Hangi milletten, hangi inançtan olursa olsun, Mevlânâ'yı sevmeyen ve adı anıldığında ona karşı saygı duymayan birine rastlamak oldukça zordur. Çünkü Mevlânâ, yedi asrı aşkın bir süreden beri süregelen bir hayranlıkla, sevginin ve hoşgörünün sembolü olmuştur.
Ne yazık ki, o engin denizin gönül sahillerinde esen sevgi meltemi; aklını kumsalda yalınayak koşturanlar, yosunlu kayalar arasında gizlenen incileri toplayanlar ve nefsini karabataklara atıp, gönlünü o dupduru sularda yıkayanlar tarafından çok farklı hissedilmiştir.
Mevlânâ meltemi kimilerini üşütmüş, kimilerin ruh yelkenlerini saâdetin sonsuzluğuna açmış, kimilerine aşkın envâi türlüsünü çağrıştırmıştır...
O'nun;
“Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kâfir, ister mecûsî, ister putperest ol yine gel,
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...” çağrısı, bu yüzden bazılarının diline;
“İç bâde, güzel sev, varsa aklın-şuurun” örneği anasonlu bir melodi olarak sıvanmış; kiminin gönlüne sonsuz sevdanın ilâhî nakşı olarak işlenmiş, kiminin idrakinin kulağına da Bezm-i Elest'te Yaratan'a verdiği söz küpesi takılmıştır...
Kimilerine göre, Mevlânâ; ney ve kudüm eşliğinde bembeyaz tennûrelerini savurarak dönen semâzenlerden ibaret garip bir ritüel, kimilerine göre «rûhu dinlendiren» tasavvuf mûsıkîsidir...
Mevlânâ, öyle bir meşreptir ki; kişiden kişiye, zamandan zamana değişip durur. Herkesin Mevlânâ'sı kendine hastır bir bakıma... Ancak unutulmaması gerekir ki;
“Su; korukta ekşi, olgun üzümde tatlı, sirkede helâl, şarapta haramdır...”
Mevlânâ'yı sevmek, O'nun kavuğunu-kaftanını değil; îmanını sevmektir... Mevlânâ'yı sevmek; yaratılanı sevmektir Yaratan'dan ötürü... Mevlânâ'yı sevmek; bir bakıma Mevlâ'yı sevmektir...
Mevlânâ'yı anlamak; ne semâzenlerin beyaz kelebeklerce uçuşan tennûrelerinin kıvrımlarında, ne neyzenlerin neyle bütünleşen mârifetli parmaklarının boğumlarında, ne neylerin en tiz perdelerde eriyen çığlıklarında, ne de postnişînin omuzlara kondurduğu bûselerde kaybolmaktır... Zira yine Mevlânâ'nın deyimiyle;
“Mürekkebin su, kâğıdın rüzgâr ise, ne yazarsan yaz kıymeti yoktur...”
Mevlânâ ve tasavvuf; ne neyzenin nefesinde, ne neyin yanık sesinde, ne sunucunun fesindedir... Ne semâzenin semâhı, ne başındaki külâhı bizi Mevlânâ yolundan Mevlâ'ya götüremez... Zira onlar eşya ve para gibi dünya malı ve dünyevî birer görüntüden ibarettir.
“Mal ve para külâh gibidir. Külâha keller sığınır.” diyor Mevlânâ...
Mevlânâ'nın Farsça yazılmış ve Mevlânâ Müzesi'ndeki mîlâdî 1278 tarihli en eski nüshasına göre 25.618 beyitten oluştuğu anlaşılan altı ciltlik «Mesnevî» adlı eserinin dînî, felsefî ve edebî tahlil ve yorumları elbette bu konuların uzmanlarınca, akademisyenlerce yapılmış ve yapılmaya devam edilegelmektedir. Ancak ne yazıktır ki, bu eserde çok öz ve orijinal olarak, herkesin anlayabileceği açıklıkta söylenmiş olan hikâye ve özlü sözlerin bile kendini Mevlânâ hayranı, hattâ Mevlevî olarak nitelendirenlerce bile tam anlaşılmadığı ve özümsenmediği görülmektedir. Bu da, Mevlevîliğin kimilerince bir Halk Oyunları Derneği; ney ve kudüm eşliğindeki semâzenlerin de tasavvuf mûsıkîsinin konu mankenleri veya dansörleri olarak görülmesine sebep olmaktadır... Bu çok üzücüdür.
