Mesnevi Hikâyelerinden Dersler: 40
MISIR'DAKİ HAZİNE
Bağdat'ta büyük mîrâsa konmuş bir adam vardı, kısa zamanda onca serveti saçıp savurdu, yoksul ve muhtaç bir hâle geldi. Miras malın vefâsı yoktur, insana fayda vermeden geçip gider. Mirasa konan malın kıymetini bilmez. Çünkü onu hiç emek sarf etmeden elde etmiştir.
Mirasyedi fakirleşip sıkıntıya düşünce, el açıp Allah'a yalvarmaya başladı. Günlerce yalvardıktan sonra nihâyet bir gece rüyâsında: “Rızka kavuşman için Mısır'a gitmen gerek, orada büyük bir hazîneye ulaşacaksın.” denildi.
Adam uyanınca hiç vakit kaybetmeden Mısır'ın yolunu tuttu. Bu uzun mesâfe ona çok ağır gelmişti. Aç, susuz, bitkin, bir haldeydi. Günlerce perişan bir vaziyette, Mısır sokaklarında dolaştı. Ne bir parça ekmek bulabildi, ne de hazînenin izine rastladı. Nihâyet dilenmeye karar verdi, gündüz utandığı için geceleri dilenecekti. Gece olunca sokaklarda dolaşmaya başladı. Tesâdüf bu ya o sırada Kahire'de hırsızlar çoğalmıştı. Bekçi onu yakaladı, hırsız sanarak güzelce bir dövdü. O zaman acemi dilenci, zavallı yoksul: “Ne olur vurma. Mesele çok başka. Dövme, sana işin gerçeğini söyleyeceğim!” diye feryad etti.
Bekçi: “Peki söyle bakalım, gecenin bu vaktinde burada ne arıyorsun? Belli ki yabancısın. Sakın yalan söyleme, bana doğruyu söyle.” dedi.
Adam yeminler ederek olanları anlatmaya başladı: “Ben ne hırsızım ne de yankesici, garip bir Bağdatlıyım.” diye başlayarak rüyasını ve aradığı defîneyi anlattı.
Bekçi onun doğru söylediğine inandı: “Bre ahmak sen nasıl akılsız bir adamsın ki bir rüyâya inanarak, bir hayâle kapılıp buralara kadar gelmişsin! Ben yıllardır Bağdat'ta, falan mahallenin falan sokağındaki evin şurasında bir defîne vardır diye görüp dururum. Hiç böyle şeye inanılır mı? Bre akılsız adam, yürü git bir daha da gözüme görünme. Yoksa elimden bir daha kurtulamazsın.” dedi.
Bunları duyan adamın sevincine sınır yoktu, çünkü bekçinin tarif ettiği ev Bağdat'ta bulunan kendi eviydi. Koşarcasına Bağdat'a doğru yola çıktı. (Mesnevî, C. VI, beyit: 4206 vd.)
AÇIKLAMA:
İnsan oğlu bâzan ham bir hayal peşinde koşmaktan kendini alamaz. Kimileri de elindeki kıymetin, evinin içindeki hazînenin farkına varamaz da diyar diyar dolaşıp durur. Hz. Mevlânâ defîne peşinde koşan adama şöyle söyletir: “Meğer ben defînenin başında yoksulluktan ölmüşüm de haberim yok! Çünkü gaflette imişim, gaflet perdesi arkasında imişim.”
Hikâyede olduğu gibi bâzan da çok yakınındaki nîmet ve imkânlara nice zahmetler ve sıkıntılardan sonra ancak kavuşabilir. Eh bu da bir şanstır, hiç yoktan iyidir.
Bu hikâye şöyle de yorumlanabiliyor: Aslında hazîne bir semboldür, ulaşılmak istenen şey aşktır, ilâhî aşk hazînesidir. Veya asıl hazîne kendimizdedir. Kendi içimizdeki hazîneye ulaşmayı amaç edinmeliyiz.”Bir ben vardır bende benden içeru” sırrı bu hazîneye işâret eder.
Simyacı
Brezilyalı yazar Paula Coelho'nun Simyacı adlı romanı, bütün dünyâda olduğu gibi, ülkemizde de çok okundu ve çok sevildi. Bu romanın ana konusu Mesnevî'de yer alan yukarıdaki hikâyenin hemen hemen aynısıdır. Kendisi ile yapılan bir röportjda “Mesnevî'yi okudunuz mu?” sorusuna cevap vermemişse de, kültür olarak müslümanlığı tanıyan yazarın, bir şekilde bu hikâyeyi öğrenip romanında kullandığı düşünülebilir.
Hikâyenin kökleri çok eskilere de gidebilir, farklı versiyonları belki başka kültür çevrelerinde de vardır. Önemli olan, o eski ve evrensel malzemeyi günün üslûbuyla, zamanımızın okuyucusuna sunabilmektir.
Başta Mesnevî olmak üzere, halk hikâyelerimiz ve masallarımızda, menâkıbnâmelerde, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nde oldukça ilgi çekici konular bulmak mümkündür. Bütün bunların günümüz okuyucusuna yeni bir üslûpla sunulabilmesi için iki şey gereklidir: Önce bu malzemeyi iyi tanımak ve sevmek. İkincisi, onları zamanımıza uyarlayabilecek kültür birikimine, özellikle de sanat gücüne sâhip olmak. Söz gelişi Amin Maalouf'un Semerkant romanı (Yapı Kredi yayınları) ve benzerleri, bu ölçülere uyduğu için okuyucu bulabilmektedir.
