13. Asır Anadolusu'nda Tasavvuf Ve Hazreti Mevlana
Hazreti Mevlana, her cephesi bir başka görünüş, bir başka renk ve cazibe arzeden o menşura benzer ki, bu hikmetler, bu bilgiler, bu aşklar, bu san'at ve zarafetler hevenginden, isteyen istediğini çekip alabilir.
Mevlânâ, kendi şahsiyetini, bir ayağı şeriatta kaim dururken öteki ile yetmişiki milleti devreden bir pergele benzetmekle, bu çok cebheli iç portresini bizzat ve kuvvetle çizmiş bulunmaktadır.
Bizim şuracıkta yapmak istediğimiz, o hikmetler ve marifetler hevengine naçizane uzanarak, Onüçüncü asır Anadolu'sunun tefekkür ve tasavvuf haritasındaki yerini, hâle ve istikbâle uzanan tesirlerini, en kısa çizgilerle gözden geçirmektir.
Bilindiği gibi Onüçüncü asır, Selçuk Devletinin, siyâsî, içtimaî ve iktisâdı buhranların bitmez tükenmez tazkiyi altında can çekiştiği istikrarsız ve huzursuz bir devridir. Bu şaşkınlık ve kararsızlık içinde bunalmış olan halk, bir manevî ümit ve istinat noktasına bağlanmak zaruretinde idi. Bu arada, mazisi binlerce sene evveline giden ve yeryüzünün çeşitli fikir, felsefe, itikat ve mezheplerinin içine sızmış kabalıstik motifler, adetâ kıyafet değiştirerek, İslâm dininin içine de yol bulmuştu. Bu arada, bir takım bâtınî ve harici temâyüllü tarikat ve mezheplerle, sünnî imana su katmakla mükellef şüpheli müesseseler, Anadolu'da yaygın bir nüfusa sahip bulunuyorlardı.
Selçukluların siyası fetret ve bozgunlarının sosyal plânda yaratmış olduğu buhranlardan faydalanarak gelişmiş Cimri Baba ve Baba İshak vak'aları gibi arkalarından büyük topluluklar sürükleyen dîni siyâsî hareketler ise bir tasavvuf sisteminin malı olmakdan ziyâde, asayiş ve inzibat noktasından ele alınmak gereken vak'alar diye sınıflandırılmalıdır.
Halbuki saf ve samimî mânasıyle Şark, Ahmed Yesevi'den evvel ve sonra, sünnî Müslümanlığı bir sünger gibi emip bünyesinde temsil ederek, onu tasavvuf normları içinde yeniden İslâm âlemine iade ederken, bir mücahade ve tasfiyeli bir imân ruhunu da beraber getirmiştir.
Şeriata bağlı, berrak ve feragatti bir ahlâk anlayışının, Ahmed Yesevî adına Uzak Şark'dan Garp Türklüğü içine getiren binlerce velî, ne çare ki bir tarafdan yabancı şeriatlerin nüfuzu altında kalmış, bir tarafdan da zümre ve şahıs menfaatlerine âlet olmuş Bâtınîlerle karşılaşınca, onlar tarafından kendi saflarına kazanılmış gibi gösterilmiştir.
Böylece, zamanın aldatan hükmü, beşeriyete üslûp ve istikâmet veren bu erleri, erenleri, ahileri, abdalları, dalaletin ve cehaletin kendisi imiş gibi damgalamak hatasına düşmüştür.
ANADOLU'DA kızılbaşlık cereyanlarının ve buna muvazi olarak, rengi ve hüviyeti karanlık bir melâmet fikrinin basit halk tabakaları arasında kesif tarafdar bulması, insanları dinin kayd ve külfetlerinden azade tutan bir hürriyet vâdederek, şeriatın haram kabul ettiği fiilleri mubah telâkki etmesi ile izah olunabilir.
Ne ki, şeraite bağlı inanışın kal'ası olan Selçuklular devrinde tasavvuf müessesesi ve diyanet haritası, İslâm birliğini parçalamak yolunda siyâsî, içtimaî ve iktisadî imkânlardan kuvvet ve mesnet bulan bu ocaklara Fahreddin-i Irâkî, Sadreddin-i Konevî, Evhadeddin-i Kirmanî ve nihayet Celâleddin-i Rûmî gibi kuvvetli merkezlerle karşı çıkmış bulunuyordu.
