




![]() Ziya AVŞAR
|
Mevlânâ Rubailerinde Gerçek Aşkın Büründüğü Kisveler
Mevlânâ, bir rubaîsinde aşkı, sabah meyi ve bahar sembolleriyle tarif eder; “sabah meyidir aşk, ben onunla uyanırım / bahardır aşk, onda gülzar gibi donanırım”. Mevlânâ, gece içilen meyin baş ağrısını, sabah meyiyle giderme yöntemine telmihte bulunarak, aşkın sabah meyi sembolüyle verildiğinde, uyutan değil uyandıran bir cevhere dönüştüğüne işaret eder. Bu işaretin açılımından hareketle, ondaki her manevî cezbe ve coşumun, öbür tarafa uyanış sürecini tetiklediğini ileri sürebiliriz. Bu uyanış süreci, aşkın bahar sembolüyle ifade edildiği durumda da yürürlüktedir. Aşk baharı, ruhsal niteliklerin durağan halden, faal hale geçişinin gözlemlendiği bir aşama olarak, hayret verici bir uyanışın ve yeniden dirilişi müjdeleyen derunî bir akışın adıdır. Aşkı, işe güce düşman bir mefhum olarak gösteren Mevlânâ, asıl işsizliğin, işle uğraşılan zaman olduğunu söyler. İşe güce yönelen aşk, aşkın getirdiği anlamların sırlarını perdeleyerek, perdeler âlemine tabi oluyor demektir. Bu tabiiyet, asıl gaye olan hakikat arayışını zayıflatacağından ya da bitireceğinden dolayı, istenmeyen bir şeydir.
Aşk tanımlamalarında bütün mutasavvıfların ittifak ettikleri hususlardan biri, onun sınırsızlığıdır. Aşkı, “kıyısız bir deniz, boşlukta bir umman” olarak niteleyen tanımlar, bu sınırsızlığı çok iyi ifade eder. Bu sınırsızlık algısının, beraberinde korku duygusunu getirdiğini söyleyen Mevlânâ, bu sebeple aşkın korku tarafının, ümit tarafına baskın bir şey sanıldığını belirterek aşkı, derin bir korku olarak algılamak yanılgısına vurgu yapar. Aslında o, derin bir korku ile kaplı alandaki ümit ışığına dikkat çekerek ümidi, o korku denizinin sınırsızlığına götürecek bir binit olarak takdim eder. Bu takdimdeki gaye, sonsuzluk ve sınırsızlık kuşatması altındaki ruha, nitelikli bir imtihan ile karşı karşıya olduğu gerçeğini sezdirmektir:
azîm bir denizdir ki, kıyısı olmaz aşkın!
boşlukta bir ummandır, sırları hadden aşkın...
canlar bu denize dalmışlar, orda kalmışlar!
bir damlası ümit, gerisi korkudur, aşkın!
(R 1470)
Mevlânâ, “bizde öyle bir aşk var ki, haddimizi aşar” derken, sınırsızlığı, insanın ihata edemediği bir boyut olarak gösterir, ancak “biz ona lâyık değiliz, o lütfünden sunar ” tamamlayıcı fikriyle bu durumun, kendisi gibi olanlara, Hakk'ın bir lütfü olduğu vurgusunu yapar. Bu vurguda dikkat edilmesi gereken yön, hakkın verdiği aşk nimetinin hadden fazla olmasından dolayı, büyük bir emanet taşıma görevine dönüşmesidir. Mevlânâ, bu görevin ifasında gösterilecek küçük bir zaafın, söz konusu nimeti, külfet niteliğine taşıma tehlikesi içerdiğine dair, uyarıcı bir bilincin gerekliliğine değinir. Mevlânâ'ya göre âşık, yüklenici olmak itibarıyla takat, yüke dayanmak itibarıyla da sabır sahibi olmalıdır. İhsanın, sabır ve tahammülü olgunlaştıran bir araç olduğu belirtilerek, âşığın ihsan karşısındaki durumunun, daima edilgen bir mahiyet taşıdığı söylenir. Maruz kalınan bu durumdan dolayı, âşığın, aşk ihsanından kaçışının olmadığı gerçeğini Mevlânâ, üzerinde ısrarla durduğu bir seçilmişlik ek yükü vurgusuyla dile getirir. O bu yükün, kendisinde hâsıl ettiği, yoğun kuşatılmışlık duygusunu, “nereye gidersem gideyim, önümdedir aşk ” dizesiyle, şahsî bir tecrübe olarak kaydeder. Ancak Mevlânâ'daki kuşatılmışlık duygusu, aşktan kaçınma şeklinde bir ihtiyatlı yaklaşım değil, ardından gitme şeklinde bir davet algısıdır. O aşkın temel mesajını, “geri dön!” diyen bir yasakçının değil, “ beri gel!” diyen bir rehberin vereceği inancını taşır.
