Semazen Akademik sayfalar hakkında düşünceleriniz?
İdare eder, Güzel, Daha güzel olabilir, Çok güzel, Çok Kötü
REKLAM ALANI
Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
A.Hümeyra ASLANTÜRK
KUR’ÂN’IN ‘İFK HADİSESİ’Nİ BEYANI
30 Temmuz 2008 Çarşamba

 

 KUR"ÂN"IN "İFK HADİSESİ"Nİ BEYANI BAĞLAMINDA İNSANLIĞA SUNDUĞU EVRENSEL MESAJLAR

 

Yrd.Doç.Dr.A.Hümeyra ASLANTÜRK[1]

İffet, medenî bir cemiyetin en önemli faziletidir. İfk ise; en alçak, en rezil ihâneti! Kötülere merhamet iyilere ihanet olduğu gibi, kötülüğün yayılmasına göz yummak da onu işlemek kadar ciddî bir cinayettir. Kişilerin ve toplumun huzuru daima bir diğeriyle tamamlanır; huzursuz toplumlar, huzursuz fertlerden oluşur. Bütün ilâhî dinlerde olduğu gibi İslâm"da da; kişinin toplum huzurunu sağlamaya çalışması Allah"a imanının gereği olarak görülmüştür.

Peygamberler de bu huzuru teminle görevlidirler. Allah tarafından insanları tevhide ve selamete çağıran, topluma yol gösteren kimseler olduklarından sadece söz ve davranışlarıyla değil yaşayış tarzlarıyla da örnek olmak zorundadırlar. Bunun yeterince zor olduğu açık! Bu görevin sınırları içinde bir de; kendisine inanmayanların çıkardığı fesatları bertaraf etmek, atılan çamurlara karşı gereken cevabı vermek, haksız yere yapılan eziyetlere sabretmek de var! Üstelik içinde bulunduğu topluma getirdikleri itikâdî, hukukî ve ahlâkî hükümleri genellikle kendi özel hayatlarında sergilemek suretiyle…

 İslâm peygamberi olarak Hz. Muhammed"in durumu da işte böyledir. O; yalnız kendine inananlar için değil insanlık için, -bazı hükümlerin daha net anlaşılabilmesi hikmetiyle-, hayatındaki her hâdiseyi tam bir şeffaflıkla yaşamaya, en mahrem meselelerini bile insanların gözleri önünde bir sonuca bağlamaya mecbur kalmış ve insanlığa sunacağı evrensel prensiplerin ilk uygulandığı kişi olmuştur. Böylece; onun hayatı ve uygulamaları, bu güne kadar olduğu kadar bugün de ahlâkî ve ailevî problemlerimize vahiy kaynaklı çözüm yolları sunan mükemmel bir örnek olmaya devam etmektedir.

Bu bildiride size, iffetin sembolü bir peygamberin, ailesi bahane edilerek izzet ve şerefine yapılan saldırının sonuçlarından bahsetmek istiyorum. Bu konudaki âyetlerin yorumlarına geçmeden önce hâdisenin nasıl cereyan ettiğini bizzat Hz.Âişe"den dinleyerek yeniden hatırlayalım. Fakat sizlerden istirhamım; şu âna kadar defalarca dinlediğiniz bu hâdiseyi bugün, kendinizi Hz.Peygamberin, Hz.Âişe"nin ve hadiseye şahit olan herhangi bir sahabînin yerine koyarak dinlemenizdir.

O, başına gelen bu iftirayı ve sonunda aklanmasını şöyle anlatıyor:

"Hz.Peygamber bir sefere çıkmak istediğinde hanımları arasında kur"a çekerdi. Kur"ada kimin adı çıkarsa onu da beraberinde götürürdü. Bu defa benim adım çıktı. Böylece Rasulullah ile bu sefere ben gittim. Bu iş hicap âyeti indikten sonra olmuştu.

O zaman kadınlar, şişmanlayıp hastalığa düşmemek için ancak kendilerine yetecek kadar yerlerdi. Yolculuğa çıkacağımız zaman ben kendimi taşıyan devenin bana ait hevdecine oturur, sonra da beni yola koyan taşıyıcılar gelip hevdeci alt tarafından tutarak kaldırır ve devenin üstüne yerleştirirler, iplerini bağladıktan sonra devenin yularından yederek çekip götürürlerdi.

Rasulullah bu savaştan dönüp Medîne"ye yaklaşıldığında bir yerde konakladı. Daha sonra da tekrar hareket edileceği nida ettirildi. Bu sırada kalkmış, yürüyüp konak yerini geçip ihtiyacımı gidermeye gitmiştim. İhtiyacımı giderdikten sonra yerime dönerken göğsümü yokladım ve baktım ki Zafar boncuklarından olan gerdanlığım kopmuş. Bunun üzerine onu aramaya gittim. Onu aramam beni epey alıkoydu. Derken, benim hevdecimi taşıyan askerler gelip devemi hevdecime yüklemişler ve hafif olduğum için beni o hevdec içinde sanmışlardı. Çünkü ben henüz küçük yaşta bir kızdım, bundan dolayı onlar benim o hevdec içinde olduğumu sanarak devemi çekip gitmişler. Döndüğümde orada hiç kimseyi bulamadım. Böylece oturdum ve umulur ki beni aramak için geri dönerler diye beklemeye başladım. Derken uyuyakalmışım.

Allah"a yemin olsun ki, ben böyle yanım üzre yatmış dururken Safvan b.Muattal çıkageldi. Safvan; geriden gelir, insanların arkada bıraktıkları eşyaları araştırır, bir şey kalmışsa kaybolmasın diye onları alıp bir sonraki konaklama mahalline götürürdü. O, benim karartımı görünce bana doğru yöneldi ve beni tanıyarak başucumda durdu. Yanıma gelince istircâ âyetini okudu ve "Ey Allah Rasulü"nün zevcesi!" dedi. Ben çarşafıma büründüm, o tekrar; "Seni insanlardan geri bırakan nedir?" diye sordu. Ben ona hiçbirşey söylemedim. Sonra devesini çöktürüp bana; "Bin" dedi ve benden uzağa çekildi. Deveye bindim, o da devenin yularını çekerek orduya yetişmek isteğiyle süratle yola koyuldu. Yemin olsun ki, benim kaybolduğum günün sabahına kadar askere yetişemedik. Tam sabah olmuş, ordu konaklamak için yerleşmek üzere iken devemin yularını çeken adam orduya yetişti. İşte bu hâdise üzerine iftiracılar söylediklerini söylemiş, ordugâh ızdırap ve üzüntüyle çalkanmış. Vallâhi bunların hiçbirinden benim haberim yoktu.

Sonra Medîne"ye geldik. Derken bana bir ağrı âraz oldu. Daha önce hastalandığımda Hz.Peygamberden görmekte olduğum o lütufkâr davranışı göremedim. Çünkü O, yanıma geliyor ve; "Hastanız nasıldır?" diye beni yanımdakilere soruyordu. Bu durum beni üzüyor ve şüphelendiriyordu. Buna rağmen ben hâlâ başıma gelenlerin, hakkımda söylenenlerin farkında değildim. Derken iyileşmeye başladım. Bir gece Mıstah"ın annesiyle birlikte bir hacetimiz için dışarı çıkmıştım. Sonra ben ve o işimiz bitince odama doğru yöneldik. O sırada Mıstah"ın annesi çarşafı içinde tökezledi ve; "Kahrolsun Mıstah!" diye söylendi. Ben de; "Bedir"de bulunan bir zata beddua mı ediyorsun!" diye ona itiraz ettim. O da; "Haberin yok mu?" deyince, "Ne var!" dedim. Bana; "Senin hiçbir şeyden haberi olmayan suçsuz bir mü"min olduğuna şehadet ederim" dedi ve iftiracıların hakkımda söylediklerini bana haber verdi.

