Eski İstanbul hayatında musikî ile ilmi kaynaştıran ve tasavvufî felsefeye göre kurulan mevlevihanelerin büyük yeri vardı.
Tarikatların yasaklanmasından sonra, kültür hayatımızda derin izler bırakan mevlevihaneler diğer tekke ve zaviyeler gibi kendi kaderlerine terkedilmiş, harap olmuş, çoğu da yıkılmıştır.
Çevresinde toplanan kişilere ilim, musikî ve san'at öğreten bu müesseselere Sultan Üçüncü Selim, Sultan İkinci Mahmut gibi bazı padişahlar da yakınlık göstermişlerdir.
Ne yazık ki, bugün İstanbul mevlevihanelerinden Kulekapısı Mevlevihanesi (Galata Mevlevihanesi) dışında kalanlar perişan bir durumdadır.
Bunlardan Yenikapı Mevlevihanesinin büyük bir bölümü yanmış, Bahariye ve Üsküdar Mevlevihaneleri ise kendi haline bırakılarak yıkılmaya terk edilmiştir.
Darüşşafaka lisesi civarında olduğu sanılan ve en eski İstanbul mevlevihanelerinden biri olduğu söylenen, Adil ve Amir çelebilerin kurduğu İstanbul Mevlevihanesinin de artık isminden bile söz edilmiyor.
Bu yazımızda İstanbul'un talihsiz yapılarından biri olan Kasımpaşa Mevlevihanesinin üzerine eğilmek ve onun eski günlerine bir nazar attıktan sonra günümüzdeki içler acısı durumundan söz etmek istiyorum.
Geçmiş günlerde isminden sık sık söz edilen Kasımpaşa Mevlevihanesinin kurucusu Sırrı Abdi Dede dir.
Onun bu mevlevihaneyi kurmasının özel bir sebebi vardır. O yıllarda Galata Mevlevihanesinin şeyhlik makamı boşalmıştı. Sırrı Abdi Dede bu makama kendisinin getirileceğini umarken, İsmail Dede'ye verilmesine son derece gücenmiş, üzülmüştü. Bunun üzerine Kasımpaşa'da babadan kalma geniş bir arsaya kendini sevenlerin de yardımı ile yeni bir mevlevihane kurmuştur.
Kasımpaşa Mevlevihanesi harem ve selâmlık olmak üzere birbirini tamamlayan iki ayrı bölümden meydana gelmiştir.
Yapımında 380.000 lira sarfedilmiş, kerestesi özel olarak Romanya'dan getirilmiştir.
Bu arada Sultan Üçüncü Selim maddî yardımda bulunmaktan geri kalmamış, Sultan İkinci Mahmut da bazı onarımlar yapmıştır.
Ayrıca her iki padişah fırsat buldukça Kasımpaşa Mevlevihanesini ziyaret etmişlerdir.
Avlu giriş üzerindeki Sultan İkinci Mahmut'un tuğrası ile devrin ünlü hattatı Yesarizâde Mustafa İzzet Efendi'nin talik yazılı, H. 1250 (1834) tarihli kitabesi bu ilginin nişanesidir.
Eski İstanbul yaşayışında oldukça hareketli ve renkli günler geçiren Kasımpaşa Mevlevihanesini şüphesiz bize en iyi şekilde nakleden Aşçı dede namıyle tanınan Halil İbrahim Bey'dir.
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yazdığı hatıraları mevlevi tarihi yönünden değerli bir eserdir, istanbul'un orta halli ailelerinden birine mensup olan ve sonra kâtiplikle memuriyete başlayan Halil İbrahim Bey mevlevi tarikatına girmiş, kaleme aldığı hatıraları ile kültür hayatımızda büyük bir boşluğu doldurmuştur.
Sayın Reşat Ekrem Koçu'nun İstanbul Yayınları arasında yer alan bu hatıralardan bir bölümünü üstadın izni ile aynen alıyorum :
«Kasımpaşa Mevlevihanesinin âyin günleri pazar olmakla sair dedeler misilli semahaneye duhulümü Kadri Dede Efendiye arz ile izin istediler. Onlar da memnun olup müsade buyurdular. Fakat mevlevilerin adetinden olarak semâı bitirenler, âyin gününde semahanenin açılmasından evvel yani dört beş raddelerinde dedeler ilân eder. Sekiz on mevlevi tennure giyerek ve birkaç mevlevi ney ve kudüm vurarak bir acemi talimi icra edilir. Sonra alelusul muayyen vakitte sair dedelerle beraber semahaneye girilir. Benim hakkımda da o kaide icra olundu. O gün sevgili Osman beyimi de mevlevihaneye davet etmiştim. Bazı arkadaşlar da beni görmek için mevlevihaneye gelmişlerdi. Boyum uzun sakal ve bıyık tamamen mevleviye mahsus sakal ve bıyık hatta bıyıklarım o kadar terbiyeli ve üzgün idi ki, bazı ihvan «Yâ İbrahim Efendi bu bıyıkların satılmak mümkün olsa yüz adet Osmanlı lirası verip alırdık» derlerdi.