Mevlânâ'nın aşk tanımlarının önemli bir kısmını da tanımlama zorluğu oluşturur. Bu zorluk aşkın, âşığın ruh haletine telkin ettiği telvinden kaynaklanır. Mevlânâ, “her bir kisveye giren aşktan perhiz gerekir” dizesinde, bu telvinin ruh üzerinde gösterdiği değişkenliğin, kişiyi tekrar mecazî aşka sürükleme tehlikesi taşıdığına dikkat çeker. Mevlânâ'ya göre, aşkın bir tanımlanma zamanı yoktur, ama bir kavranma zamanı mutlak surette vardır. Bu zaman geceden başkası değildir. Bu yüzden Mevlânâ'da, gecenin ayrı bir önemi vardır, çünkü aşkın kavranma nesnesi gecedir. O herkesin derin uykulara daldığı bu demde, yıldız gibi olup uykuyu sabahlatır. Aşk sırrına yabancıların ortalıktan çekildiği esnada, dost ile halvete girerek hakikat dolunayını gönül hanesine düşürür. Hızır, abıhayatı nasıl ki karanlıklar ülkesinde bulduysa, âşık da asıl abıhayat olan aşkı, geceleyin bulur. Bu niteliklere sahip bir gecenin çok çabuk geçmesi, Mevlânâ'da süreklilik arz eden bir şikâyet konusudur. Onun bu manada geceyi sorguya çektiği de görülür. Gece bu sorguyu, usta işi bir hamle olarak değerlendireceğimiz, “aşkın sonu yoksa bizim ne günahımız var!” karşı sorusuyla iptal eder.
Aşkın hudutsuzluğuna rağmen gönle sığabileceğini söyleyen Mevlânâ, hudutsuzu, hudutludaki tecellisinden hareketle tarif ederken tezadı, dengeyi kuran bir ifade aracı olarak kullanır. Her şeyin terazinin bir kefesine yüklenmesi, İlahi nizama mugayir olduğundan, onu dengelemek üzere harekete geçen bir karşı tarafı, mutlaka hesaba katmak lazımdır. Bu yüzden Mevlânâ, aşkı dengeleyen şey olarak akla vurgu yapar. Onun zaman zaman aklı olumsuzluyor görünmesi muhatabı yanıltmamalıdır. Bu olumsuzlama, terazinin öbür kefesinde aşk olmadığı zamandır. Ona göre akıl tartı nesnesi olmadıkça, öbür kefede tartılan asıl şeyin aşk olduğunu kavramakta zorluk çekeriz. Bu bağlamda o, “aşktan yâr gelir, akıldan düşünce ve delil” diyerek, düşünce ve fikrin gaye değil, öbür kefedeki yâri gösterme gereci olduğuna vurgu yapar. Mevlânâ, zihnimizdeki hudut fikrinin altı yön algısından dolayı yerleştiğini belirterek, hudutsuz olan aşk düzeyini kavramanın, altı yön dışına çıkmakla mümkün hale geleceğini beyan eder.
Mevlânâ aşkı, kişiyi zatı ve sıfatı ile gösteren olağanüstü bir aynaya benzetir. Dolayısıyla aşk aynasına bakmak, kişinin kendisine bakmak imtiyazıdır: “aşk ayna gibidir, o aynaya kim bakarsa / zat ve sıfatını görür, özgeye amâdır!” Bu aynaya bakmanın temel kuralıysa diğerlerine kör olmaktır. Mevlânâ'nın aşk tanımlamalarında belirleyici olan üst aklın ilkeleri olduğu için, bu ilkelerin beyanı, ancak tersine bir dünya çizilerek mümkün hale gelmektedir. Gözden kaçırılmaması gereken bu temel bakış unsurunu, onun söyledikleriyle ilişkilendirmediğimiz takdirde; körlüğü görme, sarhoşluğu ayılma, suskunluğu dile gelme sembolleriyle üst aklın hakikatine bağlamasını, bu âlemin hilafına işleyen, işe yaramaz sözler sanma yanılgısına düşeriz. Bu itibarla onun söylemlerinde görülen eylemlerin tersliği, yârin geldiği ufku görebilmek için- bilhassa edinilmiş- ayrı bir basiret gücüne işaret eder.