Bunun üzerine hastalığım iyice arttı ve ağlayarak döndüm. Rasulullah yanıma girip; "Nasıl o?" deyince ben; "İzin ver, ana-babama gideyim" dedim, O da bana müsaade etti. Ben de ebeveynimin yanına gidip anneme; "Anneciğim, halk ne söylüyor!" dedim. O da; "Evladım, kendini üzme, Allah"a yemin ederim ki, kendini seven bir erkeğin yanında itibarlı ve güzel bir kadın olacak ve onun kumaları ileri-geri konuşmayacaklar, bu çok nâdirdir" dedi. Sonra bana; "Sen şu âna kadar hakkında söylenenleri bilmiyor muydun?" deyince ben hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım ve o gece ağlayarak sabahladım. Yanıma babam geldiğinde ben hâlâ ağlıyordum. Babam anneme; "Onu ağlatan nedir?" diye sordu. Annem de ona; "Şu âna kadar kendisi hakkında söylenenleri bilmiyormuş" dedi. O zaman babam da ağlamaya başladı ve; "Sus, ağlama kızım" diyerek beni teselli etmeye çalıştı.

Bu sırada Rasulullah; Hz.Ali ile Üsâme b. Zeyd"i çağırmış ve onlarla durum hakkında istişâre etmiş, Üsâme:

"Ya Rasulallah, o senin ailendir. Biz, onun hakkında ancak hayır biliriz" demiş, Hz.Ali ise;"Allah sana sahayı daraltmamıştır. Onun dışında da evlenebileceğin birçok kadın var. Eğer cariyene sorarsan, o sana doğruyu söyler" demiş. Rasulallah da Berîre"yi çağırtıp benim durumumu sormuş, Berîre; "Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, ben onun şahsında uykusu galip geldiği için evin hamurunu tavuklara yediren taze, saf bir kızcağız olmasından öte bir şey görmedim" demiş. Bunun üzerine Hz.Peygamber minbere çıkıp, Abdullah b. Übeyy"i kasdederek:

"Ey Müslümanlar, eziyeti aileme varıp dayanan bir adamdan hakkımı kim alır? Allah"a yemin ederim ki, bu hanımım hakkında hayırdan başka şey bilmiyorum. Ayrıca hakkında sadece hayır bildiğim bir adamın adını da buna kattılar. Halbuki o, ailemin yanına benimle birlikte girerdi" buyurdu. O zaman Sa"d b.Muaz ayağa kalkarak;

"Ey Allah"ın Rasulü, eğer o iftiracı Evs"ten yani benim kabilemden ise, onun boynunu vurup senin hakkını alırım. Eğer o, din kardeşlerimiz Hazrec"ten ise, bize emredeceğini yaparız" dedi. Hazrec"in lideri Sa"d b.Ubâde ayağa kalktı. Bu, aslında iyi bir kimse olmasına rağmen kabile taassubuna katıldı ve Sa"d b.Muaz"a:

"Yalan söylüyorsun, sen öldüremezsin!" dedi. Sa"d b.Muaz"ın amcasının oğlu olan Üseyd b.Hudayr ayağa kalktı ve; "Sen yalan söylüyorsun, vallâhi de öldürürüz, billâhi de öldürürüz. Sen münafıkları savunan, onlar namına savaşan bir münafıksın" dedi. Derken, Evs ve Hazrec kabileleri ayaklandı, neredeyse birbirlerine gireceklerdi. Allah"ın Rasulü minberdeydi, oradan onları yatıştırmaya çalıştı. Nihayet sustular.

Ben o günü de ağlayarak geçirdim. Anam-babam ise ağlayışımın ciğerimi parçalayacağını sanıyordu. Birgün annem babam yanımdayken ben de ağlıyorken Allah"ın Rasulü yanımıza girdi. Selam verip oturdu. Hakkımdaki dedikodular başladığından beri O benim yanıma oturmamıştı.-Yemin olsun ki, O, bu konuda hakkımda vahiy ininceye kadar geçen bir ayı böyle geçirmişti.- Sonra da; "Ey Âişe, senin hakkında bana şöyle şöyle haberler ulaştı. Şayet sen masumsan Allah seni aklayıp suçsuzluğunu ortaya koyacaktır. Yok eğer bir günah işledinse Allah"tan mağfiret dile ve tevbe et. Çünkü kul tevbe ettiğinde Allah onun tevbesini kabul eder" dedi.

Hz.Peygamber sözlerini tamamlayınca gözlerim yaşla dolup taştı. Babama döndüm ve "Allah"ın Rasulü"ne benim yerime sen cevap ver!" dedim. O da; "Allah"a yemin ederim ki ne diyeceğimi bilemiyorum" dedi. Bu defa anneme dönüp; "Allah"ın Rasulü"ne benim yerine sen cevap ver!" dedim. O da; "Doğrusu ben de ne diyeceğimi bilemiyorum" dedi. Bunun üzerine ben taze bir kız olarak:

"Ben Kur"ân"dan çok şey okumadım ama çok iyi biliyorum ki, sizler bu dedikoduyu duydunuz ve bu sizin gönlünüzde yer etti, belki de tasdik ettiniz. Şimdi ben  size; "Bundan uzağım, masumum" desem de bana inanmayacaksınız. Demek ki, Allah benim masum olduğumu bilirken, size hakkımda duyduğunuz şeyi itiraf edecek olsam bana inanacaksınız. Vallahi ben, siz ve kendim için -ismini hatırlamıyorum ama- Yusuf"u babası o Salih kulun "Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin şu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak olan Allah"tır"[1][2] demesinden başka bir misâl bulamıyorum" dedim.

Sonra da dönüp yatağıma yattım. Allah"ın beni aklayacağını ve suçsuzluğumu ortaya koyacağını biliyordum. Ama, hakkımda okunan bir vahiy indirileceğini hiç sanmıyordum. Çünkü benim durumum bana göre, Allah Teâlâ"nın hakkımda âyet indirecek kadar önemli bir hâdise değildi. Ancak; Rasulullah"ın, Allah"ın beni aklayacağı bir rüya görmesini umuyordum. Vallahi henüz Rasulullah yanımdan kalkmamış, ehl-i beytinden hiç kimse de dışarı çıkmamıştı ki, Allah peygamberine vahyini inzâl buyurdu.

Derken, şiddetli vahiy geldiğinde O"nu yakalayan hâl başladı.-Öyle ki bu gibi durumlarda vahyin ağırlığından dolayı kış günü bile olsa inci taneleri gibi şapır şapır terler ve elbisesine bürünüverirdi-. Ben de başının altına bir yastık koydum. Allah"a yeminler olsun ki, temiz olduğumu bildiğim için buna pek ehemmiyet vermedim. Annemle babam ise, Rasulullah"ın sıkıntısı devam ettikçe korkudan canları çıkacakmış gibiydiler. Çünkü onlar, Allah"ın hakkımda insanların söylediği şeyin hakikat olduğunu vahyetmesinden endişe ediyorlardı. Hz.Peygamberin bu sıkıntısı geçip gülmeye başlayınca söylediği ilk söz:

"Gözün aydın ey Âişe, bil ki Allah seni akladı" demesi oldu. Ben de:"Sana değil, arkadaşlarına da değil ancak Allah"a hamdederim" dedim. Annem bana;"Kalk O"na yönel!"deyince, "Allah"a andolsun ki O"na değil, beraatimi indiren Allah"a yönelirim ve Allah"tan başka hiç kimseyi de medh ü senâ etmem" dedim. Allah benim hakkımda: "O uydurma haberi getirenler içinizden mahdut bir zümredir" âyetiyle başlayan âyetleri indirdi[1][3].

"O iftirayı çıkaranlar içinizden sayılı bir zümredir. Onu sizin için bir şer saymayın. Aksine o, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese günahtan ne kazanıyorsa o vardır. Onlardan işin büyüğünü irtikap edene ise en büyük azap vardır"[1][4].

Allah benim suçsuz olduğumu bildiren bu âyet-i kerimeleri inzal buyurunca, babam Ebû Bekir, akrabası ve fakir olması dolayısıyle kendisine yardım ettiği Mıstah b. Üsâme için;

"Kızım Âişe"ye iftira attıktan sonra, vallahi ben de bundan böyle Mıstah"a artık hiçbirşey vermem", diye yemin etti. Bunun üzerine Allah;

"İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere mallarından vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, ferâgat göstersinler. Allah"ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah son derece bağışlayıcı ve merhametlidir"[1][5] âyetini inzal edince Ebû Bekir;

"Vallahi Allah"ın beni mağfiret etmesini arzu ederim. Vallahi ona nafaka vermekten asla vazgeçmeyeceğim", diyerek Mıstah"a vermekte olduğu nafakayı tekrar vermeye başladı[1][6].

