BİR MEVLEVÎ ŞÂİR: YENİŞEHİRLİ AVNÎ BEY
VE MEVLÂNÂ İÇİN NA'TI
Prof. Dr. Mehmed ÇAVUŞOĞLU
Ondokuzuncu yüzyılın başı Türk milletinin bir asırlık bir tereddüdden sonra bir biçimden başka bir biçime, bir renkden başka bir renge inkılâbının da başıdır.
Adına daha sonra Tanzimat denilecek olan bu inkılâbın anaforunda eskiye âit pekçok şey; gelenek, görenek, hafifliği, kofluğu, muvtevâdan ve özden yoksunluğu, yuvarlaklığı ve kaypaklığı ile doğru orantılı olarak hızla batıyordu. Tıbkı Edgar Allan Poe'nun Maelström'e Düşüş” adlı hikayesinde olduğu gibi.
Bu değişme, bu inkılâb, belki de hâlâ içinde bulunduğumuz için bize çok sür'atle cereyân ediyor gibi gelmektedir. Bu değismenin adı kısaca kültür değişmesidir.
Meseleye bir de başka açıdan bakalım: Fellini'nin geçen pazar akşamı televizyonda gördüğümüz “Roma” filmindeki gibi, Roma şehrinin altında birkaç Roma var. Her büyük şehrin; İstanbul'un, Ankara'nın, Konya'nın altında birkaç büyuk şehir var.
Büyük kültürler de, böyle, şehirler gibi “kültür tabakalarının üstüne kuruluyorlar. Eski kültürler eski şehirler gibi derinlerde yaşıyorlar, yenilere temel oluşturuyorlar.
İslam kültürü içinde önceki kültürümüzden pek çok alâmetleri, renkleri, biçimleri yeni bir üslûb içinde muhâfaza ederek bin yıl yaşadık. Şimdi de yeni bir kültür dâiresini aştık, merkezine doğru gidiyoruz. Bu biraz îsevî, biraz mûsevî, çoğunlukla tanrı - tanımaz bir kültürdür: Avrupa kültürüdür. Ben, bu kültürün içinde ne kadar derinlere inersek inelim, bin yıldır biriktirdiklerimizden çok şeyin bizimle kalacağına inanıyorum. İnsânî olan, öyle olduğu için yaşamış ve yaşamaya değer olan çok şeyin...
Ondokuzuncu yüzyılda kültürün diğer unsurları gibi şiir ve edebiyatın dalları da inkılab hâlindeydi:
Mesnevî, gazavatnâme, destan - o lüzûmundan fazla yaşamış olan destan - ve halk hikâyeleri yerlerini “roman” denilen yeni bir yazı türüne bırakıyordu.
Hacı Bayram-ı Velî'nin alın terleriyle ekmeklerini yoğuran müridleri yeni Avrupa tarîkatlarının sâlikleri olmuşlardı. Bugünki odalar, sendikalar ahî törelerinin yerini alan yeni tarîkatlerdir bence.
Fakat bugün benim sözkonum bir ondokuzuncu yüzyıl şâiridir. O halde bu yüzyılın albümünden şiirin fotoğraflarını, seçdiğim görüntüleriyle göstermeye başlayarak konuma girmeliyim.
Şiir'de müzik, heykel, resim, mimarî, sinema ve fotoğraf gibi tabîattaki ham maddeyi kullanıyor. Algılama merkezi olan beyinle diğer san'atlardan daha yakın temasda bulunduğundan, onların ham maddelerini kullanıyor, ama çağrışım yoluyla. Şiir, bir bakıma, bütün diğer san'atlardan birer parçayı bünyesinde bulunduruyor. Ankâ gibi bir şey şiir. Geçen yüzyılda mısrâ, daha iyisi şiir târifinin kavradığı en ufak unite olan beyit, yüzyıllar boyunca binlerce şâirin ortak çabasıyla özene bezene kurulmuş ve şaşmaz kesin kurallara bağlanmış şekil ve mânâ münâsebetlerini içeriyordu. Siir, diğer tarafdan, bir cümle ile ifâde etmek mümkünse, bâzı şâirlerin elinde, pirinç üzerine gubârî nesihle Fâtiha Sûresi yazmak gibi bir hüner hâline gelmişdi. Nasıl ki hukukda içtihad kapısının varlığı unutulmuşsa, şiirin kânunlarında tâdil ve ilâvede bulunmak gibi bir düşünce kimsenin aklından geçmiyordu.
