... Hadi bunu mucize sayma. Peki bir de güneş gibi apaydın olan ve adına Ümmü'l-kitap denen yüz dilli Kur'an'a bak. Kimsenin ondan bir harfi çalmaya, yahut sözüne bir söz katmaya ne haddi var, ne kudreti"( IV, 231).
Vahiyden olmayan söz heva ve hevestendir. Topraktan yaratılanlar gibi havaya zerre zerre dağılır, biter. Eğer bu söz sana yanlış görünürse "Vennecmi" sûresinin başından birkaç satır okuyuver. Oku da Muhammed'in heva ve hevesinden konuşmadığını, onun her sözünün ancak vahiy olduğunu anla... Araştırmadan, doğru bir ictihadda bulunmadan heva ve hevesine uyarak bid'ata kapılanı yel, Âd gibi kapar öldürür" (VI, 374).
4. Din ve şeriat
(Öfkenin ve cehennemin ) ateşini din nurundan başka bir şey söndüremez...Cehennem mümine "Nurun ateşimizi söndürdü" der...(III,284).
"Sen din yoluna girmeyi, o yolda çalışmayı kurarsın ama şeytan içinden seslenir: "A sapık, o yola girme, eziyetlere düşer, yoksul olur, kalırsın. Dostlarından ayrı düşer, hor hakir bir hale gelir, pişman olursun."... Sen de o mel'un şeytanın (etkisinde kalır) "Hele yarın, hele öbür gün din yoluna girer yürürüm, daha vakit var" dersin...(III,354).
"Heva ve hevesten gelen ibâhilik sapıklıktır, azgınlıktır, fakat Tanrı'dan gelen ibahilik yüceliktir." (VI, 165); yani bir şeyi kişi nefsine uyarak, canı öyle istediği için mubah (serbest, helâl) sayarsa bu azgınlıktır, sapıklıktır, Allah helal kılarsa buna uymak makbuldür.
"Şeriat şerri defetmek için bir rey kullanır, şeytanı delil şişesi içine hapseder... Şeriat, iki zıttı hoşnut eden bir teraziye benzer..." (V,99).
5. İbadet ve günah
"Ondan dolayı herkesin yaptığı kötülüğün zararını göreceği gün, hasetçiler mutlaka kurt şeklinde haşredileceklerdir. Hırsla dolu, aşağılık ve haram yeyici kişi o hesap günü domuz şeklinde, zina edenler avret yerleri kokarak, şarap içenler ağızları kokarak dirilirler... Vücudunda hangi huy galipse o huyun suretine göre haşredilmen gerekir." (II, 108).
"Peygamberlerden hangisi günaha, ayıba dair bir şey söylediyse taş gibi katı gönüle, kapkara cana, Tanrı fermanına önem vermemeye, yarınki ahiret gününü düşünmeyip rahatça keyfine bakmaya...dair söyledi... "Ne başımı kaşımaya vaktim var, ne din kaynağına dönüp ibadet etmeye, ailemin rızkını kazanmaktan başka bir şey yapamıyorum, dişimle tırnağımla çalışıp helâlinden kazanıyorum" diyorsun. Ey sapıklara karışan, ne helâli! Senin kanından başka helâl göremiyorum." (II, 234)
"Madem ki insanın yaratılmasındaki maksat Tanrı'ya ibadet etmesidir, şu halde ibadetten başçeken (yançizen) ibadete yanaşmayan kimsenin ibadet yeri cehennemdir." (III,243).
"Namaz, oruç ve cihad da imana tanıktır... Tanrıdan çekinmemden yahut cömertliğimden bir gevherim var ki, bu zekatla oruç ikisine de şahittir. Oruç der ki, "Bu helâlden çekindi, bil ki artık harama ulaşmasına imkan yok. Zekat der ki, kendi malını bile veriyor, artık kendisiyle aynı dinde, aynı yolda olandan nasıl çalar. Fakat bu işleri riya ve tezvirle yaparsa o iki tanık Tanrının adalet mahkemesine kabul edilmez." (V,17).