Rasûlullah da, zevcesi Zeynep b. Cahş"a:

"Ey Zeynep, Âişe hakkında ne bilirsin, onun hakkındaki kanaatin nedir?" diyerek benim durumumu sormuştu, o da;

"Ya Rasulallah, ben kulağımı, gözümü görmediğim şeylerde mahafaza ederim. Vallahi Âişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmem", diye şehadette bulunmuştu[1][7].

İfk, yalan ve iftiradan daha ileri olan şeydir. Çünkü "ifk" kelimesi sözlükte; herhangi bir şeyin hakikatini çevirip olduğundan başka göstermeye çalışmak, bir kimseyi görüşünden veya kendi aklıyla hükmettiğinden vazgeçirmek, yalana zorlamak, bir şeyin tersine dönmesi, yerin kuraklıktan yarılması, rüzgarın çeşitli yönlerden esmesi, bir topluluğun işlerinin huzursuzluk sebebiyle kötüye gitmesi, yalan düzmek, büyük yalan, herhangi bir fikri, şeyi veya yeri altüst etmek gibi anlamlar taşımaktadır[1][8].

Bu durumda ifk, bühtan ve iftira kelimeleri arasında anlam farkı olduğu görülmektedir. Bu hâdise için Allah Teâlâ"nın, iftira veya bühtan kelimesini değil ifk kelimesini kullanmasında husûsî bir hikmet olduğu anlaşılmaktadır. İfk; bühtan ve iftira gibi "kişinin başına ansızın gelen şey" anlamı taşımakla beraber yapılan işin bu kelimelerin ifade ettiğinden daha ağır bir vebale sebebiyet vereceğine işaret etmektedir. Çünkü bunun aslı, "çevirme" manasına olan "ifk" masdarıdır ki bu da, "olması gerekenden başka şekle sokulmuş, tersyüz edilmiş söz" dür.

Müfessirler, Nûr Sûresi 11. âyette geçen ifk kelimesiyle kasdedilen olayın Hz.Âişe"ye yapılan büyük iftira olduğunda ittifak etmişlerdir. Fahreddin er-Râzî de âyetin bu bölümünü açıklarken şöyle demektedir:

"Allah Teâlâ bu yalanı, "ifk" diye isimlendirmiştir. Çünkü Hz.Âişe"nin bilinen hali şu sebeplerden ötürü bu ifk ile taban tabana zıttır".

Birincisi, onun, masum olan Rasulullah"ın hanımı olması buna manidir. Çünkü peygamberler, kâfirleri hakka davet etmek için gönderilmişlerdir. Dolayısıyla onlarda insanları kendilerinden soğutup nefret ettirecek bir hususun bulunmaması gerekir. Bir insanın hanımının zinâkar olması ise, diğer insanları nefret ettirip ondan uzaklaştıran şeylerdendir.

İkincisi, bu hâdiseden önce Hz.Âişe"nin tavır ve hareketleri hususunda herkesçe bilinen hali, onun zinâ şöyle dursun, zinânın başlangıcı sayılabilecek herhangi bir hafif davranıştan bile uzak oluşudur. Böyle bir kadına su-i zan değil, hüsn-i zan duyulması gerekir.

Üçüncüsü, iftira edenler münafıklar ile arkadaşlarıydı. Halbuki iftira eden düşman sözünün saçma sapan bir şey olacağı da açıktır. Dolayısıyla bu tür delillerin toplamında, bu hususta vahiy gelmese de Hz.Âişe hakkındaki bu iddianın fasit, yanlış ve asılsız olduğu anlaşılır[1][9].

Ebu"s-Suud Efendi de "ifk" i, yalan ve iftiranın en mübalağalı şekli olarak tefsir etmektedir[1][10].

Nûr Sûresi 11. âyetin ikinci bölümündeki; "Onu hakkınızda şer sanmayın, belki o sizin için bir hayırdır" ibaresine gelince, burada da müfessirlerin kayda değer açıklamaları arasından birkaçına değinmek istiyorum. Zira âyetin bu bölümünde artık bizim için de bir şeyler söylendiği kanaati belirmeye başlamaktadır. Meselâ, İmam Kurtubî"nin âyette geçen "hayr" ve "şer" ile ilgili yorumu şu şekildedir:

"Hayr; faydası zararından çok olandır, şer ise; zararı faydasından çok olandır. Kendisinde hiç şer bulunmayan hayır Cennet, kendisinde hiç hayır bulunmayan şer de Cehennem"dir. Bu durumda Allah"ın sevgili kullarına inen belâ aslında bir hayırdır. Çünkü onun elemi ile dünyada vereceği zararı azdır, halbuki ahiretteki sevabı fazladır. İşte bu yüzden Allah Teâlâ, Âişe ve ailesini, Safvan"ı hayır ve menfaatin şerre üstünlüğü sebebiyle şu hitabıyla uyardı: "Onu, yani bu iftirayı sizin için şer saymayın. Aksine o sizin için bir hayırdır"[1][11].

Bu hususta mü"minlerin cidden uyanık olması gereklidir. Nitekim Hz.Rasulullah Efendimiz de Ahmed b. Hanbel"in naklettiği bir sözünde; "Allah"ın mü"mine olan hükmüne hayranım. Ona bir hayır gelirse Rabbine hamdeder ve şükreder. Ona bir musibet gelirse Rabbine hamdeder ve sabreder. Mü"minin her işine bir ecir vardır. Hanımının ağzına verdiği lokmada bile"[1][12] buyurmuştur.

Bu konuda Fahreddin er-Râzî de tefsirinde şu açıklamaya yer vermektedir:

Eğer, "Bu iftira dünyevî bir zarar olduğu halde, daha nasıl olur da onlar için hayır sayılabilir?" denilirse, biz deriz ki:

-"Onlar Allah"ın rızasını istedikleri için, bu üzüntü ve sıkıntıya sabretmişler, bu sayede mükafat elde etmişlerdir. Bu, zulme uğrayan mü"minlerin tutacağı yoldur.

-Eğer onlar iftirayı açıkça yapmamış olsalardı, o zaman bu töhmet bazılarının kalbinde bir soru işareti olarak kalırdı. Fakat açıkça söyledikleri için, zamanla onların yalanı ortaya çıkmıştır.

-Bu, Hz.Âişe"nin böylesi bir şeyden berî olduğuna dair, ayrı ayrı on âyetin inmiş olması açısından, onların şeref ve faziletleri böylece ortaya konduğu için, onlara bir hayır olmuştur. Allah Teâlâ, o âyetlerle, iftira edenlerin yalancı olduklarına şehadet etmiş, iftira etmiş olduklarını bildirmiş ve onlara lânet ve zemmin vacip olduğunu haber vermiştir ki bu da, iftira edilenler için alabildiğine bir şeref ve fazilet ifade eder.

-"Hz.Âişe"yi övmenin iman, kötülemenin ise küfür sayılacak bir hale getirilmesi. Cenâb-ı Hak, bu hâdisenin bir iftira olduğunu açıkça ifade edip, bunu iyice ortaya koyunca, artık bundan sonra bu hususta şüphe eden herkes, kesinlikle kâfir olmuş olur ki bu, iftira edilen kimseler için yüce bir mevkidir[1][13].

Bu âyet, iftiranın elebaşısı olan kimse için büyük bir azap olacağını açıklayarak sona ermektedir:

"Onlardan (yani iftiracılardan) günahın en büyüğünü yüklenene ise büyük bir azap vardır".

Burada kasdedilen ilk isim elbette ki bu iftirayı ortaya atan, münafıkların reisi olan Abdullah b. Übeyy b. Selül"dür. Çünkü o her fırsatta Peygamber Efendimize zarar vermek isterdi. Onun için bu büyük azabın cehennem azabı olduğu söylenmiştir[1][14].

Fakat Dahhak, İbn Zeyd, Mücahid ve Hasan"a göre, burada kasdedilenler Mıstah ve Hassan b. Sabit olduğunu söylemektedir. Çünkü Hz.Âişe"nin temizliği âyetlerle açıklanıp ispatlanınca bu iki sahabeye ceza uygulanmıştır[1][15].

Hz.Âişe, bu hâdise ile ilgili âyetler indikten sonra Hassan b. Sabit"i yad ederek; "Onun Cennet"e gideceğini umarım" derdi. Kendisine; "O iftira günahının büyüğünü üstlenen değil miydi?" denildiğinde de; "Onun Peygamberi medheden şiirlerini duyunca öyle umut ediyorum" derdi[1][16].

