Hz. Mevlâna, Şems-i Tebrizî ile karşılaşmadan önce zahiri ilimlerde zirveye ulaşmış bir âlim, bir mutasavvıf günümüz makamıyla söyleyecek olursak, bir rektör, bir profesördü. Ne var ki, derunundaki aşk volkanı suskun duruyor, bir kıvılcım bekliyordu. Şems-i Tebrizî ile karşılaşınca ve onunla olan halveti esnasında kıvılcım açılmaya teşne gönle sıçramaya, volkan kaynamaya başladı. Halvet sürecinde, içinde bulunduğu yüksek makamdan daha yüksek bir makamın olduğunun farkına vardı. Aynı zamanda insanın akıl boyutuyla sınırlı kalamayacak kadar yüce ve muhteşem bir aşk vadisi olduğunu müşahede etti.
İskender Pala, ilk idrakin, bâtıl hayâli bırakarak asıl sevgiliye yönelmekle başladığını, buna da tasavvufta aşk makamı denildiğini söyler. İnsanın aşk ile yükselişini ve bu yükselişin son durağı olan, sevenin sevilende kendini yok etmesini kademe kademe anlatır. “Aşk, sevginin kanatlarında insanın yükselişidir. Bu yükseliş birkaç kademe sevgide kendini gösterir. Meveddet: Sevgi sebebiyle kalbin özlem içinde olması. Hevâ: Sürekli gözyaşı döktüren sevdâ. Hillet: Sevgi ile sermest olmak, dostluğun kemal mertebesi. Muhabbet: Kötü huylardan arınıp sevgiliye en güzel yanlarıyla yaklaşmak ve ona layık olmak. Şegaf: Kalbi yakan ateşli sevgi. Hüyam: Seveni çıldırtan sevgi, sevgilinin kulu kölesi olma, çılgınca sevme. Valeh: Sevilenin güzelliğini seyrederek kendinden geçme, sarhoş olma. Aşk: Sevenin sevilende kendini yok etmesi, aşkın aradan kalkıp her şeyin sevilende yok olması.” [i]
Şems, Mevlâna'yı bu makamlardan geçirdi. Makamlardan geçiş süreci nihaisinde aşk hâli Mevlâna'ya hâkim oldu, beşeri iradesi elden gitti. Mevlâna'ya içindeki dünyevi “ben”i bilincinden atmasını, nefsinden arınmasını, sahip olduğu dünyevi nimetlere ilgisiz kalarak, tutku üreten isteklerini yok etmesini öğretti. Mevlâna bu sabır ve öğrenim sürecinin farkındaydı. Şems'in rehberliğini tamamen benimsemişti. Geleneksel benliğinden sıyrılıp bütün varlığı kuşatan evrensel(kozmik) benliğe ulaşması gerektiğini biliyordu, ancak çelişki de yaşıyordu. Bir tarafta halkın kendisinden beklentileri, istekleri ve büyük dedelerinden bu yana süregelen geleneksel din âlimliğini devam ettirme görevi vardı, diğer taraftan açmaya teşne aşk tomurcuğu çıtlamak, sere serpe açılmak istiyordu. Ne var ki, aşk tomurcuğunun açılabilmesi için yeni değişimler gerekiyordu. Halvet ve aşk talebeliği süresince(bazı kaynaklar üç ay, bazıları kırk gün olarak naklederler) vaazı, müritlerini, medreseyi bırakarak kendisini çevresinden tamamen soyutladı, aşk tomurcuğunu çıtlatmak için ilk adımlarını attı. Şems Mevlâna'ya, sürekli olarak dışlansa da, dedikodulara hedef olsa da gerçek benliğini bulması için, dışarıya karşı kör, sağır ve dilsiz olması gerektiğini telkin ediyordu. Tıpkı Muhammed İkbal'in “(…) / Mertlerin işi, teslim ve rıza / Zayıflara uymaz bil ki bu aba! / Ey Mevlâna'nın makamını bilen sen! / Habersiz misin onun sözlerinden?”[ii] dizelerinde olduğu gibi tam bir teslimiyet göstererek, “Dün dün ile beraber gitti cancağızım / Ne kadar şey varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım” diyerek, düne ait ne varsa bir tarafa bırakarak Şems'e tam bir teslimiyetle bağlanarak onunla olan bağını güçlendirdi. Şems-i Tebrizî Mevlâna'ya Makalât'ta da söylediği gibi “Sen kendi iç âleminde yürümeye bak, ondan da ileri geçmeye çalış” [iii] diyordu.
