Semazen Akademik sayfalar hakkında düşünceleriniz?
İdare eder, Güzel, Daha güzel olabilir, Çok güzel, Çok Kötü
REKLAM ALANI
Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
TÜRK DİLİNDE “MEVLÂNA” VE “MEVLEVΔ KELİMELERİ
Halil ERSOYLU
05 Haziran 2009

TÜRK DİLİNDE “MEVLÂNA” VE “MEVLEVΔ KELİMELERİ

 

Yrd. Doç. Dr. Halil ERSOYLU 

 

Çağlar boyu Türk dünyasında olduğu kadar, bütün İslâm âleminde ve hatta insanlık tarihinde yitmez, bitmez yankılar yapan; şiir sözü-devrinin edebî geleneği gereğince-Farsça, özü Türk olan Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, Türk inânç ve Kültür tarihinde kendisine has bir yer edinmiştir.

Yaratana, yaratılana; aşka, aşıklara; olaylara, sonuçlara; inançlara…, Tasavvufî görüşle bakan Mevlâna'nın bu bakış açısı ile varlık da, yokluk da…, bir derin anlam, bir eşsiz güzellik kazanır. Daha, sağlığında onun söylediği ile coşan, onun yürüdüğü yolda koşan kitleler, Mevlâna'nın ölümünden sonra da ona olan bağlılıklarını sürdürürler. Manevî bir bağdır bu, gönül bağıdır bu; görünmez, ölçüye gelmez. Ama, değil ölçüye, ele avuca, her gönüle de sığmaz o…

Zamanı aşar, mekânı aşar, gönüllerde yaşar böylece Mevlâna. Dillere düşer o. Bu dillerden biri de Türk dilidir elbette. “Mevlâna” (:efendimiz, sahibimiz; eskiden sarıklı ulemâya hitapta kullanılırdı) kelimesi, artık, Mevlâna (Celâleddin-i Rûmî) olmuştur Türkçede. Türk dilinin kazandığı, yalnızca, bir kelime değildir bu büyük insanla. Bu, bir kelimeler dizisinin başıdır. Tıpkı, aşıkların başının da Mevlâna olması gibi.

 “Mevlâna” ve ona izafe edilen tarikata bağlı bulunan kimseye ad olarak verilen “Mevlevî” kelimesi, Türk diline çeşitli alanlarda pek çok deyim, terim ve benzeri kelimeler kazandırmıştır. Özellikle, “Mevlâna” ve “Mevlevî”yi de içine alan Tasavvuf konusu ile ilgili kelimelerin sayısı Türk dilinde hiç de az değildir. Hele, bu akımın geçmişteki canlılığı, hayatın-yaşayışın bir parçası olduğu hatırlanılırsa, ona ait kelimelerin çokluğunun tabiîliği ortaya çıkar.

Bu incelemede, sadece, “Mevlâna” ve “Mevlevî” kelimelerinin Türk dilinde edinmiş olduğu yer ele alınmıştır.

Mevlâna Celâleddin-i Rûmî'den bu yana geçen yüzyıllar boyunca “Mevlâna” ve “Mevlevî” kelimelerinin, başka kelimelerle bir araya gelerek Tasavvufla-Mevlevîlikle ilgili çeşitli ünvan, mevki, makam belirten kelime grupları oluşturduğu görülmektedir. Hattâ, bunlardan başka atasözü ve deyim haline de gelerek dile, edebiyata geçmiş ve bu yeni dil malzemesi de Türk şairleri, yazarları tarafından kullanılır olmuştur. Bunlardan biri “Mevlevîdir sevdiğim her dem külâh eyler bana” atasözüdür ki, bir çok şairimizin mısralarında göze çarpar:

 “Gel deyüp başını saldı yine döndi gitdi

Bize ol Mevlevî şûh külâh oynatdı.”

                                              (Seyyid Vehbî)

 

“Bûseler ikrâr ider durmaz sözinden tez döner

Mevlevîdir sevdiğim her dem külâh eyler bana”

                                              (Derdli) (1)

 

 Mevlevînin çilesi bitmez” : Mevlevî olana-resmî çile bites bile hayatta mihnet ve meşakkatin sona ermeyeceği anlamına kullanılırdı. Diğer tarikatlara da geçen ve bir atasözü haline gelen bu söz “dervişin çilesi bitmez” biçimini almıştır. (2)

Konu ile ilgili diğer bir ünlü söz de “bektaşinin çapası mevlevînin çivisi” deyimidir. Bektaşilik ve Mevlevîlikte tarikata giren kişinin derviş oluncaya kadar bir dergâhta hizmette bulunması gerekirdi. Bektaşi tekkesinin vakfı ya çok az, ya da hiç olmadığı için bu tarikata giren kişinin en önemli hizmeti, o tekkenin bulunduğu yere uygun olan şeyleri yetiştirmekti. Bu da o zamanın şartları içinde daha çok çapa ile olurdu. Mevlevîlikte ise hizmetle birlikte semâ'da ön plânda gelirdi.

