ÂRİFLERİN MENKIBELERİ
Mevlevîlikle ilgili en önemli kaynak eserlerden birisi Menâkıb al-Arifin'dir. Ahmed Eflâkî'nin yazdığı bu eserin günümüz Türkçesindeki ismi Âriflerin Menkıbeleri'dir. Mevlâna Celâleddin-i Rumî ve Mevlevî tarikatı hakkında yazılan eserlerin tamamına yakınında bu kitap kaynak olarak zikredilmiştir. Farsça yazılmış bu eser XIII. ve XIV. yüzyıl Türk edebiyatının en önemli eserlerinden birisidir. Kitap o dönemin Anadolu ve Konya'sının tarihi, sosyal yaşamı, dini inançları hakkında çok değerli bilgileri içerir. Menkıbe, “güzel iş, hareket” anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Menâkıb ise onun çoğuludur. Menâkıbnâmelerin tarihi oldukça eskidir. Hicretin üçüncü yılından sonra hadis kitaplarının Peygamber Efendimiz (s. a. s) ve ashabın faziletlerini anlatan bölümlerine “kitabü'l menâkıb” denilmeye başlanmıştır. Daha sonraları ise menâkıbnâme tabiri, tasavvuf büyüklerinin hayatından bahseden eserleri anlatır olmuştur. Hemen her tarikatın lideri için menâkıbnâmeler yazılmıştır. Ahmed Eflâkî'nin kaleme aldığı Âriflerin Menkıbeleri de bu edebi türün önemli örneklerinden birisidir.
1950'li yıllardan buyana Âriflerin Menkıbeleri birkaç kez farklı yayınevleri tarafından yayımlanmıştır. Kitap Remzi Kitabevi, Hürriyet Yayınları, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları ve en son 2006 yılında Kabalcı Yayınevi tarafından basılmıştır. Çok bilinen bir eser olmasına rağmen ne yazık ki müellifi Ahmed Eflâkî hakkındaki bilgilerimiz sınırlıdır. Sâkıb Dede'nin Sefîne-i Mevleviyan adlı eserinde Eflâkî hakkında bazı bilgiler bulunmaktadır, fakat bu bilgiler pek sağlıklı değildir. Yine en doğru bilgiler Âriflerin Menkıbeleri'ndedir. Âriflerin Menkıbeleri'nden anlaşıldığı üzere, Ahmed Eflâkî hey'et ilmi ve attarlıkla uğraşırdı. Hocası Nizâmeddin-i Erzincanî'ydi. M. 1291 yılından epey sonra Konya'ya gelmiştir. Ayrıca Sirâceddin Mesnevî-hân Abdül-Mu'min-Tokatî'den dersler almıştır. Hz. Mevlâna'nın torunu Ulu Ârif Çelebi ile birlikte Konya'dan Azerbeycan'da bulunan Sultaniye şehrine kadar gitmiş, bu seyahat sırasında Kayseri, Sivas, Bayburt, Ahlat ve Tebriz'e dönüşte ise Lâdik şehrine uğramışlardır. Bu uzun seyahatten sonra yine Ulu Ârif Çelebi ile birlikte Kütahya'ya gitmiş ve Ulu Ârif Çelebi bu seyahat sırasında hastalanarak vefat etmiştir. Ulu Ârif Çelebi ölmeden önce Ahmed Eflâkî'ye kendisinin dergâhın hizmetine, baba ve dedelerine dair yazmaya başladığı eserine devam etmesini vasiyet ediyor. Buradan Eflâkî'nin Ulu Ârif Çelebi'nin yarım kalan eseri Menâkıb al-Arifin'i devam ettirip tamamladığı ve muhtemelen dergâhta türbedar olduğu anlaşılıyor. Eflâkî, Ulu Ârif Çelebi'nin vefatından sonra, Onun oğlu Âbid Çelebi'ye intisap etmiştir. Eflâkî Âriflerin Menkıbeleri'ni M. 1358 yılında tamamlamıştır. 35 yıllık bir çalışma sonucu tamamlanan eserin üslubu oldukça akıcı ve sadedir. Kitabın anlatım gücü çok iyi olduğu için büyük ilgi toplamıştır. M. 1360 yılında Konya'da vefat eden Eflâkî dergâh civarında bir yere defnedilmiştir. Daha sonra kabrin bulunduğu evin yıkılması üzerine evin avlusundaki mezar taşı, dergâhın doğu köşesinde yer alan dört yanı açık türbeye getirilmiştir.
Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri'ni yazarken bazı eserlerden faydalanmıştır. Bu eserlerin en önemlisi Risâle-i Sipehsâlâr der-Menâkıb-ı Hazret-i Hudâvendigâr yani Sipehsâlâr diye tanınan Feridûn b. Ahmed tarafından yazılan eserdir. Eflâkî bu kitaptan birçok kıssayı aynen, bazılarını ise ilaveler yaparak kitabına almıştır. Sipehsâlâr Eflâkî için temel bir kaynaktır. Eflâkî'nin faydalandığı diğer bir eserde Sultan Veled tarafından kaleme alınan Veled-nâme (İbtida-nâme) isimli kitaptır. Faydalandığı diğer eserler ise şunlardır; Rebâb-nâme (Sultan Veled), İntihâ-nâme (Sultan Veled), Ma'ârif (Sultan Veled), Makalât-ı Şemseddin-i Tebrizi, Mektubât-i Mevlâna Celâleddin Rumî, Mesnevi (Mevlâna Celâleddin Rumî), Divan-ı Kebîr (Mevlâna Celâleddin Rumî). Ahmed Eflâkî tüm bu kitaplardan istifade ederek Âriflerin Menkıbeleri'ni kaleme almıştır. Dilimize Tahsin Yazıcı tarafından çevrilen bu güzel eserden birkaç menkıbe aktararak yazımı tamamlayacağım.
Bir gün Mevlâna hazretleri şeyh Selâhaddin-i Zerkub'un dükkânında oturmuştu. Dostlarda dükkânın çevresinde halka olmuş ilâhî bilgiler ve sırlarla meşgul oluyorlardı. Birdenbire ihtiyar bir adam göğsünü döverek ve ağlayıp sızlayarak içeri girdi. Mevlâna'nın ayağına kapandı, hüngür hüngür ağladı ve “Yedi yaşında bir çocukcağızım vardı. Onu çaldılar. Kaç gündür baş açık ve yalın ayak aramaktan dermansız bir hale geldiğim halde onu bulamadım.” dedi. Bunun üzerine Mevlâna büyük bir hiddetle; “Tuhaf şey! Bütün varlıklar Allah'ı yitirmişler, onu hiç aramıyor ve onun için de bir istekte bulunmuyorlar. Ne göğüslerini, nede başlarını dövüyorlar. Sana ne oldu da göğsünü dövüyorsun? Senin gibi bir ihtiyar kendi çocukcağızının hasretiyle harap ve rüsva oluyor. Neden bir an Allah'ı aramıyor ve yardım istemiyorsun ki, kaybolmuş Yusuf 'unu Yakup gibi bulasın.” buyurdu. Derhal çaresiz kalan ihtiyar tövbe etti ve göğsünü kapamağa başladı. Tam bu sırada onun kaybolan çocuğunun bulunduğunu gelip haber verdiler. O gün o kadar insan aşık ve mürit oldu ki hesaba gelmez.