Şems'in varlık düzeyini gören ve inanan Mevlâna'nın artık çelişkisi, çevresinden bir korkusu ve beklentisi yoktu. Onun için rezalet, dedikodu, mücadele, uzlaşma, mevki, efendilik, kölelik… hiçbir anlam ifade etmiyordu. Sahip olduğu her şeyi terk etmiş, toplumsal benliğini öldürmüştü. Kendi içinde ve dışında kaybolmasına, yalnız kalmasına rağmen tasavvufi kişiliği gelişme kaydetmeye hızla devam ediyordu.
“Sultan Veled'in ifadesine göre, 'Şems Mevlâna'yı âşıklık makamından Tanrı'nın mâşuku (sevgilisi) makamına ulaştırdı'. Şems, Mevlâna'ya dedi ki, 'Gerçi siz iç âleminin sırlarına vâkıf oldunuz ama ben ise iç âleminin içiyim, sırların da sırrıyım ve nurların nuruyum” [iv]
Mevlâna'da büyük bir değişim yaşatan Şems-i Tebrizî, nasıl bir ilâhi cezbeye sahipti? Bunu tahayyül etmek kapasitemizi aşsa da büyüklüğünü idrak edebiliriz. Zira Şems-i Tebrizî'nin ruhu ve beden kimyası bütünsel olarak güç haline gelmiş, devamında ilâhi bütünleşme öznel olarak nesnelleşerek, varoluş düzeyine ulaşmıştı. Sahip olduğu güçten güç alarak Mevlâna'yı yaşadığı evrenin dışına çağırarak, Hakk Cemâli ile bütünleşmeye yöneltmişti. Bu birliktelik içselleşerek taşkın hale gelmiş, işlev kazanmıştı. Ancak, bu hâl, kontrol altında tutulan yavaş yavaş enjekte edilerek verilen bir taşkınlık olmuştu. Bir anda verilince öldüren ama doz doz verilince tedavi eden bir antibiyotik gibiydi. Şems'in dozaj kontrolörlüğünü Mevlâna'nın şu beyitlerinden anlamak mümkün;
· Bütün cüz'lerimi, varlığımı aşkın kapısında susmuş, sessizce duruyor gördüm. Fakat her sessizliğin, her susuşun altından gelen nice feryâdlar, nâralar duydum.
· Şems'i Tebrizî'ye, 'Bu susanlar kimlerdir?' diye sordum. Dedi ki, 'Vakti gelince sen de öğrenirsin.' ” [v]
Diğer insanlar evreni dıştan görürken Şems, Mevlâna'ya evreni içten görmeyi öğretti. “Mevlâna Şems'te vakıf olduğu ilâhi aşkın canlı tecrübesiyle öylesine kendinden geçti ki, lirik dualarla dolu şiirleriyle coşarak içindeki 'Ben'i keşfetti. Mevlâna sessiz duran eşsiz bir cevherdi. Şems o cevheri yüzeye çıkardı. Mevlâna demir tozları, Şems mıknatıstı. Demir tozları mıknatısla buluşunca, insan aklını durduran bir cazibe ortaya çıktı ve Mevlâna'yı kemâlin kemâline eriştirdi. Her arayan sûfi bir bakıma âşıktır ancak Şems-i Tebrizî, kendisinin bir âşık değil “mâşuk” olduğunu, hatta bütün mâşukların “kutbu” olduğunu hissettirir. Mevlâna da onu “Mâşukların kutbu” olarak tanır. Zira âşık aynı zamanda mâşuk; mâşuk da aynı zamanda âşıktır. Bu ikili özdeşimi Mevlâna'ya öğretmiştir ve âşıklık makamından mâşukluk makamına ulaşan Mevlâna aşkın ötesini görerek, Allah'ı ancak Allah için, dileklerden arınmış olarak sevmeye başladı.” [vi]
Mevlâna'nın Şems'e karşı olan sevgisi, Allah'a olan aşkının miyarıdır(ölçüsüdür): çünkü Mevlâna, Şems'te Allah Cemâlinin parlak tecellilerini görüyordu.
Kâh Şems mum, Mevlâna pervane oldu. Kâh Mevlâna mum, Şems pervane oldu. Mevlâna Şems'te kendi güzelliğini görüyordu aslında. Şems'in de dediği gibi, Şems Mevlâna'ya bir ayna oldu. Mevlâna Şems'te bütün varlık âlemini saran Hakikati görüyor, seviyor ve âşık oluyordu. Gördüğü kendi güzelliği, kendi güzelliğinde Hak Cemâli idi. Şems bir bahaneydi. Görünen âlemin ötesindeki varlıkta “Bir” olmanın ve o “Bir”de yok olmanın nihai hâliydi yaşadıkları. İşte bu yaşadıkları Mevlâna'ya çağları aşarak, kıyısı olmayan bir aşk okyanusunda yüzerek eşsiz eserler vücuda getirtmiştir.