Semâ' meşki yapılan yerde ayağı zedelemeyecek şekilde, kenarları keskin olmayan bir çivi bulunurdu. Semâ' meşk eden, sol ayağının baş parmağı ile orta parmağı arasına bu çiviyi aldığından bektaşî ve Mevlevî ihvânı arasında “bektaşînin çapası mevlevînin çivisi” deyimi söylenilir; bu sözle, bektaşinin hizmetini çapayla, mevlevînin ise çivi ile yaparak feyze ereceği kastedilirdi. (3)

Türk edebiyatında çağlar boyunca “Mevlâna” ve “Mevlevî” kelimeleri büyük bir anlam zenginliği içinde varlığını sürdürmüştür. Özellikle de şiir alanında bu zenginliğin etkilerini her yüzyılda kuvvetli bir şekilde görmek mümkündür. Gerçekten de Türk edebiyatı tarihinde “Mevlevî şairleri” adı altında anılan ve belli bir dünya görüşünü, daha doğrusu var olma, varlık görüşünü, duyuşu, sevgiyi dile getiren; mısralarını, bunları belirten özle ve sözle ören şairlerin sayısı dikkati çekecek derecede çoktur. Tabiî, burada, yalnızca, adlarında “Mevlâna” veya “Mevlevî” kelimelerini taşıyan şair ve yazarlardan bazılarını söz konusu etmek yeterli olacaktır. Bunlardan biri Sîne-çâk Yûsuf Sinaneddin-i Mevlevîdir. Müntehebât-ı Rebâbnâme ve Nazîr-i Muhammediye gibi eserlerin sahibi bulunmaktadır. (4)

İzmirî Mevlâna Muhammed ibn-i Veli ibn-i Resûl (ölm. 1751)'ün de tefsir, ilm-i kelâm, fıkıh ve benzeri alanlarda çeşitli eserleri vardır. (5)

Celîlî (Mevlâna Celîlî) : Hamse-i Nizâmî'yi manzum olarak tercüme eden Celîlî, ayrıca, Ravzatü't-Tevhid adlı bir manzumenin de sahibidir. (6)

Tâbi Derviş Ahmed Mevlevî : Afyonkarahisarlı olan şair (ölm. 1688), Yeniceli Hayâli Bey'in şiirlerine nazîreler yazmış ve bir divan meydana getirmiştir. (7)

Erzen-i Rûmlu (Erzurumlu) Mustafa ibn-i Yûsuf ez-Zarir el-Mevlevî : Manzum Siyer-i Nebî Tercümesi, mensur Fütûhu'ş-Şâm Tercümesi ile Yûsuf ve Zelihası bulunmaktadır. (8)

Derviş Hüsâm Mevlevî : Bir mukaddime ve üç bâbdan meydana gelen Lem'atü'l-Fevâid adındaki esere sahiptir. (9)

Bir kaç örneği yukarıda verilen, bu, “Mevlâna” veya “Mevlevî” kelimesi ile anılma, bu kelimelerden birini ad olarak kullanılan ibareye ekleme işi, sadece, şairlerde, yazarlarda görülen birdurum değildi. Kendisini erenlere kul olmuş sayan, onlara, dolayısıyla da Mevlevîliğe kullukla bağlananlar da, kul'un Farsça karşılığı, “ben de” ve bunun Farsça kaideyle yapılmış çokluk şekli olan “bendegân” ile meydana getirilen “bende-i Mevlâna” (:Mevlâna kulu), bende-i bendegân-ı Mevlâna (: Mevlâna kullarının kulu) ibarelerini veya Mevlevî kelimesini adlarının önüne eklerlerdi.

Gönüllere nakşedile bu, Mevlâna ve Mevlevîlik sevgisinin mühürlere hâkkedildiği, imzalarda ömür boyu kullanıldığı görülmüştür. Meselâ, İstanbul'daki Kulekapısı Mevlevihânesinin son şeyhi Ahmed Celâleddin'in mührüne, kendisinin yazdığı:

“Bende-i dîrine müştak-ı cemâl

El-Fakirü'l-Mevlevî Ahmed Celâl” (10)

beyiti kazınmıştı.