Hz.Peygamber de bir defasında onun için; "Kör olmaktan daha şiddetli azap nedir? Belki de Allah Hassan"a büyük azabı gözlerini alarak vermiştir" buyurmuştur[1][17].

İfk hâdisesinin yalan sözlerden ibaret olduğu, iftira edenlere azabın büyük olacağı vurgulandıktan sonra Yüce Allah Müslümanlara bu ve benzeri hâdiseye uygun düşen hareket tarzlarını öğretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Onu yani bu iftirayı işittiğiniz vakit kadın-erkek bütün inananların kendi vicdanları önünde iyi bir zanda bulunup da, "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?"

"Böyle bir durumda (iddia ettikleri şeye) dört şahit getirmeli değil miydiler? Madem ki, (söylediklerini doğrulayacak) şahitleri getiremediler, o halde onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir".

"Eğer dünyada ve ahirette Allah"ın fazl u keremi olmasaydı içine daldığınız yaygaradan dolayı sizi herhalde büyük bir azap çarpardı".

"O zaman siz (o iftirayı) birbirinize yetiştiriyor, hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyi söylüyor ve bunu önemsiz sayıyordunuz. Halbuki bu yaptığınız Allah indinde büyüktür".

"Onu duyduğunuzda; "Bunu söylememiz bize yakışmaz, hâşâ, bu büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?"

"Eğer siz gerçekten iman etmiş kimseler iseniz, Allah size, böyle bir şeye hayatta bir daha asla dönmemenizi (böyle bir günaha asla bulaşmamanızı) öğütlüyor".

"Ve size âyetlerini açık açık bildiriyor"[1][18].

Bu âyetlerde mü"minlerin birbirlerini koruyup kollamaları, düşmana fırsat vermemeleri, söylenen sözün kaynağı olan kişinin art niyetlerine karşı uyanık olmaları ve böyle bir çirkin itham sırasında iffetinde şüphe bulunmayan kimsenin yanında yer almaları gerektiği anlatılmaktadır. Bu dedikoduyu dinleyerek, naklederek ya da susarak münafıklara destek vermiş bulunan mü"minler bu âyetlerle kınanmışlardır.

Bu kınama; zaman, zemin ve kişiler değişse de benzeri olaylar için geçerlidir. Bir masuma yapılan iftirada, konusu ne olursa olsun, kardeşini yalnız ve savunmasız bırakmak mü"mine yakışmaz. Bu açıdan âyette geçen "eğer gerçekten inanıyorsanız" ibaresi, mü"minler için ciddî sorumlulukların ve ihmalkârlığa izin verilmeyecek bir tehdidin habercisidir.

İfk hadisesi anlatılırken 12. ve 16. âyetlerde aynı cümle ile vurgulanan kınama, bu işin münafıklar tarafından ortaya atılmasından ziyade müslümanlar tarafından yayılması üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu iki âyetin meâlini yan yana koyarak tekrar okuduğumuzda, bilerek veya gafletle de olsa bu suça iştirak eden mü"minlerin, artık yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde uyarıldıkları âşikardır.

İnanan insanın din kardeşinin namusunu tıpkı kendi namusu gibi koruyup müdafaa etmesi beklenirken, umursamaz bir şekilde asılsız söylentileri naklederek veya en azından dinleyip şüphe içinde sessiz kalarak desteklemeleri elbette onaylanır bir fiil değildir. Bu sebeple Yüce Allah, bu konuda yanlışa düşen mü"minlere böyle bir durumda nasıl davranmaları gerektiğini de açıklamıştır:

"Onu yani bu iftirayı işittiğiniz vakit kadın-erkek bütün inananların kendi vicdanları önünde iyi bir zanda bulunup da, "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?"Nûr, 12.

"Onu duyduğunuzda; "Bunu söylememiz bize yakışmaz, hâşâ, bu büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?"Nûr, 16.

Taberî"ye göre bu; Allah tarafından, kendileri hakkında da vaki olabilecek bir yaygaranın Hz. Âişe için yayılmasına göz yumdukları için "iman ehli"ne yapılan bir azarlamadır. Yüce Allah iman edenleri zikrederek;

"Ey insanlar, iftiracıların Âişe hakkında söylediklerini işittiğiniz zaman, erkek ve kadın mü"minlerin kendi vicdanları önünde iyi bir zanda bulunup da, "Bu apaçık bir iftiradır demeleri gerekmez miydi! Halbuki siz bu hüsnü zannı yalan söyleyip ortalığı karıştıran kimse için beslediniz ve onun çirkin bir sözü uydurduğundan şüphe etmediniz!" şeklinde kınayıp azarlamıştır[1][19].

Kuşeyrî, Letâifü"l-İşârât"ında bunu açıklarken şöyle demektedir:

"Gıybeti dinlemek de gıybettir, hatta gıybeti dinleyen onu üretip yayandan daha şerlidir. Zira gıybeti dinlemek, sahibinin kasdını tamamlamaktır. Bir mü"minin, başka bir mü"min hakkında doğruluğu kesin olmayan kötü bir şey işittiğinde onun söylediğini reddetmesi şarttır. Nötr bir şekilde dinlemesi yeterli değildir. Söyleyeni ikaz edip nasihat etmesi de gerekir. Dinleyerek ona ortaklık ederse ondan daha kötü bir şey yapmış olur. Dinlemezse, dinlememekle kaybedeceği bir şey yoktur. Söylenenlerin mahcubiyetini taşımaz"[1][20].

Yine bu âyette Allah Teâlâ, "kendi nefisleri…" demektedir, çünkü ehl-i İslâm"ın tamamı tek bir nefis hükmündedir, çünkü onlar tek bir din üzeredirler"[1][21].

Rivâyet olunduğuna göre Ebû Eyyüb el-Ensârî hanımına; "Söyle bakalım, söylenenler hakkında ne dersin?" dedi. Hanımı da ona;

"Şayet sen Safvan"ın yerinde olsaydın Rasulullah"ın haremine kötülük yapmayı aklından geçirir miydin?" diye sorunca Ebû Eyyüb; "Hayır!" cevabını verdi. Bu defa hanımı ona;

"Peki, ben Âişe"nin yerinde olsaydım, hiç Allah"ın Rasulüne ihanet eder miydim?" dedi ve sözlerini şöyle tamamladı: "Şüphen olasın ki Âişe benden, Safvan da senden daha üstündür".

Ebû Zeyd de; "Bu mü"minler için bir azarlamadır. Çünkü mü"min annesine zinâ isnat etmez. Hz. Âişe de mü"minlerin annesidir" dedi.

Cenâb-ı Hak mü"minleri Hz.Âişe"nin başına gelenler hususunda tek bir can gibi kabul etmiştir. Mü"minlerden birinin başına bir kötülük geldiğinde sanki hepsinin başına gelmiş gibidir. Nitekim Nu"man b. Beşir"de nakledilen bir hadiste Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Müslümanların birbirleriyle ilgilenmeleri ve birbirlerine merhamet etmelerinin misali tıpkı bir bedenin hali gibidir. Çünkü bedenin bir kısmı uykusuzluk ve ateşten muzdarip olduğunda bedenin tamamı sızlar"[1][22].

Hz.Ebû Bekir de Peygamberimizin; "Mü"minlerin birbirlerine karşı durumları, tıpkı birbirlerine kenetlenmiş binalar gibidir"[1][23] buyurduğunu nakletmektedir.

Nitekim Saff Sûresi 4. âyette de Yüce Allah mü"minlerin cihat saflarındaki durumunu; "Taşları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi" diye tanımlayarak yine aynı deyimsel ifadeyi kullanmıştır. Dolayısıyla böylesi zor zamanlarda yekvücut olunması "gerçekten inanmış olma" nın vazgeçilmez bir şartı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Âyette geçen; "Bu apaçık bir iftiradır" cümlesine gelince; er-Râzî bunu, "Aslını bilmediğini duyan kimsenin bunu nakletmesi helal midir?" sorusuna verdiği iki yönlü cevapla açıklamaya çalışmaktadır:

Birincisi, mü"minin böyle demesi gerekir. Ancak ne var ki o bunu bir emareye dayanmaksızın ve işin gerçeğini bilmeksizin zinâ isnat edenin sözünü reddetmek amacıyla söyler.