Şems'in amacı, Mevlâna'nın bütün fikir ve nazarlarını kalbinin merkezinde yoğunlaştırmak ve böylece onun hakikatine berrak bir ayna olup eşsiz kemalini, kendinden kendine müşahede ettirip farkına vardırmaktı. Halvet anlarında ikisi de ilâhi bir istiğrak içinde, rûhanî bir zevkin şarabıyla kendilerinden geçiyorlardı. İşte o zaman Şems, Mevlâna'da bütün feyzi parlaklığıyla, bütün güzelliklerinin şaşaasıyla Hz.Muhammed'i gördü. Mevlâna'da kendindeki hakikate ayna olan Şems'te kendi eşsiz güzelliğini müşahede ederek âşık oldu ve başka âlemlere geçti. Ve Şems'in dayanacak gücü kalmamıştı:
“Bu gördüğün güzellik cevheri işte sensin, dedi ve şüphesiz ki, şu sözleri de ilave etti. Ben senin gibi eşsiz bir cevhere ayna oldum, bana ne mutlu!.. Kalk, Mevlâna! Her ikimiz de Tanrı'nın bu lütfûna karşı şükrile sema' edelim.
Hemen her ikisi de ayağa kalktılar ve coşkun bir vecd içinde saatlerce sema' ettiler…”
Bu olaydır ki, Şems, Mevlâna'nın sohbet şeyhi iken sonra Mevlâna'da gördüğü eşsiz tecellilerin ihtişam ve kemali önünde mürid ve halifesi haline gelmiştir. Bu zarif olayı Sultan Veled, İbtida-Name'sinde şöyle aktarır:
“Mevlâna manevi sülûkunu şu beytin tek mısrasında toplamıştır:
Ömrümün hasılı bu üç sözden fazla değildir: Hamdım, piştim, yandım.”
Sırların sırrı, nurların nuru olan Şems'in hediye ettiği cezbe hâlinin sarhoşluğuyla kendisini toplumdan soyutlayan Mevlâna, aşk ve tefekkürü yaşayarak varlığını zenginleştirmenin zevkine varmış, kendisini yeni arzu nesnesine adamıştı.
Mevlâna'nın iç âleminde yaşadığı muhteşem duygulardan meydana gelen kaynamalar duyularına aksederek semâ'ı vücuda getirmeye başlamıştı. Semâ', Şems-i Tebrizî'ye hiç yabancı bir duygu değildi. Şems, daha çocuk denecek yaşlarda cezbelenip semâ'ı ihdas ediyordu. “Mevlân'nın da semâ' etmesi Şems tarafından öğretildi mi, yoksa kendiliğinden Mevlâna'nın duyularına aksederek gelişen bir cezbe hali miydi?” diye düşünecek olursak, semâ'ın Mevlâna'ya Şems-i Tebrizî tarafından hediye edilmiş ilâhi bir coşkunluk olduğu söylenebilir. Ancak, Hz.Mevlâna'nın deryası Şems ile tanışmadan önce öylesine dolmuş, öylesine dalgalanıyor, köpürüyordu ki, bir baraja benzetecek olursak; artık aşk barajı, bünyesine köpürerek akıp gelen ırmakların tazyik ve dolgunluğuyla gövdesinin üzerinden taşmak üzereydi. Her ne kadar bu deryayı zapteden baraj, dip savaklardan su veriyorsa da yeterli olamıyor, tatminsiz ve huzursuzluk içinde taşmak için kaynıyor, barajın kapaklarını zorluyor, üst seviyedeki demir kanalları bile aşacak hale gelmiş, coşuyordu. Şems Mevlâna'nın iç dünyasında taşmak üzere coşan bu barajın savaklarının sayısını artırarak ayarlarını yaptı. Çalkalanan deryayı kontrol altına aldı. Coşkunluğun önünü, sağlam, muhkem ve muhteşem bir halde açtı. Semâ' ise, Mevlâna deryasını zapteden barajın dip savaklarından sadece birisiydi.
Eyvallah Yâ! Hû!
[i] Pala, İskender; …Ve Gazel Yeniden, LM Yayınları, İstanbul, 2001
[ii] İkbal, Muhammed; Cavidname, (Çev.:Halil Toker), Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2002
[iii] Tebrizî, Şems; Makalât, (Çev.: M.Nuri Gençosman), Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1974
[iv] Türkmen, Erkan; Şems-i Tebrizî'nin Öğretileri, Anadolu Manşet Gazetesi yayınları, Konya, 2005
[v] Mevlâna; Mesnevî, (Haz.:Şefik Can), Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2002
[vi] Ürkmez, Melâhat, Şems-i Tebrizî, NKM Yayınları, İstanbul, 2008
İpek Yolu Dergisi