Yukarıdaki hikâyenin başka bir versiyonunu “Üç Üzüm Tanesi” adıyla İskender Pala'nın kâleminden sunuyoruz. (Zaman gazetesi, 08. 04. 1999, Âyîne-i İskender):
Üç Üzüm Tanesi
İstanbul'un Topkapı semtinde, surların dışında Arakiyeci (Takkeci) İbrahim Ağa Câmii diye bilinen mîmâri şâheseri bir câmi vardır. Çevreyolunda seyahat edenler Topkapı mezarlıkları hizâsından geçerken ahşap eyvanlarını ve zarif minâresini görebilirler. Hendesî mükemmelliği ve duvarlarındaki çinileriyle bize XVI. Yüzyıl Türk mimarisinin pırlanta bir örneğini gösteren câminin yapılışıyla ilgili bir hikâye anlatılır.
Arakiyeci İbrahim Ağa, Kapalı Çarşı esnafından olup, takke yapıp satmakla geçinen, dürüst, gözü tok, mütevazı bir insan imiş. Fakirlikten Topkapısı dışında eski bir Bizans evinde oturur, her gün ta çarşıya kadar o yolu yaya gider gelirmiş. Bir gece rüyasına bir pir-i fâni girip ona demiş ki:
-Evlâdım, var Bağdat'a git, köprünün karşısındaki Hurma ağacına sarılmış olan asmada üç üzüm tanesi kısmetin vardır; onları al âfiyetle ye.
İbrahim Ağa rüyaların sadık olduğu zaman, gerçekleşeceğini bilmekle berâber, pek de fazla önemsenmeyeceğini düşünenlerdendir. Hani peygamberlerin yahut evliyahullahın rüyası tamam da, kendisi gibi sıradan bir adamın gördüğü rüya ona pek bir anlam ifâde etmez. Üstelik üç üzüm tanesi için aylarca yol meşakkati çekmek de öyle kolayca verilebilecek kararlardan değildir. Ancak İbrahim Ağa aynı rüyayı ertesi gece de görmesin mi?
- Hayırdır inşallah.
O gün işine gitmiş, ama aklı hep rüya ile meşgul. Nihâyet üçüncü gün de aynı rüyayı görünce kimseye bir şey söylemeden, omuzda heybe ayakta çarık, elde asâ, ver elini Bağdat.
İbrahim Efendi, haftalarca yol alır ve sonunda Dicle'nin gürül gürül akıp yeşerttiği Darüsselâm'ın merkezî köprüsünün yanına varır. Yakındaki aşçı dükkânına girip karnını doyururken bir yandan da köprünün çevresini incelemeye, asma sarılmış hurma ağacı aramaya başlar. Hayret! Tam da rüyasında târif edildiği gibi bir hurma fidanı köprünün karşı yakasında durmaktadır. Karnını doyurduktan sonra tatlı niyetine, rızkı olan üç üzüm tanesini yemek için asmanın yanına gelir. Ancak hangi salkımdan koparacağını bilemez. Sonra asmanın yanındaki peykeye oturup üzümleri incelemeye koyulur. Yaprakların arasında, yalnızca üç üzüm tanesi bulunan bir salkım gözüne ilişir. Ama biraz yüksekçe yerdedir. Yaklaşıp bir iki zıplarsa da eli yetişmez. O sırada yanına yaşlı bir adam gelir:
- Selâmün aleyküm, ağa. Üzüm yiyeceksen işte salkımlar önünde, böyle niye zıplıyorsun?
Takkeci İbrahim şaşırır. Öyle ya, buna ne cevap versin? Nihâyet başından geçenleri bir bir anlatır. Adam dinledikçe gülmeye başlar ve nihâyet:
- Be hey herif, der, ne kadar da safmışsın. Ben de üç seneden beri buna benzer bir rüya görürüm. Bana da İstanbul diyarında Topkapısı dışında Topçular'da bir takkecinin kömürlüğünün altında üç küp altın var, git al derler de yine yerimden kıpırdamam. Sense üç üzüm tanesi için gelmişsin. Ahmaklığın bu kadarına pes doğrusu!
Bu sözleri duyan İbrahim Ağa bayılmamak için kendini zor tutar. Çünkü adamın tarif ettiği yer İstanbul'da oturduğu ev; kömürlük de kendi kömürlüğüdür. Adama bir şey sezdirmemek için o üç üzüm tanesini yiyip derhal gerisin geri yola çıkar. İstanbul'a gelir ve kömürlüğü kazar. Gerçekten de üç küp altın orada durmaktadır. Altınları alır ve pek çok hayır hasenattan gayrı şimdi kendi adıyla anılan o şirin câmiyi yaptırır.
(NOT: Burada çıkan 40 hikâye ve yorumları MESNEVİ HİKÂYELERİNDEN DERSLER adıyla kitap olarak yayımlanmıştır. Vefa yayınları, Kıztaşı cad. No. 10 Fatih/İstanbul, tel:0212 491 19 03)
Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
medeci42@yahoo.com