İkincisi ise, Hz Âişe hakkında böyle yapılması vaciptir. Çünkü Hz.Âişe"nin, nefret ettirici bütün şeylerden masum olan Peygamberin hanımı olması, bu konudaki iddaların yalan olduğunun bir delili gibidir[1][24].

Cessâs da bu âyeti değerlendirirken şöyle demiştir: "Bu, zahirinden adil olduğu zannedilen kimseler hakkında gerekli olan tavrın, onun hakkında iyi zanda bulunulması olduğuna delalet eder. Yine de bu, Müslümanların akit ve tasarruflarının sahih ve caiz olmaya hamledilmesini gerektirir"[1][25].

İmam Ebû Hanife ise; "Müslümanlar, kendilerinden bir şüphe gözükmediği müddetçe âdildirler. Çünkü biz hüsn-i zanla emrolunmuşuz" diyerek, aslı bilinmese de iftiranın reddedilmesi ve şehadetinin kabul edilmesi gerekir[1][26] demektedir.

İfk hâdisesinin anlatıldığı, şayet temiz bir mü"mine iftira edilmişse diğer mü"minlerin takınacağı tavrı açıkça beyan eden 11-21. âyetler esnasında Nûr Sûresi"nin 10,14,20 ve 21. âyetlerinde;

"Ya üzerinizde Allah"ın fazl u rahmeti olmasaydı!…" ibaresinin tam dört defa tekrarlanmasında, bir yalanın yayılmasına sorumsuzca âlet olmanın vebali konusunda dehşet verici bir mesaj gizlidir.

"Ya üzerinizde Allah"ın yüceliği ve rahmeti olmasaydı…" denilerek cümlenin yarım bırakılması burada, inandığını iddia ettiği halde inanmanın tabii bir sonucu olarak iman ettiği dinin peygamberini ve ailesini koruyup kollamakta ihmal ve gaflet sonucu onlara Allah tarafından akıllara durgunluk verici bir ihtarın hatta bir tehdidin varlığından söz etmek zorundayız.

Ya olmasaydı…Yani, ya sizin tevbenize izin verilmiş ve bu tevbenin kabulü va"d edilmiş olmasaydı…Ya hak ettiğiniz azabı erteleyerek size mühlet verilmiş olmasaydı…Ya aranızda Peygamberin bulunması sebebiyle size karşı özel lütufla muamele edilmiş olmasaydı…Ya her birinizin ailesine de benzer ithamlara maruz kalarak imtihan edilmeniz engellenmiş olmasaydı…Müfessirler burada şu açıklamaya yer vermişlerdir:

-Bu ifadenin cevabı hazfedilmiştir. Sanki Yüce Allah; "Eğer böyle olmasaydı, helak olurdunuz, Allah size azab eder ve kökünüzü kazırdı. Fakat O raûf ve rahîmdir", demek istemiştir.

-Veya bu şart cümlesinin cevabı, bundan sonra gelen âyetteki; "İçinizden hiç biriniz ebediyen temize çıkamazdı"[1][27] cümlesidir.

-Ya da, bunu cevabı, "Hiç şüphesiz o zaman kötü söz yayılır ve zarar büyürdü," şeklindedir.

Doğruya en yakın olanı bu ifadenin cevabının mahzuf olmasıdır. Buna göre âyetten kasdedilen mânâ, "Eğer Allah"ın; azabı ertelemek, tevbe ve pişmanlık için zaman tanımak gibi nimetleri olmasaydı, basit zannettikleri kötü sözü yayma fiillerinden dolayı onların hepsi helak olurdu. Fakat O, merhametinden dolayı, kendi aleyhine hareket eden kullarına bile en güzel şekilde muamele eder", şeklindedir[1][28].

Muhammed Esed de âyetin bu bölümünü şu şekilde yorumlamaktadır: "Bu cümlede anlamın sınırları muhatabın idrakine bırakılarak veciz bir uslüple kasıtlı olarak yarım bırakılmıştır. Bununla, asılsız isnatlara karşı kişisel hukuk Allah tarafından böylece güvence altına alınmış ve zinâ isnadının isbatı için ikinci dereceden deliller yeterli olsaydı birey ve toplumun maruz kalacağı haksızlıkların nerelere varacağı düşünülsün istenmiştir"[1][29].

Çünkü Yüce Allah; "Zan, gerçek karşısında hiçbirşey ifade etmez"[1][30], "Zannın birçoğundan çekinin; çünkü zannın bazısı vebaldir"[1][31], buyurmuştur.

Üstelik imanın gereği olan şeylerden biri de mü"min kardeşinin gizli sırlarını araştırmamak, ayıbını örtmektir. Hz.Peygamber bu konuda mü"minleri uyararak şöyle buyurmuştur:

"Bir mü"min diğer bir mü"minin ayıbını gizler, açığa vurmazsa, Allah da kıyamet günü onun kusurunu gizler"[1][32].

"Oysa siz (o iftirayı) birbirinize yetiştiriyor, hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyi söylüyor ve bunu önemsiz sayıyordunuz. Halbuki bu yaptığınız Allah indinde büyüktür"[1][33].

Allah Teâlâ, bu kimseleri şu üç günahı işlemekle tavsif ederek büyük azabı hak etmelerini bu günahlara bağlamıştır ki bu da onların;"ifk"i dilden dile dolaştırmaları, aslını bilmedikleri konuda konuşmaları, bu yaptıkları büyük günah olduğu halde, bunu küçük saymalarıdır. Çünkü Allah; "Halbuki bu, Allah katında büyüktür", buyurmuştur, bu da iftiranın büyük günahlardan olduğunu gösterir.

Âyette geçen, "bunu önemsiz sayıyordunuz" ifadesiyle günahın büyüklüğünün onu işleyenin zannına göre değişmeyeceğine, aksine onun bunu bilmemesi açısından, o günahın büyüklüğünü vurgulayacağına dikkat çekilmiştir. Zira, "ısrar edilirse küçük günah küçük olmaz,istiğfar edilirse büyük günah ta büyük kalmaz", denilmiştir[1][34].

İmanlı kimselere yakışan davranışı belirleyen; "Onu duyduğunuzda; "Bunu söylememiz bize yakışmaz, hâşâ, bu büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?"[1][35] âyetiyle de mü"minlerin özelde Hz. Muhammed (a.s)"e ve onun ailesine, dolayısıyla Hz. Ebû Bekr ve ailesine, genelde ise böyle bir iftira ile karşılaşan bütün insanlara eziyet edilmesinin yanlışlığı ortaya konmuştur.

Yani, "Siz onu duyduğunuzda, bizim bunu konuşmamız ve buna inanmamız yakışık almaz, demeli değil miydiniz!" demektir. Çünkü iyi bir mü"min bilmelidir ki peygambere eziyet etmek Allah"ın lânetine ve gazabına sebeptir. Nitekim Allah Teâlâ Ahzâb Sûresi"nin 57. âyetinde;

"Allah"a ve Rasûlüne eziyet edenler yok mu! Allah onlara dünyada da, ahirette de lânet etmiştir", buyurmaktadır.

Üstelik bu iftira ile bütün mü"minlere de eziyet edilmiştir. Gerçek iman sahibi hiç kimse peygamberinin zulme uğramasına, acı çekmesine razı olmaz. Zaten bir cemiyette lider vasfı taşıyan kişiye yapılan hakaret bütün fertlere yapılmış sayılır. Dolayısıyla şuurlu bir mü"minin bir yanılgıya düşmemesi gerekir. Aslını bilmediği konularda hüküm vermenin, duyduğunu nakletmenin vebalinden sakınmalıdır.

Ayrıca, "Kişinin kendini ilgilendirmeyen lüzumsuz şeyleri bırakması da onun iyi bir müslüman olduğunun göstergesidir"[1][36].

"Eğer siz gerçekten iman etmiş kimseler iseniz, Allah size, böyle bir şeye hayatta bir daha asla dönmemenizi (böyle bir günaha asla bulaşmamanızı) öğütlüyor".

"Ve size âyetlerini açık açık bildiriyor. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir"[1][37].