Türk inânç ve Kültür tarihinde yüzyıllarca derin izler, etkiler, sonuçlar bırakan Mevlâna ve Mevlevîliğin, zaman zaman da, gene bu konularda yazılan eserlere ad olarak verilmesi tabiî idi. Bu çeşit eserlerin bazıları şunlardır:

Tarih-i Şuârâ-yı Mevleviyye (Mecmuâü't-Tevârihi'l-Mevleviyye). Seyyid Salih Ahmed Dede. (11)

Mevlevî Şiirleri: İhsan Mahvî. (12)

İşâretü'l- Ma'neviyye fî Âyînü'l- Mevleviyye: Şeyh Murad tekkesi şeyhi Feyzullah. (13)

Sefîne-i Nefîse-i Mevlevîyân: Sâkıb Mustafa Dede. (14)

Şerh-i Hakâyık-ı Ezkâr-ı Mevlânâ: Şerifzâde Seyyid Muhammed Fâzıl Paşa. (15)

 “Mevlânâ” ve “Mevlevî” kelimelerinden türeyen veya bu kelimelerden biri ile; abdal, dede, şeyh ve benzeri kelimelerin bir araya gelerek yeni bir kavramı karşılayan, Tasavvuf sözlüğüne giren ve dolayısıyla da Tasavvuf terimi olanların başlıcaları şunlardır:

Mevlevî: Mevlevilik tarikatına mensup olan kimse

Mevlevî abdalı: Mevlevî dervişi yerine kullanılmış (16) olunan bir kelime grubudur.

Mevlevî dedesi: Mevlevilikte “muhib” likten sonraki derecedir. Derviş olmaya ikrar veren muhib, çilesini doldurduktan sonra hücre sahibi olunca “dede” olarak anılırdı. (17) Mevlevî olan bazı Osmanlı padişahlarından biri de III. Selim idi ve Mevlevî musikisi ile ilgili olan durumlarda “Selim Dede” imzasını atardı. (18)

Mevlevî dervişi: Mevlevilikte şeyhlikten bir derece önceki makam dervişliktir. Mevlevî dervişlerini Konya'da yetiştiren tarikatçı dede (ser-tarîk), diğer tekkelerde ise aşçı dede (ser-tabbâh) idi.

Mevlevî halîfesi: Mevlevilikte de hilâfet, manevi bir makam olarak kabul ediliyordu. Mevlevî halîfesi Mevlevî dedesinden, Mevlevî şeyhinden, bazan da Mevlevî muhibinden seçilirdi. Hilâfeti veren yetkili kişi ise bir Mevlevî halifesi idi. Bu yüzden, halîfelik en üst derece olma özelliğini son zamanlara kadar korumuştur. (19)

Mevlevîlik: Mevlâna Celâleddin-i Rûmî'nin yolunda gidenlerin onun ölümünden sonra kurdukları tarikata verilen addır.

Mevlevî muhibbi: Arapçada “seven” anlamına gelen “muhibb”in, “Mevlevî” kelimesi ile meydana getirdiği bir terimdir. Mevlevî tarikatına intisap etmiş olanlara verilen bir ünvandı. Mevlevî muhiblerinden iler gelenlere bazan bir Mevlevî halifesi tarafından hilâfet verilirdi.

Mevlevî silsilesi: Her tarikatta olduğu gibi Mevlevîlikte de değişik yollarda ve kollarda tâ Hz. Peygamber'e kadar ulaştırılan bir silsile varlığının kabul edildiği bildirilmektedir. (20)

Mevlevî şeyhi: Pîr makamında oturarark Mevlevîliği temsil eden ve Mevlevî dervişlerinden sonra gelen Mevlevî şeyhlerine, meşihatlerini (şeyhliklerini) isbat edebilmeleri için Çelebi tarafından birer meşihat-nâme verilirdi.

Mevlevî tarikatı: Mevlevîlik.

Mevleviyye: Mevlevîlik

Mevleviyyet: İlmiyye tarikatında kullanılmış bir terim olarak, büyük kadı, molla pâyesi, vazifesi ve dairesi anlamına gelmekte idi ki, bu terimin Türkler tarafından yapıldığı Kamûs-ı Türkî'de belirtilmektedir. (21)

Tarîk-i Mevlevîyye: Mevlevî tarikatı.

Tarîkat-ı Mevlevîyye: Mevlevîlik tarikatı.