Mevlânâ aşkı bir liyakat olarak tanımlarken, aşkın herkes için olduğunu, ancak liyakat sahipleriyle temas edince onları yüceltip layık olmayanlar için engel teşkil ettiğini belirtir. Bu bahiste en dikkat çekici şey, onun aşkın her türlü tecellisi karşısında tevazu tavrı gösterirken, liyakat kisvesi giymede iddiakar ve övünücü bir tutum sergilemesidir. Olayın nadirliği, meselenin değerini artırdığı için, bu tavrı göz önüne getirmekte fayda vardır:
aşktaki karar ve sebâtım, acep kimde var?
kimde var aşkına hayranlık, bendeki kadar?
ben su ararım, yârim yel gibi esip gider;
aşkta sabrım kimde, kimde var yârim gibi yar? (R 1191)
Aşkın, kâinatı bir sanat eseri olarak ortaya koyan Sânii gösterdiğini ve o yüzden de aşk harflerinin birer sembol olduğunu belirten Mevlânâ 'ya göre, aşk harflerinden ayın âbid, şın şâkir ve kaf da kâni'dir. Aşk kelimesinin harflerine yüklenen bu simgesel anlamlar, âşıkta bulunması elzem olan üç ahlakî niteliği gösterir:
aşk, kendine lâyık olmayana olur mâni,
eğer aşk olmasaydı, görünmezdi hiç sâni,
aşk harflerinin anlamı nedir, bilir misin?
ayın, âbid; şın, şâkir ve kaf harfi de kâni! (R 1172)
Burada dikkat edilirse Mevlânâ'nın aşkı, iyi ve kötü olarak da tasnif ettiği görülür. Aşkın iyisi de var, kötüsü de” diyen Mevlânâ, iyi ve kötü aşkın, lütuf sahibinin himmetine göre tecelli ettiğini söyler. Onun bu söyleminde, himmetin her zaman rahmet anlamına gelmediği görülmektedir. Bu ayrıntı, onda zıtlığın üstlendiği işlevin asla ihmale gelmez bir anlama ve anlamlandırma ölçütü olduğunu ihtar eder. Denilebilir ki Mevlânâ'da hiçbir tarif, muhalif mefhumu ile düşünülmeden kavranamaz. Onda bir meleke haline gelen bu dikkat biçiminin ürettiği algı aktarımları, daima şaşırtıcı bir tarifler silsilesi halinde, okuyucu ve yorumcu zihninin altından kalkamayacağı bir sıklet oluşturur. Mevlânâ'nın aşka dair bütün tanımları, aslında aşka giden yolu bulmanın zorluğuna vurgu yapar, ancak muhatabını bu zorluğa karşı hazırlayan bir hitapla uyarır. Bu hitabın amacı, muhatabı, anlamaya çalışma kargaşasına sürüklenmekten kurtarmak ve yanındayım diyen bir edayla ona, yalnız olmadığını hissettirmektir.
Mevlânâ'da, aşkın engin ve kıyısız bir deniz sembolüyle ifadesi, zihnî bir çıkarım değil, ruhî bir gark oluş bilincidir. “Bu denizde figan edenler de, yâ rab diyenler de batar.” O halde ona düşenler bu iki eylemden de içtinap etmelidirler, fakat kurtarıcı üçüncü eylemin ne olduğu söylenmez. Mevlânâ, bu tip kör noktalarda söyleme cehdiyle dolu bir halde durur, ancak söylemeye izni olmadığı için sustuğunu beyan eder. Ancak bu suskunluk, sırlı anlamları kör düğümlerle bağlamaz. Dikkatli bir okuyucu, özellikle susulan yerlerin, söylemeye eşdeğer tutulacak ipuçlarıyla dolu olduğunu fark eder. Mevlânâ'nın bu tavrı, sır açıklama yeri geldiğinde sürdürmesine bakılırsa, sırrı yakalamak için, izin yokluğu mazeretine değil, ondan sonra söylediğinin peşine düşmek gerekir.
Berceste Dergisi
Web sitemizin dışında farklı sitelere yönlendiren linklerin içeriklerinden
Semazen.net sorumlu tutulamaz.
Görsel Tasarım: Capitol Medya // Yazılım: CM Bilişim