Bu âyetlerde beyan edilen husus, gerçekten iman etmiş kimselerin bir daha bu türlü kötü işlere teşebbüs etmemelerini öğütlemektir. Ancak burada üzerinde durulması gereken mesele; iftira atmak, onu yaymak, dedikoduyu dinleyip din kardeşini savunmamak gibi fiillerin imanın sıhhat ve kalitesi açısından tehlike oluşturacağı meselesidir. Bu konuda müfessirler eserlerinde şu yorumlara yer vermektedirler:

Kurtubî; te"kid ve tevkîf için olan "Eğer iman etmiş kimselerseniz" ibaresini, "eğer adamsan, şu, şu işleri sana söylendiği gibi yapman gerekir"[1][38], şeklinde yorumlamaktadır.

Zemahşerî"ye göre de bu âyette; onların (mü"minlerin) öğüt almaları için tahrik edilmesi ve çirkin olan her şeyden kaçınmanın "iman" ile vasıflanmasından dolayı bunlara geri dönmemenin gerekliliğini hatırlatma vardır[1][39].                       

Râzî ise tefsirinde âyetin bu kısmını açıklarken, Mûtezile"nin bu konuyu değerlendirmesine işaret ederek buna itiraz etmektedir. Şöyle ki;

Mûtezile; Cenab-ı Hakk"ın, "Siz iman eden kimselerseniz" ifadesiyle, iftira etmemenin imandan olduğuna; iftira fiiliyle birlikte de kişide imanın kalmadığına istidlâl etmiştir. Çünkü şarta bağlı olan şey, şart bulunmadığı zaman bulunmaz, demektedir. Halbuki, bu, Cenab-ı Hakk"ın "O uydurma haberi getirenler içinizden yani ey mü"minler sizden bir zümredir"[1][40] ifadesiyle gelmiştir. Dolayısıyla bu ifade, kişinin iftira atmasının onu imandan çıkarmadığına delalet eder. Böyle olunca da bu âyeti, mü"minlere nasihat ve kötü şeylerden sakınmaya teşvik manasına alırız"[1][41].

İbnü"l-"Arâbî, Ahkâmü"l-Kurân"ında bu konudaki bazı görüşleri naklettikten sonra [1][42] kendi kanaatini şu şekilde belirtmektedir:

Meselenin aslı öyle değildir; çünkü iftiracılar, fuhuştan temiz olan Hz. Âişe"ye iftira ettiler, Allah da onu temize çıkardı. Allah"ın temize çıkardığı bir hususta O"na (Âişe"ye) söven herkes Allah"ı yalanlamış olur, Allah"ı yalanlayan da kâfirdir. Bu Mâlik"in görüşüdür ve basiret ehli için gayet açıktır. Şayet bu kimseler Hz. Âişe"yi Allah"ın tebrie etmediği bir konuda zemmetmiş olsalardı, ancak onun cezası te"dib olurdu[1][43].

Taberî de;"Eğer iman etmiş kimselerseniz" ifadesini, "Eğer siz Allah"ın öğütlerinden ibret alıyorsanız, O"nun emirleriyle emredip O"nun yasakladı şeyleri yasaklıyorsanız…"[1][44] şeklinde özetlemiştir.

Kuşeyrî ise âyetin zahirinden; "bundan sonra Hz. Âişe"ye dil uzatan kimsenin mü"min sayılmayacağına, mü"minin bu şekilde konuşmaması gerektiğine"[1][45] işaret olduğuna söylemektedir.

Ebussud Efendi"ye göre bu âyetin yorumu şöyledir; "Allah size bu ve benzeri kerih şeylere hayatınız boyunca bir daha asla dönmemenizi öğütlüyor, eğer mü"minseniz…Çünkü iman bu kabil şeylere yeltenmeye engeldir. Burada mü"minleri sakındırmak için teşvik ve tahrik vardır"[1][46].

"İman edenler arasında kötülüğün ve çirkinliğin yayılmasını arzu edenler var ya! İşte onlara dünyada da, ahirette de pek acıklı bir azap vardır"[1][47], âyetinde geçen "kötülüğün yayılmasını arzu edenler…" ibaresiyle öncelikle Hz. Âişe"ye atılan iftiranın yayılmasını isteyenler kasdediliyor olsa da, zâhirî anlamın umûmî olduğunda şüphe yoktur. Lafzın umûmîliği sebebin husûsîliğine tercih edileceğine göre, bu âyetten anlaşılması gereken; özelde Hz.Âişe, genelde bütün masum mü"minler hakkındaki bu nevî çirkin yakıştırmaları yayanların iki dünyada da cezalandırılacakları gerçeğidir.

Zira; "Kendisi için arzu ettiği iyi ve güzel şeyleri din kardeşi için de arzulamadığı müddetçe iman etmiş olmaz"[1][48].

Kuşeyrî"ye göre onlar (kötülüğü yaymak isteyenler) en kabîh zemmi, mü"minlerin arasının bozulmasında hoşlandıkları için en ağır vebali hak edenlerdir. Müslümanlara destek olmak ve bütün mü"minler için hayır dilemek dinin rükunlarındandır. Müslümanlar için fitneyi arzulayansa halkın en şerlisidir, Allah bu durumda o kimseden razı olmaz, onu tevhidin özüne ulaşan imana ehil kimse olarak kabul etmez"[1][49].

Müfessirler arasında, bu âyette bahsedilen dünya azabını ne olduğu hususunda ihtilâf vardır. Bazıları bunun, iftiracıya uygulanan had cezası olduğunu söylerken, bir kısmı da; had cezası ile birlikte onlara Allah"ın ve mü"minlerin lânet etmesi olduğu söylemişlerdir[1][50]. Âyetteki "ahiret azabı"ndan murad ise cehennem azabıdır.

Nûr 23. âyette ise, tıpkı Hz. Âişe gibi, kötülükten uzak, öyle bir şey asla hatırından geçmeyen imanlı ve iffetli hanımlara iftira etmeye de aynı şiddetli ceza lâyık görülmüştür:

"İffetli, kötülüklerden habersiz mü"min kadınlara zina isnad edenlere gelince, onlar dünya ve ahirette lânetlenmişlerdir ve onlara çok büyük bir azap vardır".

Bu âyette de mânâ umûmîdir. Üstelik bu âyetin mefhûmunda belli bir zaman, kültür, ırk ve hatta din ayırımı bile gözetilmeden, "iffetli ve masum kadınlar" ifadesi kullanılmıştır.Çünkü iffete dil uzatılması, bir dine inanmanın da ötesinde insanların kişilik haklarına tecavüzdür ve insanlığa aykırı bir davranıştır.

Bu ve önceki âyetlerde daima "iffetli kadınlara iftira" dan söz edildi. Bunun; mefhûmun muhâlifi ile genişleterek, "iffetli kadın veya erkek" ya da "iffetli insanlar" olarak anlaşılması gerekir. Nitekim Yusuf Sûresi"nin ana temasının iffetli bir erkeğin iftiraya maruz kalmasına rağmen verdiği mücadeleden oluştuğu gözden ırak tutulmamalıdır.

Bu sûrede özel maksadın Hz.Peygamberin temiz zevcesini tezkiye etmek olması sebebiyle konu kadınlar çerçevesinde sınırlandırılmış gibi gözükmektedir. Ayrıca, toplumda bu çeşit iftiralara daha ziyade kadınların maruz kaldığı da çağlar boyu bilinen bir vâkıadır.

Hülâsâ; nerede, ne zaman, ne sebeple olursa olsun, masum ve iffetli insanlara sözle bile sataşmak İslâm"ın kabul etmediği, münafıklık saydığı bir suçtur. İslâm hukukunda zina cezasına yakın ağır bir cezası vardır[1][51].