Yeryüzünün medeniyet hamleleri ile çiçeklendiği devirlerin tarihini kapak gözle de yoklatmış olsak, karşımıza mutlaka âdil, âbid ve feragatli hükümdarlar çıkar. Fakat ne vakit ki devlet idaresi, zihnî ve ruhî kemalden mahrum küçük adamların elinde kalır; o zaman da ızdırapla kıvranan kütleler, hiç değilse bu cevheri pasif manâda hâmil olanların veya hâmil olduğu zannedilenlerin etrafında büyük bir ölçüde toplanır.
İşte Anadolu'nun kifayetli bir devletçilik anlayışından mahrum kalarak kendi başının derdine düştüğü Onüçüncü asırda tasavvuf an'anesinin, Bâtınî karakter taşıyan mihraklarına rağmen, saf ve sünnî imânı destekleyen çok kuvvetli merkezler, rüştlerini ve zaferlerini ilân etmiş bulunuyorlardı.
Bahusus Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin, saf imânın hür ve samimî temsilcisi olarak gelip Konya'ya yerleşmesi, iktisadî buhran ve içtimaî huzursuzlukları bir çamur gibi yoğurup, bundan tefekkür sistemleri lehine tehlikeli binalar kurmak isteyen Bâtınî kuvvetlere karşı protesto mahiyeti göstermiş ve müthiş zehirlerinin panzehiri olmuştu.
O zamanki Türk - İslâm coğrafyasında, içtimaî muhitin bir mahsulü olan bu diyanet ve tasavvuf haritasını şu kısa yazımızda çizmeye imkân yoktur. Bu sebeple, devrin nirengi noktası olan Hazreti mevlânâ'nın huzurunda tazimle duralım:
Sultan-ül Ulemânın oğlu müderris Mevlânâ Celâleddin, Şems-i Tebrîzi'nin şevkiyle karşılaşıp hayatının aklî ve ilmî diyebileceğimiz ilk safhasını kapatıp bir karar ve devam devresine girdikten sonra, vazife ve mes'uliyetlerinin şuurunu taşıyan büyük insan rolünde, o binbir cepheli şahsiyetiyle, bir mürebbi -mürşid olarak beşer saflarının arasına atılmıştır.
Şems, onun fışkırıp köpürmek gününü bekleyen sırlı tohum-yüklü ruhuna bir ışık gibi dolarken, Mevlânâ da, coşup köpüren yüreğinin mahsulleriyle insanlık âlemine sonsuz bir rahmet olup sağnak sağnak dökülmüşdür.
Şems-i Tebrîzî, kendini arayan ve kendini bulmakla herşeyi bileceği-ni söyleyen Mevlânâ'ya bu vahdet sırrını işaret eden ezel elçisiydi. Vaktaki o vahdet şifrecini beraber çözdüler, Şems, müridinin hayatından çekilerek, onu, insanlık âlemine karşı vazifeleri ve mes'uliyetleri ile baş-başa bırakdı.
Böylece de artık, herşeyi bilen ve bildiğini de âleme öğretmekle mükellef olan büyük hakîm, tâbire tarife gelmez bir aşkdan arda kalan yüreğinin iki cihana sığmayan iştiyak ve hasreti içinde, tefekkür ve imânının coşkun seline âlem halkım muhatap etmiş bulunuyordu.
öyle ki, bir tarafdan bir fikir ve mantık silsilesinin burhanları ve gerçekleri ile muhteşem Mesnevî'si insanoğlunun kulağını büküyor, muzdarip ve muhtaç kütlelere vahdet inanışım, imân heyecanını, Allah sevgisini sebil sebil dağıtıyor; bir taraf dan da gazellerinin, rubâilerinin, semâ ve tarablarının aşk ve san'at dalgaları, Konya'yı, hattâ Rum diyarının hudutlarını aşarak, kervanların zîkıymet eşyaları arasında diğer medeniyet merkezlerine ulaşıyordu.
Kendini bir beşeriyet fedaisi olarak insanlara nezretmiş müstesnalar arasında bulunan Mevlânâ Celâleddin-i Rumî'nin kütle terbiyesinde gayesi, sistemi ve metodları gayet sarih ve hasbî idi: Tam bir vahdetçi görüşle, iyalullah tanıyıp saygı, sevgi ve şefkatle bağlı olduğu insanları, hayvani insiyaklarının esaretinden kurtararak tasfiyeli ve muhaseben bir ruha, bir vicdan hürriyetine eriştirmek istiyordu.
Bunun için de kütlenin bir şevk ve imân potasında birleşip bir bütün haline girmesi ve sonra da bu şevk ve imânın, o bütünün müşterek enerji kaynağı haline gelmesi lâzımdı.
işte rehber ve mürebbî Mevlânâ, bu gaye uğrunda nesi var nesi yoksa insanların önüne döküp, onları bulundukları seviyeden bir adım ileri götürmek için san'atını, imânını, ahlâkını, şevk ve aşkını kütle emrinde seferber eden örnek terbiyecidir.