Farklı bir edâ, nisbeten yeni bir söz onsekizinci yüzyılın başında Nedim'den ve sonunda Şeyh Gâlib'den gelmişdir. Bunları farklı yapan daha ziyade muhtevâlarındaki özellikdir. Nedim günlük heyecanları, duyguları anlatıyordu; bu dünyânın, yeryüzünün üstünde olup bitenleri alışdığı kalıplar içinde farklı terkibler de kullanarak ifâde ediyordu. Gâlib ise Hind Üslûbu'nu, onyedinci yüzyılda şiirimize hâkim olan bu söyleyiş tarzını, bir bakıma empressiyonist ifâde biçimini, kendi meşrebinin vâsıtası yapmışdı.
Büyük mutasavvıflar tasavvufun bir hâl, bir yaşayış tarzı olduğunu, ilim olarak öğrenemileyeceğini tekrâr edip durmuşlardır. Bu sözün doğruluğu tasavvufun en kuvvetli ifâde vâsıtasının şiir oluşundan, tarîkatlerin kapısından dahi geçmemiş şâirlerin çoğu zaman onun deyimlerini kullanmalarından belli oluyor. Şerîatin, yâni dünyâ ve âhiret düzeninin tâvizsiz kurallarını gevşetmek, onun Truva'sından içeri girmek isteyen mutasavvıflar, bâtınî veya sünnî akîdeleri ile şiirin atına doluşmuşlardı. Hind Üslûbu ise iş için en uygun olanıydı.
Gâlib gibi müstesnâ bir dimağ, tasavvuf'un ruhî ve fikri mâcerâsını yaşamış büyük tecrübe sâhibi bir insan için divan şiiri dediğimiz şiirin dîvânını Hüsn ü Aşk'ı ve Dîvan'ıyle tamalamıştır, diye umûmi bir kanâat vardır ki, bir bakıma doğrudur. “Bir bakıma” diyorum, çünki bu kanâat, öyle sanıyorum ki, Osman Şems ve bilhâssa Yenişehirli Avnî bilinmeden veya ihmâl edilerek belirtilmişdir. Birincisi Üveysi Kâdirî, ikincisi Mevlevî bu ki büyük şâirden bilhâssa ikincisi şiiri hayâtının meselesi yapmış, müstesnâ mistik heyecanlarını ifâde vâsıtası olarak kullanmıştır.
Tasavvuf bir hayat tarzıdır, demişdim. Bu hayat tarzının dayandığı fikir Sistemi mücerred olarak insanı, maddi ve mânevî hüviyetiyle âdemoğlunu, giderek bütün insanlığı kuşatdığı için her çağda, her muhitde muhâtab bulabiliyordu. Bu hayat tarzı, batıdan gelen kıymet hükümleri yanında bir tarafa terk edilip hızla ortadan kalkınca artık şâir' de, bestekâr da kalmadı. Avnî Bey; bu müstesnâ kâbiliyyet, divan şiirinin bu son dehâsı işte öyle bir zamanda, ondokuzuncu yüzyılın ortasında gelmişdir.
Avnî Bey'in husûsiyyetini birkaç kelime ile îzâh etmek gerekirse; onda Nef'î'nin şâirâne mübâlağasını, Nedîm'in zevkperest edâsını, Nâbî'nin hikmetli söz söyleme hünerini, Nâilî'nin akıcı ifâdesini, Gâlib'in özlülüğünü ve derinliğini çok def'a fazlasıyle bulmak mümkündür denilebilir. Mevlâna için yazdığı ve na't adını verdiği kasîdesi üzerinde konuşurken şiirinin niteliği ve kişiliği daha iyi anlaşılacakdır zannediyorum.