İffetli insanlara iftira edenler sadece onlara değil kendilerine de zulmetmiş oluyorlar. Söylediklerinin doğruluğunu ispatlayamadıklarında kendi münafıklıklarını tescil etmiş oluyorlar. Tabii ki kimsenin yanında kadr ü kıymeti olmayan, sözüne güvenilmeyen insanlar haline geliyorlar. Ve hadise, -Konyalı M.Vehbi Efendi"nin de ifade ettiği gibi- başkasını karalamak üzere kötüleyen iftiracının kendi şerefini lekelemesiyle sonuçlanıyor:

İşte erbâb-ı iz"ân düşünsün ki; diyânet-i İslâmiyye zinâyı haram kılmakla insanları zinâdan muhafaza ettiği gibi insanların canı kadar namuslarını da taarruzdan muhafaza etmekle insanların mahlûkat içinde ne kadar mümtaz bir mevkîde olduklarını kendilerine Kur"âniyle bildiriyor. Ve zinâ insanlar için ne kadar büyük bir cinayet ki bir kimseye; "Sen zânîsin" sözüyle, sözünü dört şahitle isbata davet ediyor. Eğer isbat edemezse iftirası sebebiyle seksen deynek cezasıyle mahkum olacağı gibi ebeden şehadet mertebesinden de sâkıt oluyor. Halbuki şehadet mertebesi insanlar için büyük bir meziyettir. Zira sözüne itibar olunan ve hâkim indinde sözünün makbul olmasiyle şehadeti üzerine hükm-i şer"î bina olunmak elbette insan için emsâli içinde bir büyük mertebedir. İşte bir kimseye, "Sen zânîsin" deyip de ispat edememesi bu mertebeden sükûtuna sebep oluyor. Binâenaleyh insan her vakit söyleyeceği sözü muvâzene üzerine söylemek bir vazife vecîbesi olduğundan tartısız söz söyleyenler daima maddî ve mânevî cezasını görmekten hâlî kalmazlar[1][52].

"Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme; çünkü kulak, göz, gönül, bunların hepsi ondan mesuldür"[1][53], ve insanın ağzından çıkan her söz hesabı sorulmak üzere kaydedilmektedir[1][54].

"Muhsanât", yani "iffetli kadınlar"dan maksadın Hz. Âişe olduğunu söyleyen mutezîlî müfessir Zemahşerî"ye göre ise bunun iki sebebi vardır:

-Birincisi; "muhsanât" ile kasdedilen peygamber eşleridir. Onların bu şekilde tahsis edilmesi, kendilerine iftira edilmesinden doğan eziyeti hak etmediklerindendir. Hz. Âişe"nin murad edilmesi (iftira için onun tercih edilmesi) ise, onun Rasulullah yanındaki yüce mevkii ve yakınlığı sebebiyledir.

-İkincisi de; Hz. Âişe"nin mü"minlerin annesi olmasındandır. Hem Hz. Âişe hem de onun kızları sayılan ümmetin kadınları, "iffet, kötülükten habersizlik ve iman" ile tavsif edilmiştir[1][55].

Sonuç olarak; iffetli insanlara iftira etmenin yasaklanmasında hem ferdin psikolojik durumu ve sosyal statüsünü ile ilgili, hem de toplumun huzuru açısından büyük hikmetler vardır. İffetli bir kimseye yalan yere iftira eden kimsenin toplumda sözüne güvenilmeyen bir konuma konularak cezalandırılması da bu suçun büyüklüğünü gösterir. Ayrıca iftiranın cezasının zina cezasına yakın olması, bir kötülüğü yaymanın onu yapmak kadar ciddi bir suç olduğuna delalet eder.

Allah"a gerçekten inanan insanlar kendileri için söylendiğinde hoşnut olmayacakları bir takım uydurma sözleri başkaları için de söylemekten çekinmelidirler. Böyle bir iftirayı duydukları zaman hemen inanıp dedikoduyu yaymak yerine, mü"min kardeşinin gıyabında onun iffetini savunmalı, işin aslını bilmediği halde ileri geri konuşulanları dinleyerek bile bu günaha ortak olmamalıdır.

Toplumun huzur içinde yaşayabilmesi fertlerin kendilerini her bakımdan emniyette hissetmesiyle doğru orantılıdır. Kişinin psikolojisini bozan, onurunu kıran söz ve davranışlarda bulunmak, hele masum olduğu herkesçe bilindiği halde şerefli bir kişiye leke sürmeye çalışmak imanlıların yapmayacağı bir iştir. Tabii böyle bir davranışın Allah tarafından onaylanması söz konusu olamaz! Yine de Allah Teâlâ"nın merhameti gereği bu sorumsuzluğu irtikap edenlere tevbe kapısını kapatmamış olması göz ardı edilmemesi gereken diğer bir husustur. Çünkü dinin temel öğretisinde aslolan; insanların özüne uygun bir şekilde yaşaması, kardeşçe hayatı paylaşması, hata yaptığında af dileyip huzuru yeniden tesisine yardım etmesidir. İmanın ve insanlığın icabı olan dürüstlüğün kıymetini bilmek, masuma saldırıdan veya saldıranı destekleyerek hataya düşmekten Allah"a sığınmak gerekir.

İfk hadisesi bağlamında öncelikle Hz.Âişe"ye ve diğer peygamber eşlerine, genelde bütün iffetli mü"min kadınlara iftiranın ne derece yanlış olduğu vurgulanmaktadır. Bununla kalmayarak iffetli insanlara eziyet etmenin imanı tehlikeye sokan bir cürüm olduğuna dikkat çekilmiştir. Ebedî olarak bir daha ne peygamber eşleri ne de iffetli mü"min hanımlar adına saçma sapan konuşma yasaklanmıştır. Zira bu kabil işlere bir daha tevessül edenler ebedî mahrumiyetlerle tehdit edilmiştir. Kur"ân bütünlüğü içinde hadiseyi değerlendirdiğimiz zaman sadece kadınların değil iffetli erkeklerin de iffet, haysiyet ve şereflerine dil uzatmak ebediyen yasaklanmıştır. İddiasına delil ve şahit getiremeyenler, tevbe edip özür dilemek suretiyle helâlleşmedikçe, toplumda güvenilir olmamakla suçlanacaklardır.

Hülâsa, Hz.Âişe"nin başına gelen bu hadisenin bize aktarılması ve kutsal kitabımızda yer alması şüphesiz ibret alıp benzer hatalara düşmememiz içindir. İffetsizlikten, iffetliye iftira etmekten, iftiraya uğramaktan, tevbe ve rahmetten mahrum bırakılmaktan Allah"a sığınırım.

 

KAYNAKLAR:

-AHMED b. HANBEL, Müsned, (I-IV), İstanbul, 1981.

-el-BUHÂRÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu"s-Sahîh, (I-IV), İstanbul, 1981.

-el-CESSÂS, Ebû Bekr Ahmed er-Râzî, Ahkâmü"l-Kur"ân, (I-III), Beyrut, ty.

-ed-DÂRİMÎ, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahman b. el-Fazl b. Behram, Sünenü"d-Dârimî, (I-II), İstanbul, 1981.

-EBÛ DÂVUD, Süleyman b. Eş"as es-Sicistânî, Sünenü Ebî Dâvud, (I-IV), İstanbul, 1981.

-EBU"S-SUUD EFENDİ, İrşâdü"l-Akli"s-Selîm, (I-IX), Beyrut, 1990.

-ESED, Muhammed, Kur"ân Mesajı, (Ter: C.Koytak-A.Ertürk), İstanbul, 2002.

-HAMÎDULLAH, Muhammed, İslâm Peygamberi, (Ter. S. Tuğ), (I-II),  İstanbul, 1966.

-HASAN, H.İbrahim, İslâm Tarihi, (Ter. İ.Yiğit-S.Gümüş), İstanbul,1987.

-el-ISFAHÂNÎ, Râğıb, Müfredât li Elfâzi"l-Kur"ân, Beyrut, 1996.

-İBNÜ"L-ARABÎ, Ebû Bekr, Ahkâmü"l-Kur"ân, (I-IV), Beyrut, 1987.

-İBN MÂCE, Ebû Bekr Muhammed b. Yezid el-Kazvînî, Sünenü İbn Mâce, (I-II), İstanbul, 1981.

-İBN MANZUR, Ebü"l-Fazl Cemâlüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânü"l-Arab, (I-XV), Beyrut, 1990.

-el-KÂDÎ, Abdülfettah, Esbâb-ı Nüzûl, (Ter. S.Akdemir), Ankara, 1986.

-KONYALI, M.Vehbi, Ahkâm-ı Kur"âniyye, İstanbul, 1966.

-KÖKSAL, Asım, İslâm Tarihi, Medine Devri, (I-XI), İstanbul, 2001.

-el-KURTUBÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi" li Ahkâmi"l-Kur"ân, (I-XX), Beyrut, 1967.

-el-KUŞEYRÎ, Abdülkerim, Letâifü"l-İşârât, (Tah. İ.Besyûnî), (I-III), Mısır, 1981.