Mevlevîlikte, yukarıda sıralanan manevî ünvanların, makamların yanısıra, bir de bu gibi kişilerin oturdukları, ünvanlarının gerektirdiği hizmetleri yerine getirdikleri makamları-mekânları vardı ki, bunlar da çeşitli adlarla anılırdı:

Mevlâna Dergâhı: Mevlâna'nın türbesinin de bulunduğu Mevlâna Dergâhı bir Selçuklu ve Osmanlı yapısıdır. Mevlevî kaynaklarından anlaşıldığına göre burası Selçuklular zamanında Saray'ın hasbahçesi iken Sultan Alâeddin Keykubad I. tarafından Mevlâna'nın babası Sultanü'l- Ulemâya bağışlanmıştır. Mevlâna Türbesi, onun ölümünden (17 Aralık 1273) ve orada babasının başucuna defnedilmesinden sonra Selçuklu emîri Süleyman Pervâne'nin eşi Gürcü Hatun, Emir Alâeddin Kayser ve Sultan Veled'in malî yardımları ile Tebrizli mimar Bedreddin tarafından 1274'te tamamlanmıştır. Mevlâna Dergâhı 1927 yılında müze haline getirilmiştir. Bugün, Konyada, halk arasında “Türbe” sözü ile hâla, Mevlâna'nın Türbesi kastedilmektedir.

Mevlevî Matbahı: Konya Mevlâna Dergâhı'ndaki derviş hücrelerinin güney yönünde, en son 1867 yılında III. Murad tarafından onarılarak genişletilen Mevlevî Matbah'ı bulunmaktadır. Burada vaktiyle Dergâh'ın yemeği piştiği gibi, tarikata girmeği kabul eden derviş adayları da yetiştirilir, bin bir gün süren “çile” müddetince usûlüne göre hizmette bulundurulurardı. (22) Ayrıca, her Mevlevî dergâhının  da bir matbahı (mutfağı) bulunurdu.

Mevlâna Tekkesi: “Mevlâna'dan sonra Mevlevîlik” adlı eserde, bu “ilk kurulan tekke, sonradan kurulan bütün tekkelerin merkezi olan ve -âstâne, huzûr, huzûr-ı Pîr- adlarıyla anılan Mevlâna tekkesidir.” (23) diye belirtildikten sonra, anılan tekkenin nüvesini, daha, Mevlâna'nın sağlığında yapılan bir kaç derviş hücresinin oluşturduğu bildirilmektedir.

Mevlevî tekkesi: Mevlevî-hâne.

Mevlevî-hâne: Mevlevî dergâhı. Mevlevî tarikatının merkezi Konya'daki Kubbe-i Hadrâ (Yeşil Kubbe)'nin çevresindeki Mevlâna Dergâhı idi. Fakat, tarikatın gerçek merkezi İstanbul olmuştu. Oradaki en ünlü Mevlevî dergâhı, Kule Kapısı da denilen Galata Mevlevî-hanesi idi. Buranın ünlü şeyhleri arasında Şeyh Galib de bulunmaktadır. Osmanlı İmaparatorluğunun geniş sınırları içinde uzak, yakın; İmaparatorluğa dahil veya ona bağlı pek çok yerde bir veya daha çok Mevlevî tekkesi vardı. (24)

Manevî ünvan ve makamlara sahip olan Mevlevîlerin elbiseleri  de değişikti. Onların iç ve dış elbiseleri; hiç birinde ilik ve düğme olmaması, kapanacak yerlerinin aynı kumaştan yapılmış, karşılıklı ipi andıran benzer kısımlarla birbirine bağlanması gibi özellikleri ile diğerlerinden ayrılırdı. Bu farklılığı kuvvetlendiren bir başka husus da Mevlevîlerin giydiği “külâh-ı Mevlevî, sikke-i şerif, Mevlevî sikkesi” gibi çeşitli adlarla anılan başlık kullanmaları idi. Kısaca “sikke” de denilmiş olan Mevlevî sikkesi; “Mevlevî dervişlerinin giydiği deve tüyü rengindeki keçe külâhın adı; silindir şeklinde uzunca bir külâh olup başı kapsayan alt kenarına nisbetle üst tablası az küçük olup azıcık kabarık dururdu. Sikke-i şerif de denilirdi; tekkelerde mevki ve ünvan sahibi büyük dede efendiler ile şeyhler sikkelerin alt kısmına yeşil bir sarık sararlardı ki, ona da destâr-ı şerîf denilirdi, destârdan bir de taylâsan sarkıtılırdı.” (25)

Mevlevî sikkesinin, Mevlevî veya Mevlevî muhibbi hattatlara, sikke şeklindeki istif ile levhalar yazmalarını, Konya kuyumcularının da üstünde destârlı sikke bulunan gümüş ve altın halka yüzükler (26) yapmalarını ilham ettiği gibi, şiirde de aynı izlere rastlamak mümkündür:

“ Dü cihânda eğer altın ola dersen şânı,

Sikkesi altına gir Hazret-i Mevlâna'nın” (27)

                              (Hudâî Dede, XV. Yüzyıl Mevlevîlerinden.)