Bir gün Ebü'l-Hayrat Sâhib Fahreddin; “Mevlâna hazretleri büyük bir padişahtır fakat onu müritleri arasından çekip almak ve müritlerini öldürmek lâzımdır.” demişti. Bu söz, Mevlâna'ya ulaşınca gülerek; “Acaba bunu yapabilirler mi?” buyurdu. Sonra “Bu bizim müritlerimiz neden dünya ehli nazarında bu kadar kızgınlık ve düşmanlığa neden oluyor. Bu hal, müritlerin Allah'ın inayet nazarına mazhar olmuş ve onun indinde kabul edilmiş ve sevilmiş olmalarından ileri gelse gerek. Çünkü biz bütün insanları kalburdan geçirdik. Dünya bilsin bilmesin bizim cismimiz müritlerimizin cismi de dünyanın canıdır” dedi.
Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir ki; Bir gün Pervâne, Mevlâna hazretlerinden kendisine nasihat etmesi için ricada bulundu. Mevlâna bir zaman düşündükten sonra mübarek başını kaldırıp; “Emir Muineddin, Kur'an'ı ezberlediğini duydum” dedi. O da; “Evet” diye cevap verdi. Mevlâna; “Ayrıca hadisler hakkındaki Câmi-ül Usûl'ü de Şeyh Sadreddin hazretlerinden dinlediğini duydum” buyurdu. Pervâne yine; “Evet” dedi. Bunun üzerine Mevlâna; “Mademki Allah ve Onun elçisinin sözlerini okuduğun, gerektiği gibi bahsettiğin ve bildiğin halde o sözlerden nasihat alamıyorsun ve hiçbir ayet ve hadisin muktezaınca amel edemiyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona nasıl uyarsın?” dedi. Pervâne ağlayarak kalkıp gitti. Ondan sonra iyi amel işleme, adalet ve ihsan ile meşgul oldu, hayratta bulundu ve böylece dünyada bir tane oldu.
Yine Bedreddin-i Tebrizi hazretlerinden naklolunmuştur ki: Bir gün Mevlâna arkadaşlara bilgiler saçıyor, vaazlarda bulunuyor, onları peygamberin (sas) sünnet ve farzlarını yerine getirmeğe teşvik ediyordu. Buyurdu ki; “Peygamberin (sas) ashabı, Sıdık-ı Ekber ile birlikte gazaya gitmişlerdi. Bir kaleyi kuşatmış onu fethetmeye çalışıyorlardı. Kalenin alınması uzadı. Sıdık-ı Ekber onlara; “İbadet hususuna dikkat ediniz, farzların ve sünnetlerin en ince şeylerinden bir şey kaçırmış olmayasınız. Bu muhasara, sizin bunları ihmal etmenizden gecikmiş olmalıdır” dedi. Gerçekten ashap kendilerine gelip düşündükleri vakit, akşam namazı için abdest aldıkları zaman misvakı unuttuklarını hatırladılar. O sabah yüzlerini, sabahı aydınlatan Allah'a çevirerek cuş ve huruşa geldiler, abdest alıp misvak kullandılar. Sabah namazını kıldıktan sonra Yahudilerin elinde bulunan bu kaleyi almak için hücuma başladılar. Kuşluk vaktine doğru kaleyi aldılar. Ahalisinin bir kısmını da öldürdüler. Sonra Allah'a şükrederek Medine'ye döndüler. İşte bunun gibi bende istiyorum ki takatiniz oldukça tam bir itaat ile ibadete rağbet edesiniz. Peygamberin sünnetlerinden en ufak şeyi bile ihmal etmemeye çalışasınız ki nefs-i emmare kalesini zapta muvaffak olasınız. Nefsinizin vesveselerini ve şeytanın günahlarınızı size süslü ve güzel göstermelerini kendinize esir edip onları öldüresiniz. Ancak bu şekilde gönül sultanının şehrini su ve çamur perdesi araya girmeden bayındır bir hale getirmeye muvaffak olabilirsiniz. Sizi kâfirler gibi istila eden fasit fikirleri ve geceleri sizi kaplayan faydasız hayalleri dağıtasınız ve “Onu Ruh-ül Kuds ile teyid ettik” ayetinin nuru ile bunlara emredici olasınız.