Onun hayâtı hakkında en geniş bilgi Saadetdin Nüzhet Ergun'un Türk Şâirleri adlı maalesef yarım kalmış eserindedir. O Mevlevî olmadan önce Mevlâna'ya mülâkî olmuşdur. Babası Bekir Paşa, Tırhala mutasarrıfı Abdurrahman Sâmî Paşa'nın kethüdâsı iken Avnî Bey Paşa'nın terbiyesini görmüş, daha sonra onun Vidin vâlîliğinde de kâtibliğin yapmışdı. Sâmî Paşa'nın oğlu Necib Paşa'ya yazdığı kasîdede sözkonusu terbiyeden nasîb aldığını ve onun vâsıtasiyle Mevlâna'ya mülâkî olduğunu anlatıyor:
Nice fahr eylemeyem olmuş iken üstâdım
Sâmi Paşa gibi allâme-i Câmî-fercâm
Neş-emend etdi beni meşreb-i Mevlânadan
Mesnevînin reşehâtiyle verip feyz-i müdâm
“Sâmî Paşa gibi Molla Câmî'nin derecesine erişmiş biri hocam olmuşken nasıl övünmeyeyim? Mesnevî'nin damlalarıyla beni devamlı olarak sulayarak Mevlâna'nın hâliyle hallendirip gül gibi açılmama sebeb oldu.”
Avnî Bey 1853 yılı ile 1855 yılları arasında İstanbul'a gelir ve 1855'de, o zaman Beşiktaş, bilâhare Bahâriyye Mevlevîhânesi şeyhi bulunan hemşehrîsi Nazîf Dede'ye dâmâd olur. Hoşmeşreb bir zât olan Nazîf Dede'nin zarâfetini belirtmek için olsa gerek, bu evliliğin vukû bulması hakkında şöyle bir hikâye uydurulmuştur:
Bir ara Bağdad'da kâtiblik vazîfesiyle bulunmuş olan Avnî Bey dönüşünde Nazîf Dede'ye güzel bir İran ta'lîkıyla yazılmış cildli, tezhibli bir Dîvan-ı Kebîr hediye eder. Bu hediyeden fevkalâde haz duyan Şeyh Efendi “oğlum biz dervişiz, bu maddi ve mânevî kıymeti pek yüksek hediyenin mukâbilinde takdîre lâyık bir şey bulamayız. Dünyâda bir kerîmem var, eğer kabûl edersen ben de sana onu veririm” der. Avnî Bey hemen eğilip şeyhin dizini öperek akrabâlığa mazhar oluşundan duyduğu sevinci belirtir. Fakat kayınbirâderi Hüseyin Fahrüddîn Dede sözkonusu evliliğin Avnî Bey'in Bağdad'a gidişinden dört sene önce olduğunu İbnülemîn Mahmud Kemal Bey'e söylemiş.
Avnî Bey'le görüşmüş olan Muallim Nâcî onun Mesnevî'nin en âlî beyitlerini dilinden düşürmediğini, konuşmasını o beyitlerle süslediğini haber veriyor. Aynı zamanda akrabâsı olan meşhûr bestekâr Ziyâ Paşa Avnî Bey'den Sa'dî ve Hâfız okuduğunu, onun Dîvân-ı Kebîr'i ve Mesnevî'yi evrâd okur gibi elinden düşürmediğini bildiriyor. Bunları, bu müstesnâ şairin irfânının asıl kaynağını en yakınlarının tanıklığıyla göstermek için söylüyorum.
Na'tin tahlîline geçmeden önce Nazîf Dede hakkında birkaç söz söylemek ihtiyâcını duyuyorum. Nafîz Dede büyük bir ihtimalle Câferî, fakat herhalde meşrebine bakılırsa şiî idi. Oğlu ve halîfesi Hüseyin Fahrüddîn Dede aşırı derecede alevî idi. O kadar ki, Bektâşî tarîkatine girdiği ve oradan babalık aldığı biliniyor. Açıkçası, baba ve oğlu hakkındaki bu bilgileri Câferî mezhebinden olan merhûm Abdülbâkî Gölpınarlı “Mevlânadan Sonra Mevlevîlik” adlı eserinde Ali'ye muhabbetde aşırı giden mevlevîleri sayarken nakl ediyor. Fakat Avnî Bey'in sâdece alevî-meşreb olarak kaldığını, şeyhinin, hele kayın-birâderinin derecesine varmadığını belirtmek isterim.