 

“Serde sikke dalda abâ

Henüz nev-hat bir dil-rübâ

Bağıbân-ı bürehne-pâ

Tekkede bir derviş gördüm

Tazeledi köhne ömrüm.” (28)

Mesnevîsinde ve Divan-ı Kebîr'inde müziği çok oven Mevlâna'nın, rebâb çalmayı bildiği; bu çalgı için “rebâbın dili Türk olsun, Rum olsun, Arap olsun, aşıkların dilidir” (29) dediği hatırlanılırsa, müziğin, gerek Mevlâna'da ve gerekse Mevlevîlikte ne kadar önem taşıdığı hakkında bir fikri edinilebilir. Mevlâna'da ve daha sonraları da Mevlevîlikte geniş bir yer tutan müzik, Mevlevîlik dolayısıyla bazı terimler de kazanmıştır:

Mevlevî âyîni: “Âyin-i Şerîf”de denir. Mevlevî tarikatında “mukâbele” adı verilen semâ' töreni sırasında okunup çalınan eserlerdir ki, bunların güfteleri Mevlâna'nın, Sultan Veled'in, Yunus Emre'nin ve bazı tasavvuf şairlerinin mısralarından alınmıştır. Tabiî, esas güftesi Mevlâna'nın şiirlerinden seçilen âyînler, semâ'ın bölündüğü dört kısmı karşılayarak “selâm” denilen dört parçadan yapılır, her selâmda ise bir kaç beyitin bestesi ile saz ve söz terennümleri bulunurdu. (30)

Âyîn-i cem'-i Mevlevî: Mevlevîlikte daha çok geceleri yapılan ve bir sohbet niteliğinde olan bu törene dedelerden başka, muhibler de katılırdı. (31)

Mevlevî devr-i revânı: Türk musikisinde devr-i revân da denilen bir küçük usûl olup bununla Mevlevî âyîni, tevşih, ilahî, kâr, beste, peşrev ve şarkı formları ölçülmüştür. (32)

Mevlevî evferi: “Türk musikisinde bir küçük usûl. Eskiden bugünkü aksak usûlüne “evfer” ve bugünkü evfer usûlüne de “Mevlevî evferi” dendiğini sanıyoruz. Mevlevî âyînlerinin II. ve IV. selâmları ve pek çok ilahî, ağır evfer ve bazan evferle ölçülmüştür.” (33)

Mevlevî musikisi: Mevlevî tarikatına ait olan; besteleri, makamları, kaideleri tarikata uygun bir şekilde düzenlenilmiş mûsikî kolu. Türk tarihinde, başka hiç bir tarikatın, Mevlevîlik kadar musikiye yer ve önem vermediği görülmektedir. Zaten, Türk musikisinin büyük kısmı Mevlevî idi.

Mevlevî semâ'ı: Mevlevilikte dönülerek yapılan sazlı tören.

Mevlevî mukabelesi: Tarikat âyînini icrâ etmek yerine (kelime aslında “karşılamak” anlamındadır) kullanılmıştır. Mukabelenin bitişinde gülbâng çekilirdi: “Dem-i Hazret-i Mevlâna, sırr-ı Şems-i Tebrîzi, kerem-i İmam Ali, Hû diyelim.” (34)

Mevlâna köçeği: Mevlevîler köçeği.