"Mal sadakayla katiyen azalmaz... Altın zekat vermekle coşar, fazlalaşır. İnsanı kötülükten, fenalıktan kurtaran namazdır. Zekat vermen keseni korur, namazın da seni kurtlardan kurtarır, çobanlık eder sana." (VI, 283).
"Bu halk Tanrı için paralar verir, yüzlerce hayrın temelini atar, mescitler yaparlar. Uzun bir yol olan hacca, sarhoş aşıklar gibi giderler, seve seve canlarıyla, mallarıyla oynarlar. Hiç o evde kimse yok derler mi? Ev sahibi, ev içinde gizlenen cana benzer. Tanrı nuruyla ışıklanan sevgilinin konağını dolu görür... Kimi dilersen Kâbe'de ara da hemen önünde beliriversin... Hakikatte onlara şu "lebbeyk" demeyi nasip ediş, her lahza tek Tanrı'dan gelen bir sestir (VI, 72).
Hz. Mevlânâ'nın hayatını anlatan Sipehsâlâr isimli kitapta (M. Bahârî tercümesi, İst. 1331) onun namazı (s.51), orucu (s.56), takvâsı (s.59), Allah korkusu ve rahmet ümidi (s.75) konularına yer verilmiş, kâmil bir kulun ibadeti örnekleriyle açıklanmıştır.
6. Yanlış anlayanlar
Yukarıda sıraladığımız nakiller doğrudan Hz. Mevlânâ'ya aittir, o bu ifadeleriyle ortayol İslâm'ına bağlı, Hz. Peygamber'i (sav) ve Kur'an'ı rehber edinmiş, hayatını kâmil mânada (dışı ve içi, sureti ve hakikati, şekli ve mânâsı ile birlikte) ibadetle geçiren bir müslüman, bir âlim, bir Allah âşığı, bir sûfî olduğunu ortaya koymaktadır. Buna rağmen onu yanlış anlayanlar, sözlerini kastını aşacak şekilde yorumlayanlar ve kendisini "bir başka İslâm'ın peygamberi" gibi gösterenler olmuştur. Bize göre insanları bu sonuca götüren sebeplerden üçü önemlidir: 1. Sünnî İslâm'a bağlı olmayan, başka bir inanç taşıyan, farklı bir düşünceye sahip olan ve buna uygun bir hayat tarzı sürdüren kimselerin, inanç, düşünce ve davranışlarına meşrûiyet kazandırmak için Hz. Mevlânâ'yı kullanmaları. 2. Onun sözlerini bütünlük içinde değerlendirecek yerde -bütününden ve bağlamından kopararak- parça parça alıp değerlendirmeleri. 3.Tasavvuf yoluna girerek kemale (has kulluğa) doğru yol alanların, yol boyunca geçirdikleri halleri ve bu geçici haller içinde (aşk sarhoşluğu sebebiyle) söyledikleri sözleri yanlış değerlendirmeleri, o yolun yolcuları ve o hallerin sahipleri olmadıkları halde kendilerine uygulamaya kalkışmaları.
Bir örnek olarak namazı ele alabiliriz. Fîhi Mâ Fîh'i tercüme eden M. Ülker Tarıkâhya, kitabın başına koyduğu tanıtım yazısında Mevlânâ'nın namaz anlayışını şöyle açıklıyor: "Ona göre namaz bu suretten ibaret değildir. Bu namazın başı tekbir, sonu selamdır. Başı ve sonu olan her şey kalıptır. Onun ruhu eşsiz ve sonsuzdur. İstiğrak kendinden geçiştir ve bu, kılınan namazdan daha iyidir. Kalp huzuru olmadan kılınan namaz namaz olmaz. Namaz içtedir ve ruhun namazıdır. Şeklen kılınan namaz geçicidir. O sadece namaz kılmakla kendini müslüman sananlara, muhtaç oldukları dersi de bu suretle vermiş oluyor" (XX).