Avnî Bey'in Türkçe ve Farsça iki dîvânı var. Türkçe dîvânında Mevlâna hakkında birçok şiiri bulunuyorsa da, iki kasîdesi bilhâssa nazar-ı dikkati çeker. Bunlardan biri:
Gireli dâyire-i hilkate pergâr-ı felek
Hat-ı tersâ gibi hep tersinedir kâr-ı felek
“Felek yaratılış dâiresine gireli beri (yaratılalı beri) işleri hıristiyan yazısı gibi hep tersinedir.”
matlaıyla başlayan kasîdesidir ki, konusu dünyânın ıztırablarından, kendi hâlinden şikâyet, cürmünü itirâf ve Mevlâna'ya dahâlet yâni sığınmadır.
Benim sözkonusu etmek istediğim “Der-vasf-ı Hazret-i Mevlâna ve Ta'rîf-i Kubbe'i Hadrâ” başlıklı olanıdır.
Bu kasîde sünnî müslümanların hele câferî mezhebinde olanların dış görünüşüyle kabûl edemiyecekleri ifadelerle doludur. “Dış görünüşüyle” dedim, çünki bunların, bu tasavvufî mefhumların dâyimâ bir te'vîli, şerîat hükümlerine göre bir yorumu vardır. Çünki bunlar asırlar boyunca Halâc-ı Mansûr'un, Nesîmî'nin âkıbetine uğramakdan kaçınanların buldukları mefhumlardan, tâbirlerden oluşmuşdur.
İlk beyte bakalım: Bu beyit Nef'î'nin “Edrene şehri mi yâ bu cennet-i a'lâ mıdır” mısrâıyle başlayan kasîdesine şekil bakımından nazîredir:
Bârgâh-ı âsuman mı kubbe-i hadrâ mıdır
Yâ fezâ-yı lâmekânda çetr-i ev-ednâ mıdır
“Felek çadırı mıdır, yeşil kubbe midir? Yâhud mekânsızlı göğünde ev-ednâ (daha yakın) çadırı mıdır?”
Medine'de Hazret-i Peygamber'in türbesine Kubbe-i Hadrâ denildiği mâlûmdur. “ev-ednâ” ise Mi'râc Ayeti'dir ve “Ve'n-necm” sûresinde geçer. Hazret-i Peygamber'in Mi'râc gecesinde Tanrı ile arasındaki mesâfenin iki yay arasından da yakın olduğunu bildiren Tanrı kelâmıdır. “Fezâ'yı lâmekân” tamlaması Tanrı'nın nerede bulunduğunu soran, soran çünki “varlık” kavramını üç boyut içinde düşünen akla verilen cevabdır ki “mekânsızlık mekânı” demekdir. Her müslümanın bildiği şeydir: Allah mekândan ve zamandan münezzehdir.
İnsan bu beyti okuyunca umreye veya hacca yollanmış Peygamber âşığı bir şâirin coşkun bir edâ ile, Medine'de, Ravza-i Nebî'de seslendiğini zann ediyor. Aşağıya doğru müteâkıb beyitleri okudukça zan ortadan kalkıyor ve “evet öyledir doğru düşünmüşüm” kanâatine varıyor:
Şeş cihetden rûz u şeb Kerrûbiyan eyler tavâf
Mescid-i Aksâ mıdır yâ Kâbe-i Ulyâ mıdır
“Altı tarafdan gece gündüz en büyük melekler tavâf ediyor; Süleyman Mâbedi midir, yüce Kâbe midir? “
Sâhasında rûşenâ kandîller mi berk uran
Yâ nücûm-ı âsumân-ı âlem-i mânâ mıdır
“Bulunduğu yerde parlayanlar ışıklı kandiller midir? Yâhud mânâ-âleminin göğünün yıldızları mıdır?”