Mevlevîler köçeği: Semâ' eden gençlere Mevlevî ve Bektaşiler tarafından verilen ad. Bundan başka,bir şeyhin veya dedenin hizmetinde olan ve onun terbiyesi altında bulunan dervişe de “falanın köçeği” denilmiştir. (35)

 “Mevlâna” ve “Mevlevî” kelimelerinin Tasavvufta, dua etmek, hayır işi işlemek gibi durumların belirtilmesinde,  yani, Tanrı ile kul, insan ile insan arasındaki ilişkilerde de terimler oluşturduğu görülmektedir:

Mevlevî evrâdı: Arap dillerindeki “vird” kelimesinin çokluk şekli olan “evrâd”ın, belirli zamanlarda okunulması manevî görev sayılan esmâ-ı hüsna, âyetler,dualar ve benzeri şeyler anlamına geldiği bilinmektedir. Mevlâna'nın devrinden çok sonra düzenlenen Mevlevî evrâdına, her tarikatta olduğu gibi Kur'an-ı Kerîm'den âyetler, bazı hadislere, salâvat, şehâdet ve tövbe gibi şeyler alındıktan başka, Mevlâna'dan duyulan  bazı dualar, Mevlevî büyüklerinin söylediği bir kısım sözlerle, ettikleri dua ve senâlar da katılmıştır. Meselâ, Mevlâna'nın sabah namazlarından sonra şu meâldeki hadîsi okuduğu rivayet edilerek Mevlevî evrâdında söylenilen sözlerden biri olduğu belirtilmektedir: “Yarabbi, kalbimi, önümü, ardımı, sağımı, solumu, üstümü, altımı, kulağımı, gözümü, saçımı, derimi, etimi, kanımı ve kemiklerimi nurlandır, nurumu çoğalt, nur et beni.” (36)

Nezr-i Mevlâna: Mevlevî nezri.

Mevlevî nezri: Nezr-i Mevlevî

Nezr-i Mevlevî: Adak ve vaat anlamlarına gelen Arapça “nezr” kelimesi Türkçenin ses yapısına uydurulduğundan, daha çok “nezir” biçimi ile kullanılmıştır. Tarikatten olan bir kişinin yoksula, dergâha veya bir yüce insana sunduğu hediyeye de nezir denilmiştir. Mevlevî nezri dokuz veya sayısının katları olarak kabul edilmiştir. Bu nezr-i Mevlâna veya diğer adı ile nezr-i Mevlevî, şairler tarafından tarih düşünürlürken mısranın eksik yahut fazla gelmesi halinde de kullanılmıştır. (37)

İnsanoğlunun maddi varlığının son durağı, son izi olan mezarının taşları da, Mevlevîlikte diğerlerine göre farklılık gösterir.

Mevlevî mezar taşları: Mezarlık için “susmuşlar yurdu” anlamına gelen Farsça “hâmûşân” veya “hâmû-hâne” kelimelerini kullanmış olan Mevlevîlerin şeyhlerinin –onların destarlı sikke giymiş oldukları gözönüne alınarak- mezar taşlarının başına destarlı sikke yapılırdı. Mevlevî dedelerinin mezar taşlarının başında dal sikke bulunurdu. Mevlevî mezar taşlarında seyfi, istivâlı, dolama, kafesî şekerâviz destarlı sikkelere de yer verilirdi. (38)

Şair, yazar veya eser adlarında geçen “Mevlâna” ve “Mevlevî” kelimeleri bir tarafa bırakıldığı zaman bile Türk dilinde, anılan kelimeleri taşıyan terim, deyim ve atasözlerinin toplamı kırk dolayındadır. Fakat, bu genel toplamın içinde yalnızca üç kelime (çivi, dede ve taş) Türkçedir. Bu kelimelerin dışında kalanlardan biri İtalyanca (:çapa), onu Farsça (:çile, bende, bendegân, derviş, dergâh, hâne, köçek, külâh, âyîn, revân) ve asıl büyük kısmı olan yirmi iki kelime (:Mevlevî, Mevlâna, şair, abdal, halîfe, muhib, silsile, şeyh, tarîk, tarikat, mevleviyye, matbah, tekke (aslındaki şekli: tekye), sikke, cem', devr, mûsikî, sema', mukâbele, evrâd, nezr, mezar) ise Arapça asıllıdır. Her ne kadar, dilin yapı taşları olan kelimelerin çoğu yabancı asıllı ise de, oluşturulan yapı, yani, kelimelerle meydana getirilmiş terim ve benzerleri, Türk dünyasının belli ve uzun bir tarihî dönemini çeşitli yönleri ile yansıtmakta ve artık Türk diline mal olmuş bulunmaktadır. Zaten, bu, Türk diline mal oluş, yabancı kelimelerin Türkçeye girişi ile başlamıştır. Çünkü, bu kelimeler Türkçede kullanılırken veya kelime grupları oluşturulurken büyük ölçüde Türk dili kaidelerine uydurulmuş, gerektiğinde Türkçenin yapım veya işlemte ekleri (meselâ: Mevlevî-lik, Mevlevî-ler, Mevlevî şair-leri, Mevlevî mukâbele-si) kullanılmıştır. Mevlevî devr-i revânı, nezr-i Mevlâna, külâh-ı Mevlevî, bende-i Mevlâna gibi bir kaç kelime grubu ile Mevlevî-hâne kelimesi de Farsça kaide ile yapılmıştır.