Bu açıklamayı okuyan birçok insan, bilinen şekliyle kılınan namazın hiç de önemli ve gerekli olmadığı sonucuna varabilir. Mevlânâ'nın, yukarıda naklettiğimiz "genel olarak ibadet, özel olarak namaz hakkındaki" sözlerine ek olarak Fîhi Mâ Fîh'teki şu sözlerine bakalım ve Tarıkâhya'nın ulaştığı sonuçla, kendi tercümesindeki bu sözlerin örtüşüp örtüşmediğini görelim:
"Hadîste 'Kalp huzuru olmadan kılınan namaz namaz olmaz' buyurulduğu gibi, namaz da içtedir. Fakat sen onu mutlaka şekillere sokarsın. Görünüşte rükû ve secde ile ona (namaza) bir suret vermek lazımdır. Bunları yaptığın zaman ondan nasibini alır, muradına erersin. "Onlar namazlarına devam ederler" âyetindeki (Me'âric, 70/23) namaz, ruhun namazıdır. Sureten, şeklen kılınan namaz geçicidir, devamlı olmaz. Çünkü ruh deniz âlemidir, sonsuzdur; cisim ise deniz kıyısı ve karadır, sınırlı ve ölçülüdür. İşte bu yüzden devamlı namaz ancak ruhun olabilir. Ruhun da rükû ve sücudu (eğilmesi, yere kapanması) vardır, fakat bunları açıkça şekillerle göstermek lazımdır. Çünkü mânanın suretle bağlılığı vardır. İkisi bir olmadıkça fayda vermezler. Bu suret mânanın fer'idir; "Suret uyruk, gönül padişahtır" dediğin zaman bu isimler izafidir. Madem ki "Bu onun fer'idir" diyorsun, eğer fer'i olmazsa ona nasıl asıl adı verilebilir. O halde o, bu fer'in aslıdır ve eğer olmasaydı onun da adı olmazdı...(s.213-214).
Mevlânâ'nın burada "Çünkü mânanın suretle bağlılığı vardır, ikisi bir olmadıkça fayda vermez" diyerek, kök anlamındaki asıl ile dal anlamındaki fer'î örneğinden hareketle bunların biri olmadan diğerinin de olamayacağını söyleyerek müslümanların bilinen şekilde kıldıkları namazın gerekli olduğunu, devamlı olan ruhun namazına ancak bu yoldan gidileceğini ortaya koyduğu açıktır ve bu sözlerin başka türlü anlaşılması mümkün değildir.
Hac örneği de böyledir. Hz. Mevlânâ haccın özünü, mânasını, amacını anlatmak için çeşitli örnekler vermiştir. Bunlardan biri şöyledir (Mesnevi, II, 172 vd.): Meşhur sûfî Bâyezid hacca giderken yol üzerinde bulunan bir mürşidi ziyaret etmiş, mürşid de kendisine şunları söylemiştir: "Etrafımda yedi kere tavaf et, bu tavafı hac tavafından daha makbul bil. O dirhemleri de (yol parasını da) bana ver, bil ki hac ettin, muradın hasıl oldu, Umre ettin ebedi ömre nail oldun... Kâbe her ne kadar onun lutuf ve ihsan evidir, ama benim vücudum da O'nun sır evi. Tanrı Kâbe'yi kurdu ama, kurdu kuralı ona gitmedi, halbuki bu eve, benim vücuduma o ebedi diri olan Tanrı'dan başka kimse gelmedi. Beni gördün ya bil ki Tanrı'yı gördün..."