Gülşen-i vahdet mi etrâfında yâ huld-i berîn
Anda her bir nahl-i rûh-efzûn bir Tûbâ mıdır
“Etrafındaki Tanrı birliğinin bahçesi midir, yoksa cennet mi? Oradaki her câna can katan ağaç bir Tûbâ mıdır?”
Türbet-i vâlâsı üzre sebzgûn pûşîdesi
Kâbe-i ulyâya konmuş perde-i hadrâ mıdır
“Yüce türbesi üstündeki çimen yeşili örtü mübârek Kâbe'nin üstüne konmuş yeşil perde midir?”
Ferş-i dergâhı be-kavl-i Nef'î-i Mûciz-beyân
Arşdan a'lâ değilse çarhdan ednâ mıdır
“Dergâhının zemini, mûcize gibi şiir söyleyen Nef'î'nin dediği gibi: Feleklerin en yükseği olan arşdan daha yüce değilse, felekden de aşağı mıdır?”
Beyt-i Ma'mûr-ı felek denmek dahi ta'zîm için
Şânına nisbetle bir tarif-i kadr-efzâ mıdır
“Feleğin beyt-i mâmuru (Kâbesi) demek onu ululamak için söylendiğinde, onun şânına oranla değerini arttırıcı bir tarif midir.”
Böylece onu Beyt-i Mâmûr ile karşılaştırıp, ona üstünlüğünü birkaç beyitle anlatdıkdan sonra şu beyitde kimden bahs etdiğinin işâretini veriyor:
Revzeninden berk uran nûr-ı delâleddîn midir
Yâ tecellî-i cemâl-i Hazret-i Mevlâ mıdır
“Penceresinden parlayan o din ulusun nûru mudur? Yoksa Tanrı'nın güzelliğinin nûru mu görünmektedir?”
Ve açıkça söylüyor:
Başka bir âlem mi peydâ eylemiş sun'-ı ezel
Yâ muallâ hâbgâh-ı Hazret-i Mollâ mıdır
“Ezel gününün yaratıcısı olan Tanrı başka bir âlem mi vücûda getirmiştir, yoksa Hazret-i Mevlâna'nın yüce uyku odası mıdır?”
Hazret-i Mollâ mıdır bu dergâh-i ulyâda yâ
Çârtâk-ı âsumânda Hazret-i Îsâ mıdır
“Bu yüce dergâhdaki Hazret-i Mevlâna mıdır, yoksa gökyüzünün çardağındaki Hazret-i Îsâ mıdır?”
Nereden geliyor bu ölçüye, kalıba sığmayan sözler? Kelâm küheylânın dizginlerini böyle bırakış neden? Âdâb, erkân hududlarını böylesine pervâsızca çiğnemek nasıl bir sebebin mahsûlü?
İlk akla gelen, Mesnevî'yi ve Dîvan-ı Kebîr'i çok okuyan şâirin bilhâssa Dîvan-ı Kebîr'deki o coşkun heyecâna, muhabbetin dibsiz derinliğine aklı, tedbiri, kayıd-kuyud endişesini bırakmış olması ihtimâlidir. Şâir bir büyük rûhun te'sîri altında, bir düşünce ve duygu âleminin içindedir. Bir başkasının rûhunu taşıyan medium gibi kendinden geçmiş, Konya'da o rûhun medfûn olduğu kubbeyi temâşâ ederken birden bire yarı şuur hâlinde okuduğum beyitleri söylemeğe başlamışdır.
Bende hâkim olan kanâat şudur:
Avnî Bey, konuşmamın başında “girdâba düşmüş” diye tariff etdiğim bir kültürün, bir hayat tarzının hâlis mümessillerinden biri olarak asırlardır süre gelen ve her zaman bir başka örneğinin zuhur ettiğini bildiğimiz menkabe yazarlığı geleneğini devam ettirmekdedir. Menkabenin esâsı, söz konusu kişiyi fizik-ötesi bir âlemin içerisinde mütalâa etmekdir. Bu âlem her insanın içinde, zan adını verdiğimiz en küçük nisbetler hâlinde de olsa, her zaman vardır. Tabîî ki fizik olaylarında olduğu gibi, menkabevî hâdiselerin de kendine göre bir mantığı vardır. Herhalde “muhib” de mantığı mistik hakîkatleri kavramak için terbiye edilen kişi diye tariff edilebilir.