İşte böyle endam ile tesadüf mevsim bahar idi, beyaz tennure ve şellâki hırka ve kıtası gayet güzel sikke-i şerife güzel ve rengi âlâ pek yakışmıştı.
Velhasıl o gün ziyaretçiler beni seyre gelmiş gibiydi. Hatta göze gelmekten korkarak bazı dualar okurdum. Ziyaretçiler pek çoktu. Vaktaki meydancı dede yüksek sesle:
—Semahaneye buyurun...
Dedi. Dedeler sûri israfile itaat eder gibi kabirleri olan hücrelerden birer birer meydan-ı muhabbete başvurup boy göstermiye başladılar.
O sırada ben de, dedemle beraber hücreden topal eşekle kervana karışır gibi baş gösterir göstermez, dedelerin o cemiyet-i kübrâsını gördük, aşk ile kendimden geçtim.
Ancak ayaklarım kendiliğinden hareket ederdi. Gözlerim ve rengim mevta göz ve rengine girmekle yanımda bulunan dedem korktuğumu sanarak nasihat verdi.
Ben «Bu hal korkudan değildir, belki aşk-ı ilâhinin melalidir» dedim. Dedeler ve ziyaretçiler karışık olarak semahaneye girdik. Meydan benim gibi muhibbi Mevlâna olanlara mahsustu. Meydana evvelâ sağ ayağımı bastıkta göz yaşım benden evvel semahanenin zeminini öptü. Birkaç ayak ileri varıp usûl üzere şeyhin makamı önünde baş kestim. Muhiplere mahsus olan yer semahanenin ufak kapısının sol cihetindedir. Mest bir halde oraya çekilip sair muhiplerin alt tarafında durdum. Şeyhi bekliyorduk. Teşrifi biraz gecikti. Bu müddet zarfında biraz kendime geldim. Göz ucuyla etrafa nazar ettim. Şeyh efendimizin geldiğini, cümle kapısında olan nöbetçi askerler tarafından « Has dur... Selâm dur...» nidasıyla, silâhların şakırtısıyla anladım.
Şeyh: «Esselâmü Aleyküm» diyerek baş kesmesiyle cümle dedeler birlikte baş kestik. Meydancı dede efendi redd-i selâm eyledi. Sonra öğle namazı kılındı. Namazdan sonra herkes yerlerine çekildi. Ben de yerime çekilip yer öpüp oturdum.
Hazin hazin güzel bir sesle aşr-ı şerif okundu. Bundan sonra bir «Na'tı serif»e başlandı.
Sonra neyzen dede efendinin taksimine başlaması sair neyzenlerin demlenmesi de beni bir aşk ummanı gibi sürükledi. Sultan Veled devrine başlamak üzere ayağa kalktık. Devir tamam olup eller omuzda, başlar kesik olduğu halde:
Halkı âlem yılda bir kez içün kurban eder
Dembedem saat be saat ben senin kurbanınım...
diyerek şeyhin huzuruna doğru birinci semaa başladı. Cümlenin malûmu olduğu üzere dört defa sema olur. Mevlevi ıstılahında buna «Dört selâm» derler. Herbiri çıhâr yâr-ı güzin efendilerimizden birine râcidir.
Birinci semaa başlandı. Ehlinin malûmu olduğu üzere sağ ayağa «Çarık», sol ayağa «Direk» tâbir ederler, yani daima sağ ayak yerinden kalkıp çark eder, her çarkta İsmi Celâl harfiyyen zikrolunur. Yani kalpten «Allah» zikriyle meşgul olunur. Ben de bu minval üzere semaa başlayıp, vaktaki tennure tamamiyle açıldı ve aşk havası içini ve dışını o beyaz tennure dalgalanmaya başladı. Etrafa göz ucu ile nazar etmek lâzımdır ki, çarpmasın. Donanmayı Hümâyûn gibi birbiri ardınca hareket etmek iktiza eder. İsmi Celâl ile meşgul oldum. Etrafta olan ziyaretçileri, alâimi semâ gibi kürevî bir hat, dedeleri bu hat içinde beyaz bulut, Hazret-i Şeyhi de, makamında kırmızı post üzerinde yeşil destarlı sikke-i şerif lâbis olduğu halde merkez-i daire gibi sabit ve müstahkem gördüm.