İnsanları kendi kendileriyle yüzleştirerek kötülüklerinden utandıran ve onlara kemâlin ve müteâlin hasret ve iştiyakını aşılayan Hazreti Mevlânâ, böylece nefsanî kuvvetlerin baskısı ile sinip, şuuraltında uyuklaya kalmış değerleri, sihirli aşk asâsiyle dürterek faaliyete geçirmeyi bir din gibi mukaddes bilmiştir. Zira kendi kendine bilkuvve mevcut kıymetlerle aşinalık kurup, onları yüksek ve müşterek bir imânın içinde faal kılan kimselerdir ki cemiyeti cahilden bilgiye karanlıkdan aydınlığa çıkarırlar; müşkülleri yener, zorlukları aşar, güzeli bulur, doğruyu arar ve iyinin peşine düşerler. Öyle ki bu şevk ve imân potası içinde harmanlanıp savrulan ferdî egoizm, yani nefsanî kuvvetler, musaffa bir enerji haline gelince de, iç tabiatın pençesinden kurtulan insanoğlu, kinlerden, hasetlerden, gurur, intikam gibi yıkıcı ve menfî duygulardan boşalarak bir vicdan cennetinin hürriyetine adımını atmış olur.
Kütle terbiyesinde sevgiyi esas tutan büyük hakîm, bunun içindir ki cemiyetin her bir tabakasına cömert hattâ müsrif bir efendi ikramiyle el uzatarak: "Ben her cemiyette nâlân oldum, kötü halliler ile de iyi halliler ile de beraber oldum." demekden çekinmemişdir.
Hudutsuz bir aşk, başı sonu olmayan bir sevgi ummanı halinde gönüllere dalga dalga çarpan Mevlânâ'nın insanoğluna en büyük armağanı, onu kendi ayıplarından utandıracak kadar müsamahalı ve anlayışlı bir muhabbet ve şefkate gark etmiş olmasıdır.
Eğer Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Divan-ı Kebir ve Mesnevi gibi iki muazzam ve erişilmez âbide bırakmamış olsaydı, yine kütlenin hamurunu mayalayan büyük ve müstesna insanlar safında yer almış bulunacakdı.
Zira o, hudutsuz samimiyeti, bilgisi, sevgisi, vecdi, imâm ve san'atı ile insan topluluklarının nabzım elinde tutan, onlara ahenk, nizam ve şifa sunan bir alıcı - verici cihazdı.
îçtimâî şuur ise, hikmetiyle, irfaniyle, aşkıyle zamanına ve zamanının ötesine hükmeden büyük 'kurtarıcıları, âdeta insiyakı bir ferasetle sezip keşfederek izine düşer ve etrafında yerleşir.
Yaradılışını bekaa ve devam sırlarını hâmil olan bu büyük kurtarıcıya, şâir olarak, mütefekkir olarak, hakîm olarak, mutasavvıf ve san'atkâr olarak, bizimle beraber bütün dünyanın da ebedî hayranlık ve ihtiram borcu vardır.
Fakat bu vatanın, bu toprakların evlâdı olarak biz Türklerin, tarih kaderimiz yönünden, ona ayrı bir minnet ve şükran borcu duymamız gerekir. Zira Onüçüncü asır Anadolu'sunun bir tarafda çeşitli mezhep ve inanışlarla bulanmış havası, bir tarafdan Moğol istilâ ordularının baskısı ile karışmış nizamı içinde Mevlânâ'yı, mücâhid ve kahraman ruhuyla, yılmadan, usanmadan Müslüman - Türk imân ve tefekkürü adına faaliyette görürüz, öyle ki, mâlik olduğu değerlerle hâlin olduğu kadar istikbâlin de hamurunu mayalayan her büyük insan gibi, kütleye, kemâlin ve müteâlin tohumlarını saçan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî de, Anadolu Türklüğünün siyâsî kaderiyle işbirliği yapan içtimaî târihinin fonunu çizmiş üstad bir kudrettir.
Selçuklu İmparatorluğunda Moğolların oynadıkları son oyunları, ferasetli bir müşahit olarak takip etmek vaziyetinde bulunan büyük terbiyecinin, askerî başarılarına rağmen ,neticeyi, medenî seviyeleri düşük Moğollar lehine görmediği aşikârdı.