Mevlâna'nın hayâtının bâzı vechelerini menkabe çerçevesinden göstermek veya görmek temâyülü bildiğiniz gibi Eflâkî'den başlıyor. Mevlevî ocağından yetişen pekçok şeyhin, dedenin, dervişin hayatları keşif ve kerâmet hikâyeleri şeklinde menkabe konusu olmuşdur. Yakın zamanlarda yürüyen âsitâne hâdimlerini tanıyanlar ve onların menkabelerini bilenler aramızda da var sanıyorum.
Hemen her tarîkatin kurucularının veya adları bir tarîkate ad olmuş olanların ve o tarîkatlerin içinde yetişmiş ulu kişilerin menkabeleri ve menkabenâmeleri vardır. Müstakil menâkıb kitabları dışında, evliyâ tezkirelerinde, bir kısmı zabt olunmuş ve bize kadar muhâfaza edilmiş menkabeler görüyoruz. Ben bu hâdiseyi şöyle izâh etmek istiyorum:
Sarsılmış, düzeni bozulmuş cemiyetler gibi, zihni ve ruhî muvâzenesi alt-üst olmuş kişiler de bir öncüye muhtaçdırlar. Bu insanlar tıbkı yere gelişigüzel atılmış demir parçacıkları gibidirler; bir tarafdan mıknatıs yaklaştırıldığında hemen düzene girerler.
Dîvan şiirinde asırlar boyunca bütün nüanslarıyla tekrar edilmiş bir teşbîh vardır. Güneş zerreyi cezb eder. Tıbkı bunun gibi büyük ve dengeli ruhlar da âciz ve dengeye muhtaç ruhları kendilerine çekerler.
Cemiyetin ideal düzeni Peygamber tarafından bildirilmiş ve uygulanmışdı. Aradan yüzyıllar geçip de düzenden sapmalar başlayınca, büyük ruhlar dediğim bu kişiler Peygamber'in mesajını yeni bir üslûb içinde tekrâr ediyorlardı. Âlimlerin nebîlerin vârisleri olduğunu bildiren hadîs-i şerîf her halde kendilerinden bahs etdiğim kişileri anlatıyordur.
Unutmayalım; şark, ilmî, maddi ve mânevi diye ikiye ayırır. Mevlâna ise önce madde ilminde bütün ibrelerin kendisine yöneldiği bir kutubdu. Böyle olunca, Peygamber'in bizzat vârisi olarak bildirdiği bir kişiyi, o kişiye bütün aklıyle ve rûhuyla teslim olmuş bir şâirin Peygamber'e hâs sıfatlarla târife kalkması mâkûl görülebilir gibi geliyor bana. Ben yapamam ama yapana da hayret edemem.
Avnî Bey duâ kısmına girerken, medh etdiği sultanın hangi kategoriye dâhil olduğunu “yâ veliyyallâh (ey Allah'ın velîsi)” hitâbıyle belirtiyor, belki de bizim gibi zâhid-i yâbis-dimâğa kendisine ta'n etme vesilesi vermemek istiyor:
Yâ velliyallah o sermestem ki idrâk etmezem
Evc-i gerdûn mu hazîz-i kürre-i sulfa mıdır
“Ey Allah'ın dostu, öylesine kendimden geçmişim ki (senin yatdığın bu yerin) feleğin en yüksek noktası mı, aşağıdaki dünyânın en alt yeri midir? Anlayamıyorum.”
Sonra maddi ve mânevi mahrûmiyetlerinin telâfisi için ondan himmet istiyor. Ne beye, ne vezîre, ne sultana, ne hâkâna temennâ elini uzatıyor. Mâdem ki başında Mevlevî sikkesi var, niçin feleğe minnet etsin:
Başına çalsın felek hargâh-ı izz ü rif'ati
Sikke-pûşânın gedâ-yı sâye-i dünyâ mıdır
“Felek yücelik ve yükseklik otağını başına çalsın; senin sikkeni giyinmiş olanlar dünyâ gölgesini dilenirler mi?