"Can nedir? Hayırdan, serden haberdar olan, lütuf ve ihsana sevinen, zarardan yerinip ağlayan şey.
Madem ki canın sırrı, mahiyeti, insana hayrı, şerri haber vermede.. .şu halde hakikatten kimin daha ziyade haberi varsa o, daha canlıdır. "
Kimimiz sıkı ve çetrefil ilişkilerin olduğu kalabalık ve yoğun şehirlerde yaşıyor, kimimiz durgun bir deniz yüzeyi gibi billurlaşmış bir sessizliğin ortasında, kendi can'ına, kendi aklına, kendi ruh'una dikkat kesilmiş müsekkin bir kıyı kasabasında, kimimiz taşrada bir ovanın bir bozkırın ortasında, tabiatin sükun verici şefkatine mahzar, kimimiz bir otoyol kavşağında araba gürültüleriyle müzmin; 'dünya' denen macerada yazı'mızı okur, yaşar, sökmeye çalışır, tedris ederiz. Herkes hakikatin yazı'sıyla mühürlüdür bu evrende, saat çalınca tedrisatı tamamlayıp kalkar gideriz.
Biz kalkıp gitmeden evvel, hakikatin sesini duyduk mu? Bu can alıcı soru, anlaşılacağı üzere, canımıza ilişkindir esasında. Hakikati ne kadar idrak ettik de canımız can'landı? Hayat buldu? Neşv ü nema buldu? Çiçek açtı? Dal budak saldı? Gövdeleşti? Kandı karalandı, bir ses sahibi oldu? Oysa biz hayat denen bu tiyatroyu, kendi sözlerimiz ve rollerimizle süsler dururuz. Bu cangıl, bu karmaşa, hakikatten yoksun veya hakikat yoksulu bir hapishanedir. Karanlığı ışığa çevirmenin yolu görmektir sadece: Hakikati görmek. İşte Mevlâna, baştan sona bütün hayatı ve sözleriyle, bizim, hakikati görmemize engel olan şeyleri ortadan kaldırabilen müşahhas bir örnek, hisse alıp hayatımıza yansıtabileceğimiz bir müderris, bir mütefekkir, bir 'ışık adamı'dır. Yukarıya aldığımız örnek sözün bize söylediği, işaret ettiği şey, bu kaotik ortamda hakikate ne kadar dikkat kesildiğimiz, hakikatten ne kadar haberdar olduğumuzla alâkalı, bizi canımızdan yakalayan bir gerçektir. Gerçektir çünkü bu hayatta sahte roller, yapma tavırlarda var. Sentetikten ne kadar rahatsızlık duyuyorsak, Mevlâna'nın sahiciliğine o kadar yakın olacağız demektir. Postmodernizmin bir özelliği de belirsizliktir. Belirsizliğin temelinde sahte bir hayat algısı yatar. Mevlâna, bizi esasa, öze çağıran bir ses olması vasfıyla, yaşadığımız belirsizliği netliğe kavuşturacak bir hakikat ışığı, perçinleyen bir damar, sahiciliğimizdir: Hakikatin sesi.
Hayatımızın canlanması, Mevlâna'ya bağlı, Mevlâna'ya yani hakikate. Hakikate ne kadar duyarlıysak, hayatımız o kadar can bulacaktır. Yüzümüze kan gelecek, katmanlarımız, bodrum katlarımız, karanlık köşelerimiz ışığa boğulacak, hayatımızın gerçeğine ışık serpilecektir.
Peki kim serpecek bu ışığı? Hayatımızın gerçeği nedir? Hayatımızın içeriğini dolduran hakikat ise, ışığı serpecek olan biziz. Biz yani kendiliğimiz. Beşeri tecrübelerimiz. Tefekkürümüz. İnancımız. Aynı zamanda bunlar hayatımızın da gerçeğidir. Yani ne olduğumuz. Kim olduğumuz. Ne ile merbut bulunduğumuz. Canımızın mahiyeti iyiliği ve kötülüğü haber vermek ise, anlamımız da burada gizli. Biz, iyiliğin ve kötülüğün bilgisini hakikatten alırız. Bu sese ne kadar ilgiliysek, canımızın hayat bulması o kadar muhtemel hale gelir. Sır, özü fehmedip yaşamakta aslında. Anlayış ve tecrübe:iki deniz feneri. Oysa insan teki, hakikatle çerçevelenmiş bir hayattan uzak ve duyarsız. Hayat gailesi, günlük telâş, modern yaşayışımız, menfaat ve ikiyüzlülükle doldurmuş içeriğini. Sorunlarımızın temelinde, hakikate yönelip yönelmeme ikilemi var.
Temellerimizi hakikatle karmalıyız, hakikat harcıyla. Öze hassasiyet şart. Pirlerle alışveriş şart. Özümüzü edep rahlesinde pirlerle olan alışverişle güzideleştireceğiz. Yani hakikate hassas olmakla. Hayatımızın can bulması, özümüzün gürleşmesi, bu hassasiyetle imkân dahiline girer.
Hakikatin hayatımıza açtığı imkân, insan oluş ve İslâm oluş imkânıdır. Yani hakikatle mücehhez güzide bir varlık olmak, hakikate hayatımızda açtığımız yer ile mümkündür.
Modern insan, hakikati görmedi, kendi hakikati olduğu yanlışına düştü. Modern insan 'hakikatsizliğin' sancılarını yaşıyor şimdilerde. O halde aydınlığa kavuşmamız, canlanışımız, Mevlâna'nın sesine dikkat kesilmekle mümkün. Mevlâna'nın yani hakikatin.
Yedi İklim Dergisi - Mevlana Özel sayısı