Ömrünün özetini; “Hamdım, piştim, yandım!” diye üç kelimeyle özetleyen bu din büyüğüne, bu Allah ve sevgi yolunun yorulmayan yolcusuna gaflet ile yapılan bu bühtandan bir an önce vazgeçmeliyiz...
Mesnevî'nin ilk dört mısraı;
“Dinle neyden kim hikâyet etmede,
Ayrılıklardan şikâyet etmede,
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri,
Âhımla inletirim herkesi ve her yeri.”
mealindedir. Bu ilk iki beyit üzerine akıl yoran Mevlânâ ve Mesnevî uzmanlarınca; «Kamışlık» ervah âlemi veya cennettir. «Ney» bedene bürünmüş ruh, yani insandır. «Ayrılık» ervah âlemi veya cennetten dünyaya iniş, kavurucu hasret ise Allâh'a kavuşmak için duyulan dayanılmaz özlem olarak yorumlanmaktadır...
Mevlânâ'yı son yıllarda moda olan semâzen eşliğindeki tasavvuf mûsıkîsiyle özdeşleştirmek, bize göre O'nun mânevî iklimine pıtrak tohumu serpmekle eş değerdedir... Mesnevî, genel anlamında her beyti kendi içinde uyaklı ve uzun şiirlerde kullanılan bir dîvan şiiri türüdür. Mevlânâ'nın Mesnevî'si ise; Mevlâ'ya götüren yola döşenmiş sevgi desenli, hoşgörü motifli, bilgi ilmekleriyle uzayıp giden bir tasavvuf kilimi ve özge bir sevda iklimidir...
Bu yola yalınayak çıkmak, bu iklime yalın gönülle varmak ve bu güneşe çıplak gözle bakmak gerekir. Çünkü;
“Hangi renk camdan bakarsan güneşi o renkte görürsün. Camı kır ki nur görünsün.” diyor Mevlânâ...
Ve daha neler-neler söylüyor... Mesnevî'den birkaç damla ışık damlayıverse şu nâçiz yazımızın üzerine fena mı olur?.. Mevlânâ diyor ki:
“Her odunun kokusu dumanından çıkar. İnleme, hastalığın çeşidini ele verir...”
“Şeker gibi söz söylemek istersen helva yemeyi bırak, sabret. Ferâset sahiplerinin hırsı sabra, cahillerin hırsı helvayadır. Sabreden Arş'a çıkar, helva yiyen yerde kalır.”
“Yöneticilerin huyu halka tesir eder. Gökyüzü yeşil ise, yer yeşerir. Gökyüzü kara ise yere yıldırımlar yağar.”
“Kimsesiz olmak; adam olmayanlara işve yapmaktan daha iyidir.”
“Dal, ağlayan buluttan yeşerir. Mum ağladıkça aydınlık artar...”
“İnsan; dilinin altında gizlidir. Dil, can kapısına perdedir. Rüzgâr eserse perde açılır, içi görünür...”
“Vücut ana gibi rûha gebedir. Ölüm rûhun doğumudur.”
Mevlânâ'yı anlamak, en azından Mesnevî'sini biraz olsun anlamakla mümkün olabilir. Üzerinde biraz düşünsek çok iyi anlayabiliriz ki, Mesnevî'nin mesnedi; «Bezm-i Elest»te Yaratan'a söz vermiş olan «rûh»un beden giyinmiş hâli olan «İnsan»dır... Mevlânâ, bu insanı, kulu olacağına söz verdiği Rabbine giden yola yöneltirken; bu yola sevgi, hoşgörü ve umut çiçekleri serpen güler yüzlü bir mihmandardır...
Yüzakı Dergisi