Türkçe veya Arapça ek almış kelimelerle (meselâ: Mevlevîlik, Mevleviyyet), Türkçe veya Farsça kaide ile yapılmış kelime gruplarındaki kelimeler, kelime çeşidi olarak ele alındığında, bunların büyük kısmının dinî-tasavvufî alana (şeyh, halife, tarikat, evrâd, derviş, tekke v.b. gibi), bir kaçının günlük hayata (matbah, çivi, çapa, külâh…), geri kalan bir ikisinin de edebiyata (şair), müziğe (mûsikî, evfer) ve fani hayata air (mezar) olduğu görülmektedir.

Mevlâna'nın kabrini, Mevlevîliğin kalbini yüzyıllardır koynunda saklaya gelen Konya'da bugün dahi halk yaşayışının tabiî akışı içinde ilhâmını Mevlâna'nın adından alan ve kullanılışta bulunan çeşitli kelime grupları vardır. Üstelik, caddeden (Mevlâna Caddesi) vergi dairesine (Mevlâna Vergi Dairesi), börekten (Mevlâna böreği) (39) kebab ve şekere (Mevlâna kebabı, Mevlâna şekeri) ve bilmeceden;

“Karşıdan baktım bir hâne

Yanına vardım Mevlâne,

İçinde iki derviş,

Vaktini bil dermiş.

                                              (saat-Konya)” (40)

 

çeşitli hediyelik eşyaya kadar uzanan ve canlı tutulan, yaşatılan bir ilhâmdır bu…

 

Dipnotlar

(1) Eyüboğlu E. Kemal, On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler I, İst. 1973, s.181.

 (2) Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlâna'dan Sonra Mevlevîlik, İst. 1953, s. 438.

(3) Gölpınarlı, Abdülbâkî, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İst. 1977. s. 51-52 (burada bu deyim “atasözü” olarak anılmaktadır).

(4) Bursalı Mehmed Tahir Efendi, (haz. Fikri Yavuz, İsmail Özen), Osmanlı Müellifleri, İst. C. I, s. 181.

(5) a.g.e., s. 359-360

(6) a.g.e., c. 2, s. 69.

(7) a.g.e., s. 413.

(8) a.g.e., c. 3, s. 97.

(9) a.g.e., s. 257.

(10) Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, s.211.

(11) Levend, Agâh Sırrı, Türk Edebiyatı Tarihi I, Ank., 1973, s. 352.

(12) a.g.e., s.352.

(13) Mevlâna'dan Sonra Mevlevilik, s. 384.

(14) a.g.e., s.15.

(15) a.g.e., s.17.

(16) a.g.e., s. 6.

(17) a.g.e., s. 85.

(18)  Öztuna, Yılmaz, Türk Musikisi Ansiklopedisi, c. II, İst. 1974, s. 29.

(19) Mevlâna'dan Sonra Mevlevîlik, s. 400.

(20) a.g.e., s. 199.

(21) Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. II. İst., 1971 (ikinci bas.), s. 519.

(22) Türk Ansiklopedisi, Mevlâna Müzesi-Türbesi, c XXIV, s. 83.

(23) Mevlâna'dan Sonra Mevlevilik, s.330.

(24) a.g.e., s. 334, v.d.

(25) Koçu, Reşat Ekrem, Türk Giyim Kuşam ve Süslenme Sözlüğü, Ank. 1967, s.205.

(26) a.g.e., s. 205-206.

(27) Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, s. 296.

(28) Türk Giyim Kuşam ve Süslenme Sözlüğü, s. 205.

(29) Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlâna Celâleddin, İst. 1959, s. 214.

(30) Türk Musikisi Ansiklopedisi, c. I, İst. 1969, s. 87.

(31) a.g.e., s. 163.

(32) a.g.e., s. 203.

(33) Meydan-Larousse, c. VIII, s. 692.

(34) Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, s. 163.

(35) Mevlâna'dan Sonra Mevlevilik, s. 435.

(36) a.g.e., s. 421.

(37) Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, s. 257.

(38) Mevlâna'dan Sonra Mevlevilik, s. 425.

(39) Halıcı, Nevin, Geleneksel Konya Yemekleri, Ank., 1979, s. 56-57 ve 117.