-MÂLİK b. ENES, el-Muvatta, (I-II), İstanbul, 1981.

-en-NEDVÎ, Süleyman, İslâm Tarihi, Asr-ı Saâdet, (Ter: Ö.Rıza Doğrul), (I-V), İstanbul, 1928.

-er-RÂZÎ, Fahrüddîn, Mefâtihu"l-Ğayb (et-Tefsîru"l-Kebîr), (Ter. S. Yıldırım-L.Cebeci-S.Kılıç-S.Doğru), (I-XXIII), Ankara, 1993.

-et-TABERÎ, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmiu"l-Beyân "an Te"vîl-i Âyi"l-Kur"ân, (Tah.Mahmud Muhamed Şakir, Ahmed Muhammed Şakir, (I-XIII), Beyrut, 1999.

-et-TİRMİZÎ, Muhammed b. İsa, Sünenü"t-Tirmizî, (I-V), İstanbul, 1981.

-el-VÂHİDÎ, Ebü"l-Hasen Ali Ahmed, Esbâb-ı Nüzûl, (Tah. K. Besyûnî), Beyrut,1991.

-WENSİCK, A.J., el-Mu"cemü"l-Müfehres li-Elfâzi"l-Hadîs en-Nebeviyye, (Concordance), (I-VII), Medine, 1936.

-ez-ZEMAHŞERÎ, Mahmut, el-Keşşâf an Hakâiki"l-Kur"ân, (I-IV),  Beyrut, ty.

 

Bu bildiri, 19 Nisan 2004 tarihinde, SDÜ İlâhiyat Fakültesi İslâm Felsefesi Anabilim Dalı tarafından gerçekleştirilen VII. Kutlu Doğum Sempozyumu"nda sunularak yayınlanmıştır.

 



 
[1] Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
[2] Yusuf, 12 /18.
[3] Nûr, 24/11; İfk hâdisesi için bkz.: Buhârî, Sahîh, Tefsîru Sûreti 24/6; Ebû Davud, Sünen, Nikah, 38; Dârimî, Cihat, 30; en-Nedvî, Süleyman, İslâm Tarihi, Asr-ı Saâdet, (Ter.: Ö.Rıza Doğrul), İstanbul, 1928, 5/94-106; Köksal, Asım, İslâm Tarihi, Medine Devri, İstanbul, 2001, 4/393-410; Hamîdullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (Ter.: S. Tuğ), İstanbul, 1966, I/244; Hasan, H.İbrahim, İslâm Tarihi, (Ter.:İ.Yiğit-S.Gümüş), İstanbul, 1987, 1/168-170; İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu"l-Beyân, Beyrut, 1999, 9/278-283; Vâhidî, Esbâbü Nüzûli"l-Kur"ân, (Tah. K. Besyûnî), Beyrut, 1991, s.328-332; Kâdî, Abdülfettah, Esbâb-ı Nüzûl, (Ter.: S.Akdemir), Ankara, 1986, s. 269-273.
[4] Nûr, 24/11.
[5] Nûr, 24/22.
[6] Müslim, Sahîh, Tevbe, 56; Tirmizî, Sünen, Kitabü"t-Tefsir, 25.
[7] Buhârî, age., Tefsîru Sûreti 24/6.
[8] Bkz.: İbn Manzur,  Lisanü"l-Arab, Beyrut, 1990, "İFK" mad.; Râğıb el-Isfehânî, Müfredât li Elfâzi"l-Kur"ân, Beyrut, 1996, "İFK" mad.
5Râzî, et-Tefsîrü"l-Kebîr, Mefâtihu"l-Ğayb, (Ter.: S.Yıldırım-L.Cebeci-S. Kılıç-S. Doğru), Ankara, 1993, 16/557; Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki"l-Kur"ân,  Beyrut, ty., 3/53.
[10] İrşâdü"l-Akli"s-Selîm, Beyrut, 1990, 6/160.
[11] Kurtubî, el-Câmi" li Ahkâmi"l-Kur"ân, Beyrut, 1967, 12/198.
[12] İbn Hanbel, Sünen,  1/173.
[13] Râzî, age., 16/558.
[14] Râzî, age., 16/559.
[15] Bkz.: Taberî, age., 9/284-285.
[16] Râzî, age. ve yer.
[17] Râzî, age. ve yer.
[18] Nûr, 24/12-18.
[19] Taberî, age., 9/383-384.
[20] Kuşeyrî, Abdülkerim, Letâifü"l-İşârât, tah. İ.Besyûnî, Mısır, 1981, 2/599.
[21] Taberî, age., 9/584.
[22] Buhârî, age.,, Edeb, 27; Müslim, age.,Birr, 66
[23] Buhârî, age.,, Salât, 88; Müslim, age.,, Birr,65
[24] Râzî, age., 16/565.
[25] Cessâs, Ebû Bekr Ahmed er-Râzî, Ahkâmü"l-Kur"ân,  yy., ty., 3/306-307.
[26] Bkz.: age ve yer.
[27] Nûr, 24/21.
[28] Bkz.: Râzî, age., 17/11; Taberî, age., 9/288.
[29] Esed, Muhammed, Kur"an Mesajı, İstanbul, 2002, s.77, dipnot 11.
[30] Yunus, 10/36.
[31] Hucurat, 49/12.
[32] Müslim, age.,, Birr, 71; İbn Mâce, Sünen, Ticâre, 26.
[33] Nûr, 24/15.
[34] İlgili bölüm için bkz.: Râzî, age., 16/568-569.
[35] Nûr, 24/16.
[36] Tirmizî, age., Zühd, 11; İbn Mâce, age., Fiten, 12.
[37] Nûr, 24/17-18.
[38] Kurtubî, age., 12/205.
[39] Zemahşerî, age., 3/55.
[40] Nûr, 24/1.
[41] Râzî, age., 17/5.
[42]Ebû Bekir İbnü"l-"Arâbî tefsirinde şu açıklamalara yer vermiştir: Rasulullahı, ırzı ve ailesi hakkında üzecek olan şeyi yapan için bu fiil küfürdür. Çünkü İmam Malik"ten nakledildiğine göre; "Ebû Bekir ve Ömer"e söven kınanır, te"dib edilir, Âişe"ye söven öldürülür". Çünkü Allah;"Eğer siz gerçekten iman etmiş kimseler iseniz, Allah size, böyle bir şeye hayatta bir daha asla dönmemenizi (böyle bir günaha asla bulaşmamanızı) öğütlüyor" buyurmuştur. Şu halde Hz. Âişe"yi zemmeden Kur"ân"a muhalefet etmiş olur, Kur"ân"a muhalefet eden de öldürülür.  Şâfîi"ye göre ise; diğer mü"minler hakkında olduğu gibi, Hz. Âişe"yi zemmeden de te"dib edilir. Allah"ın,"eğer mü"minler iseniz" sözü Âişe hakkında değildir…Eğer Âişe"yi zemmetmek imanın boşa çıkmasına sebep olsaydı, o zaman peygamberin; "Zina eden kimse mü"min olduğu halde zina etmez", sözü de hakikaten imanı gideren bir söz olurdu. Bkz. İbnü"l-"Arâbî, Ahkâmü"l-Kur"ân, Beyrut, 1987, 3/1306.
[43] İbnü"l-"Arâbî, age ve yer.
[44] Taberî, age., 9/286.
[45] Bkz.: Kuşeyrî, age., 2/599.
[46] Ebussuud Efendi, age., 6/163.
[47] Nûr, 24/19.
[48] Buhârî, age., İman, 7; Müslim, age., İman, 71-72.
[49] Kuşeyrî, age., 2/600.
[50] Râzî, age., 7/9.
 Kazf cezası hakkında geniş bilgi için bkz.: "Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra bu iddialarını ispat için dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların  şahitliğini ebediyen kabul etmeyin", Nûr Sûresi, 24/4. âyetinin tefsiri.
[52] Konyalı, M.Vehbi Efendi, Ahkâm-ı Kur"âniye, İstanbul, 1966, s. 187.
[53] İsrâ, 17/36.
[54] Bu meâldeki âyet için bkz.: Kâf, 50/17-18.
[55] Zemahşerî, age., 3/57.

 
Bu yazı toplam 8553 defa okunmuştur

YAZARIN ÖNCEKİ YAZILARI