GÖNÜL AYNASI (GÖNÜL TEMİZLİĞİ)
Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
Dokuz Eylül Ü. İlâhiyat Fakültesi
Bu hikâyede ressamlıkta iddialı iki zümre konu edilir. Bunlar Çinli ressamlar ve Rum yâni Anadolu ressamlarıdır. Her ikisi de, biz daha usta sanatkârız, derler.
Devrin hükümdarı, bu iki grubu yarıştırmak ister. Büyük bir salonun duvar süslemeleri yapılacaktır. Dikdörtgen bir salon tam ortasından bir paravanla ikiye bölünür. Böylece etkileme ve kopya önlenmiş olur. Salonun bir bölümü Çinli ressamlara, karşı bölümü Anadolu ressamlarına verilir. Çinli ressamlar usta sanatkârlardır. Durmadan boya isterler. Hazîne kendilerine açılmıştır, istedikleri kadar malzeme kullanırlar. Kendi bölümlerini fevkalâde güzel resimlerle donatırlar.
Bu sırada Anadolulu ressamların yaptığı ise, kendilerine âit bölümün duvarlarını iyice temizleyip, durmadan cilâlamak ve parlatmaktan ibârettir. Sonunda aynalardan daha parlak hâle getirirler.
Verilen süre bitince, pâdişah ve jüri üyeleri önce Çinli ressamların eserini görürler ve çok beğenirler. Gerçekten çok göz alıcı ve güzel şeyler yapmışlardır.
Sıra Anadolulu ressamların eserini görmeye gelir. Onlar, önce iki bölümü ayıran aradaki paravanı kaldırılmasını isterler. Paravan kalkar, görülür ki, manzara tek kelime ile hârikadır. Karşı taraftaki resimler olduğu gibi, pırıl pırıl parlatılmış duvara aksetmektedir. Üstelik, bu yansıma sırasında daha bir derinlik, parıltı ve esrârengizlik kazanmış olur. Böylece sonunda büyük ödül Anadolulu ressamlara verilir.
Sonunda Mevlânâ'nın hatırlatması şöyledir:
“İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyidir. Oğul, Anadolulu ressamlar sûfîlerdir. Onların ezberlenecek dersleri, kitapları yoktur. Ama gönüllerini adam akıllı cilâlamışlar, istekten, hırstan, cimrilik ve kinden arınmışlardır. Gönüllerini cilâlamış olanlar, ilâhî güzellikleri zahmetsizce görebilirler“ (C. I, Beyit: 3467-3469).
AÇIKLAMA:
Acaba gönül cilâlamak ne demektir? İnsanın gönlü en değerli yönüdür. Onun için gönlün, kalbin kollanması gerekir. Onu gereksiz, mânâsız, değersiz şeylerle doldurmamak lâzımdır.
Her organın bir yaradılış amacı vardır. Kalbin yaradılış gayesi, Allah sevgisine ve Allah inancına sahne olmasıdır. Oraya, bunun dışında daha basit ilgiler ve sevgiler sokarsak, onu amacı dışında kullanmış, dolayısıyla kirletmiş oluruz. İşte kalbin temizlenmesi, cilâlanması ve parlatılması demek, Allah inancı ve Allah sevgisinden başka ilgi ve sevgilerin kalbten uzaklaştırılması demektir. Bu zor olmakla berâber, imkânsız bir şey değildir. Olgunlaşmaktır, aynı zamanda sağlam kişilik ve karaktere sâhip olmak demektir.
Kur'an'da tam 12 yerde “Kalblerinde hastalık olanlar”dan söz edilir. Burada söz konusu olan mânevî hastalıktır. Bu âyetlerde, kalbin mânevî hastalıkları arasında, bozgunculuk ve iki yüzlülük yapmak, katı kalblilik, zayıf inançlı ve kötü niyetli olmak, zaaflarına esir düşmek ve korkaklık gibi hususlar sayılır.
Başka bir Kur'an âyetinde, hikâyemizdeki cilâlanmış kalb, “kalb-i selîm” yâni sağlıklı, selâmete ermiş kalb olarak anılır ve şöyle buyurulur: “O gün mal ve çocuklar fayda vermez. Ancak, Allah'a temiz kalble gelenler kurtuluşa ererler.” (Şuara 26/88-89)
Mevlevî şâir Bağdadlı Rûhi (ö. 1014/1605) bu âyetin anlamını şu şekilde manzum hâle getirmiştir:
“Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler Yevme lâ yenfau'da kalb-i selîm isterler.”