Bu sözleri okuyan, fakat tasavvuf yolcularının hallerini (özellikle vahdet-i vücud hal ve anlayışını), eğitimde tabi tutuldukları tecrübeleri, haccın dinî mahiyetini ve çeşitlerini bilmeyen bir kimse yanlış ve tehlikeli anlayışlara, inanışlara ve uygulamalara sapabilir. İşi bilenlere göre ise ortada şaşıracak, bilinen İslâm'a aykırı hiçbir şey yoktur. Bâyezîd henüz eğitim sürecinde iken nâfile hac ve umre yapmak üzere yola çıkmıştır, onun eğitimi için, yoksullara yardım ve mürşidine hizmet etmesini nafile hac ve umreden daha faydalı bulan mürşid, bunu tavsiye etmiştir. Aynı tavsiyeyi Şah Nakşbend'in menakıbında da görüyoruz; o da kendisi ile hacca gitmek isteyen birine -bu nafile ibadet onun riyasını arttırmaktan ve benliğini beslemekten başka bir işe yaramayacağını gördüğü için- gidip işkembeci çırağı olarak bir kâmilin yanında bir süre kalmasını tavsiye etmiştir. Mevlânâ'nın Kabe ile kâmil insanın kalbi arasında yaptığı mukayese ise vahdet-i vücud hal ve anlayışı ile ilgilidir. Bu anlayışa göre Allah'tan başka bir varlık yoktur, mürşid O'nun -Kabe'ye olandan daha- kâmil bir tecellîsidir, yokluk aynasında yansımasından ibarettir. Allah'ın mümin gönüllerde bulunduğuna dair rivâyetler de vardır. Mevlânâ'nın hac hakkındaki düşüncesi, yukarıda açıklanan "namaz hakkındaki düşüncesinden" farklı değildir; hac ibadeti yapılacaktır, ama şekli yanında özü ve mânası da gerçekleştirilecektir. Aynı konuda Fîhi Mâ Fîh'te (s.243-245) yer alan şu sözler daha açıktır: Âyetteki (Bakara, 2/125) "beyt"ten (evden) maksat Kâbe'dir ki, her kim oraya sığınırsa âfetlerden korunur ve orada avlanmak haramdır, bir kimseye eziyet etmek doğru değildir. Ulu Tanrı onu seçmiştir; doğru ve güzel (Yani bu Kâbe anlayışı da doğrudur ve güzeldir). Ancak bu Kur'an'ın dış mânasıdır. Muhakkıkler (hakikate, öze, içe bakanlar) derler ki, Beyt insanın içidir. Yani (âyetin mânası) "Ey Tanrım içimi nefsin meşgaleleri, vesveselerinden boşalt, bozuk ve yanlış heves ve düşüncelerden temizle ki, onda hiçbir korku kalmasın... Kâbe'den maksat velilerin ve nebîlerin gönülleridir ve burası Tanrı'nın vahyinin yeridir. Kâbe onun fer'idir. Eğer gönül olmazsa Kâbe ne işe yarar? Veliler ve nebîler tamamen kendi muratlarını terk etmişler ve Tanrı'nın muradına o şekilde uymuşlardır ki O'nun buyurduğu her şeyi yapar ve O'nun inâyeti olmayan kimselerden, isterse anneleri ve babaları olsun nefret ederler ve o kimse artık gözlerine düşman gibi görünür.
Sonuç
Hz. Mevlânâ bir İslâmî bilgilenme ve eğitim yolu olan tasavvuf okulunda yetişmiş, başında Hz. Peygamber'in (sav) bulunduğu mürşidlerden -doğrudan veya dolaylı olarak- yararlanmış, orta yol (Sünnî) İslâm anlayışını benimsemiş, buna göre yaşamış bir müslüman, bir Allah kulu, bir Peygamber çırağı, bir sûfîdir. Onu doğru anlamak ve yorumlamak için bütün İslâm düşünce sistemini kavramış olmak ve doğrudan onun eserlerinden yola çıkmak şarttır. Âyînesi saf olamayanlar, başka kaynaklardan beslenerek şartlananlar, peşin hüküm ve kanâatlerden yola çıkanların onu doğru anlayıp anlatmaları mümkün değildir. Her şeyi bildikleri halde sapmış olanlar ve saptırma niyeti taşıyanlara karşı da uyanık olmak ayrı bir zarûrettir.