Birinci selâm tamam oldu. İkinci selâma çıkmadım. Tab-ü tevânım kesilmişti. Makamımda durdum. Sair dedeler ikinci ve nihayet dördüncü selâma başlayıp bitirdiler. Nihayet herkes yerinde oturdu. «Hitamehu misk» diye bir aşr-ı şerif okundu. Dua edildi. Dem-i hazret-i Mevlânâ çekilerek âyini şerife nihayet verildi. Herkes hücrelerine gittiği gibi ben de dedemle beraber hücreme gittim.»
İstanbul'daki beş mevlevihane arasında Kasımpaşa Mevlevihanesi ehemmiyet derecesine göre üçüncü sırayı işgal ediyor, âyin de pazar günleri yapılıyordu. Zamanın meşhur neyzenlerinden Hakkı Dede'nin neyzenbaşılık yaptığı bu mevlevihane kapatıldığı sırada post makamını Seyfettin Dede işgal ediyordu. Yakın tarihlere kadar da şeyhin postu ile beşyüzlük tespihinin burada durduğundan söz ediliyor. Halk arasında yaygın bir söylentiye göre de konuşma ve yürüme çağma geldiği halde konuşamayan ve yürüyemeyen çocuklar bu tespihten geçirilirse derhal şifa bulurmuş...
Günümüzde Kasımpaşa Mevlevihanesi manevî anlamı bir yana yapı özelliğini de tamamiyle kaybetmiştir. Son günlerde mevlevihaneyi Sayın Nuri Arlesez ile birlikte ziyaret ettik. Ancak yapı birkaç yıl öncesinden öylesine farklı idi ki, şaşmamak elden gelmiyordu. Felâket daha avlu giriş kapısında başladı. Üzerinde Yesarizâde Mustafa İzzet Efendinin kitabesi bulunan avlu girişinin yanındaki müştemilât binaları yandığından ötürü bizi bir enkaz yığını karşıladı. Hafif meyilli yoldan biraz ilerleyince mevlevihane bütün azametiyle karşımıza çıktı. Ama ne halde... Âdeta can çekişen, son nefesini vermek üzere olan bir masal devi görünüşünde...
Mevlevihanenin sağlam kalabilmiş odalarında fakir aileler barınıyor ve onların çocukları semağhanenin yıkıntısında, bahçesinde cirid atıyor. Bir zamanlar mevlevi nefeslerinin duyulduğu, kudümlerinin vurulduğu yerlerde çocuk çığlıkları birbirini izliyor. Zihnimden bir sinema şeridi gibi Ahçı Dedenin hatıraları geçerken birden dostumun «Eyvah!» feryadı ile kendime geldim.
«Ali Haydar Efendinin kitabesi de gitmiş» diyordu. Gerçekten birbirine simetrik iki merdivenle çıkılan semağhanenin kapısı üzerinde, Ali Haydar Efendi'nin talik yazdı kitabesinin yerinde yeller esiyordu. Biz kitabenin ne olduğunu düşünürken farkında olmadan basamakları çıkmış semağhaneden içeri girmiştik. Burası bir harabeden ibaretti. Kalan izlerden sekizgen bir plân şekli olduğu ve ahşap sütunların taşıdığı bir galeri ile çevrelendiği anlaşılıyor. Bu sırada bizi takip eden çocuklardan biri yanımıza yaklaştı, «Amca yukarıda bir taş var görmek ister misiniz?» dedi. Çökmek üzere olan merdivenlerden yukarı çıktık ve bir köşede yatan Ali Haydar Efendi'nin taş kitabesi ile karşılaştık.
Bunun üzerine durumu Vakıfların ilgililerine duyurduk ve kitabenin Türk Yazı Sanatları Müzesine kaldırılmasını temenni ettik. Belki de şu satırları yazdığımız sırada kitabe çoktan müzede lâyık olduğu yeri almıştır. Bilmiyoruz aksi halde bunun vebali kimin olur?..