Bâzı şiirlerinde, bu istîla hareketlerine açık veya kapalı temas eden mısralar göze çarpar. Ne ki bunlar, bir ressam fırçası sadakatiyle hâdiseleri tarafsız renklerle çiziyor ve bunların dış mahiyetlerinden içeri sızarak, hâlin gebe olduğu istikbâli işaret ediyordu. Bir tarafdan Tatarların zulmünden bahsederken, Tatar ahusunun miskini arzuladığını da kaydetmekden geri kalmaması, beklediği miskin, bu zulüm ve faciaların eliyle karılıp karıştırılan kütlenin ıstırap ve inhilalinden doğacak sentezin ta kendisi olmadığını nasıl iddia edebiliriz? Zira:
Hâkimest yef'alullah-ı mâyeşâ O zi ayn-ı dud engîzed deva
"Alla hâkimdir, istediğini yapar; o, derdin içinden deva çıkarır"
demekle, bizatihi derdin içinden alınan aşıya, reaksiyonlara kıymet verdiğini belirtmişdir.
Bunun için Hazreti Mevlânâ, üç asır sadrı islâm imtiyazını muhafaza etmiş bu imparatorluğun yıkılışına bigâne değil, tarafsızdı.
Selçuk devri kapanabilirdi ve kapanacakdı. Târih meydanında talih deneyip nöbet savanlar arasıda Selçuklu denen bu devlet de, Küçük Asya Türklüğüne bir Akdeniz medeniyetinin ilk tecrübesini gösterdikden sonra, artık siyâsî kaftanını sıyırmak üzere bulunuyordu. Ama ömrünü tamamlamış bir devletin târih huzurundan çekilmesi, kütlenin bağrında mahfuz potansiyelin kaybolması demek değildi. Mademki Moğollar, istilâ ve zaferlerine rağmen bu muhteşem medeniyet bakiyesine vâris olmakdan uzak bulunuyorlardı, şu hailde galibin de mağlupla beraber, üstün bir kuvvet tarafından temsil edilmesi, onun da inhilâl edip yeni bir terkibin potasında erimesi lâzım geliyordu.
Acaba bu namzet kuvvet kimdi ve nerede idi? Hızını almamış bir Müslüman - Türk dinamizmi, kütlenin şuuraltında gidişmekde bulunuyordu ki, henüz kuvvede olan bu gizli talebin, yeni bir merkez etrafında peteklenip et kemik bağlaması lâzımdı.
İşte Osmanlı Türklüğünün devir alacağı ve dört başı mâmur bir cihan imparatorluğunun bünyesine ör-güleştireceği bu potansiyeli, içtimaî şuurun hamuru içinde yoğurup yeni bir inkişaf ve yeni bir nizama götürmekde birinci derecede söz sahibi olan tasavvuf an'anesi içinde Mevlânâ, her Türkün minnet ve şükranla bağlanması gereken inşaacı idealistlerin ön safındadır.
Terbiyeci ve mürşit Mevlânâ, muvazenesi bozulmuş bir cemiyette, asırların ve nesillerin süzgecinden geçmiş kararlı mizacı, salâbetli ahlâkı, derin kültürü, feragati ,ismeti ve asaletiyle, sahteyi gerçekten, istatistik bir görüşle ayırd ederek içtimaî şuurun önüne döken ve beşeriyetin eline bir kıyas malzemesi vererek kütleye nefes aldıran hakîm insandır.
İçinde derslerini verdiği medresenin muhteşem çatısı altında takririni bitirip de, iki cihanın kayıtlarından azade başı önünde, dudaklarında aşk gazelleri, cübbesinin etekleri uça uça geçtiği yollara ve konduğu duraklara, hikmetinden, irfanından, heyecan ve samimiyetinden aşikâr bir iz, bir nişan, bir ses ve nefes bırakmışdır.
İsterse beşeriyet şimdi de aynı izi bulur ve üstünde yürüyebilir, aynı sesi ve nefesi duyarak, büyük kurtarıcılar kafilesinden olan bu büyük terbiyeciyi, kendi arasında, kendi hayatının içinde bulabilir. Yeter ki âdemoğlu, büyük insan motifine olan ezelî ve tabî ihtiyacını hissedecek seviye ve şuuru yeni başdan kazansın ve elini de gönlünü de onunla birleştirmek lüzumuna inansın.
Yazımı, büyük üstadım Ken'an Rifâî'nin, Mevlânâ'nın vasfında söylediği bir sözle bitirmek istiyorum:
"O, şiir güzelidir, musikî güzelidir, bilgi güzelidir,
Allah güzelidir. O GÜZELLER GÜZELÎDİR."