Meşhur bir hadîsin meâli şöyledir: “Allah sizin şekillerinize, yâni dış görünüşüne bakmaz. Fakat kalblerinize ve işlerinize bakar.” (Müslim, birr, 32)
İnsan varlığında gönlün yeri büyüktür. Yeryüzünde Kâbe'nin müslümanlarca değeri ne ise, insan bünyesinde gönlün yeri odur. Şu farkla ki şâir ve bilgin Molla Câmî'nin (ö. 898/1492) deyişiyle söylersek: “Kâbe Azer oğlu İbrâhim'in yaptığı bir binâdır. Oysa gönül yüce Tanrı'nın nazargâhıdır, O'nun baktığı, değer verdiği yerdir.” (Kâ'be bünyâd-ı Hâlil-i Azerest / Dil nazargâh-ı Celîl-e Ekberest. )
Yûnus Emre de aynı şeyleri Câmî'den evvel söylemişti:
Gönül mü yeğ Kâbe mi yeğ eyit bana ey aklı eren Gönül yeğdürür zîrâ kim gönüldedir dost durağı
İslâm tasavvuf inanış ve düşüncesi şu ifâdeyi kudsi hadis kabul eder. Hz. Peygamber'in diliyle yüce Allah şöyle buyurur: “Ben yere göğe sığmam fakat mü'min kulumun kalbine sığarım.” Gerçekten îmanın mahâlli kalbdir. Netice olarak, gönül insanın bütününe eş değerdedir.
Kendi gönlümüzü arıtmaya çalışmak bir görev olduğu gibi, başkalarının gönlünü kırmamak ve incitmemek de bir görevdir. Hattâ daha önemli görevdir. Böylece konu, ferdî boyuttan sosyal boyuta uzanmış olur. Gene Yûnus'a bakacak olursak, gönül yıkan kimsenin, namaz ve hac ibâdetinin sanki boşa gideceğini söylemek ister:
Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil / Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil
Namaz ve hac İslâm dîninin iki mühim ibâdetidir. Gönül kırmamak ise ahlâkî bir davranıştır.”Bunların hangisi daha değerlidir?” tartışması bizi bir yere götüremez. Şu kadarını biliyoruz ki; dinin îman, ibâdet ve ahlâk diye isimlendirilen temel unsurlarından üçü, biribirine sıkıca bağlıdır. Kur'an'da ibâdetlerin ahlâkî sonuçlarına sıkça yer verilir. Meselâ “Muhakkak ki namaz hayâsızlık ve kötülükten alıkor” (Ankebut 29/45) buyrulur. Bu üç temel unsur arasındaki münasebeti şöyle bir örnekle anlatmak oldukça yaygındır:
Dini bir ağaca benzetirsek îman bunun gövdesi, ibâdet dalları ve yaprakları, ahlâk ise meyvesidir. Meyvesiz ağacın fazla değeri yoktur. Kişiyi ahlâk olgunluğuna eriştirmemiş bir dindarlık da, fonksiyonunu yerine getirememiş demektir. Gerçekten namaz, oruç ve hac ibâdetlerini titizlikle ifâ ettiği hâlde, insanlara karşı kırıcı, kaba ve hoyrat davranan, gönül yıkan kimsenin faâliyeti, şekil dindarlığından ileri gidemez.
Tekrar meselenin ferdî boyutuna dönüp şöyle noktalayalım:
Hikâyenin sonunda Hz. Mevlânâ'nın da belirttiği gibi, Anadolulu ressamlar ile temsil edilen sûfiler, gönüllerini cilâlamış kimseler olmak durumundadırlar. Zira tasavvuf, her şeyden evvel beşerî zaaflardan arınmayı ve ahlâk güzelliğine sâhip olmayı hedefler.
Bütün bu faâliyetler sonucu, kalb aynasının mâsivâ kirlerinden temizlenmesiyle, orada bir takım ilâhî güzelliklerin yansıması söz konusudur. Mükâşefe, müşâhede, vâridât gibi isimler verilebilecek bu türlü mazhariyetler, kişinin bu dünyada yaşayabileceği en büyük mutluluk anları olsa gerektir.