(40) Çelebioğlu, Amil- Öksüz, Yusuf Ziya, Türk Bilmeceler Hazinesi, İst. 1979, s. 274.

 

 

Makaleler
MEVLANA’NIN ADALET FELSEFESİ  -Dr. Ergin Ergül  (07 Aralık 2017)
NÛR ORDUSU  -Ahmet ŞAHİN  (20 Mayıs 2016)
HAZRETİ PEYGAMBERİN YAKINLARI  -Ahmet ŞAHİN  (22 Nisan 2016)
Mevlânâ'ya Göre Evlilik ve Aile  -Prof. Dr. Abdulhakim Yüce  (23 Şubat 2013)
Hz. Mevlâna’nın Eğitim Anlayışı  -Muhammed ACIYAN  (19 Ekim 2012)
Mevlana’nın Şemaili Hakkında Yanılgılar  -Muhammet ACIYAN  (12 Temmuz 2012)
İstanbul'da Mevlevîlik  -Ekrem Işın  (22 Haziran 2012)
Türk Edebiyatında Edebî Tefekkür Anlayışı  -Ahmet ŞAHİN  (20 Mayıs 2012)
Şihabüd-din Sühreverdi  -Semâ Âdabı  (07 Ocak 2012)
MESNEVÎ’NİN ÖNSÖZÜ VE DİBACESİ  -Tahir-ül Mevlevî  (06 Ocak 2012)
TAHiR-ÜL MEVLEVÎ, HAYATI VE ESERLERi  -Sadi Aytan  (06 Ocak 2012)
TASAVVUFÎ ŞİİR  -Ahmet ŞAHİN  (03 Ocak 2012)
Mevlevî Müziği ve Sema'  -Hakan Talu  (01 Ocak 2012)
Mevlana Perspektifinden Hukuk Devleti İlkesi  -Ergin Ergül  (13 Aralık 2011)
Mevlana Perspektifinden Stratejik Düşünce  -Ergin Ergül  (13 Aralık 2011)
MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE İNSANIN MANEVÎ GÖRÜNÜŞLERİ  -PROF. DR. KERİM ZEMANİ  (13 Aralık 2011)
SONSUZLUK SUSKUNLUĞUMDA SAKLI!  -Hatice Sedef Ergül  (11 Aralık 2011)
SIRR-I MA‘NEVÎ - İnceleme-Metin  -Dr. Ekrem BEKTAŞ  (03 Kasım 2011)
Kur'ân'ın Mânevî Bir Tefsiri Mesnevi  -Doç. Dr. Hüseyin Güllüce  (14 Temmuz 2011)
MEVLANA’DA ÜZÜM  -R. Bahar AKARPINAR  (20 Mayıs 2011)
EHLİYET VE LİYAKAT KAVRAMLARI  -Gülgün YAZICI  (20 Mayıs 2011)
SÜLEYMAN BELHÎ AİLESİ VE SON MEVLEVÎ POSTNİŞÎNLERİ  -Yrd. Doç. Dr. Yusuf ÖZ  (19 Mayıs 2011)
AŞK BAHÇESİNİN İNLEYEN BÜLBÜLÜ: YAMAN DEDE  -Hatice Sedef Ergül  (08 Mayıs 2011)
MİLLÎ SECİYYE  -Ahmet ŞAHİN  (08 Mayıs 2011)
YÂ RESÛLULLAH!..  -Ahmet ŞAHİN  (18 Nisan 2011)
BATI DÜNYASINDA MEVLÂNA ÜZERİNDE YAPILAN ÇALIŞMALAR  -Prof. Dr. Mehmet AYDIN  (12 Nisan 2011)
MESNEVİ TERCÜMESİNİN MUKADDİMESİ  -Eva de Vitray Meyerovitch (Havva Hanım)  (12 Nisan 2011)
Şems-i Tebrizi'nin Evrensel Mesajları  -Kazım Öztürk  (20 Mart 2011)
Mevlana Öğütlerinin Sosyal Açıdan Önemi  -Kazım ÖZTÜRK  (20 Mart 2011)
MEVLANANIN TEFEKKÜR DÜNYASI  -Kazım Öztürk  (20 Mart 2011)
Hz. MEVLANA'DA ASK  -Dr. Mehmet ÖNDER  (13 Ocak 2011)
MEVLÂNÂ VE DEVLET ERKÂNI  -Can ALPGÜVENÇ  (31 Aralık 2010)
KÂİNÂTIN GÜLÜ’NE  -Ahmet ŞAHİN  (30 Aralık 2010)