M. Fatih Çıtlak
|
Tasavvuf kültüründe sohbet ve sohbetin feyzi öyle ulvî derecelere işaret eder ki, islâm tarihinde bazı zâtların, derecesini ve makamını anlatmak için "falancanın sohbetinde bulunmuştur, filanca mürşidin sohbetine erişmiştir." tarzında ifadeler kullanılır. Bu, Allah Resulü (sav) Efendimiz'in huzuruna erişen sahâbe-i kiram ve sahabenin sohbetine erişen tabiîn gibi devam edegelen geleneğin nurlu halkalarının oluşturduğu bağlılıktır. Sohbet bir fırsat, sohbet belki de sadece bir kere elde edilebilecek olan nimet gibi telakki edilmeli. Yani sohbet karşılıklı oturup konuşmaktan, aynı mekânda buluşmaktan öle bir şey...
Hele senden benden öte birliktelik olursa... Merhum Süleyman Çelebi "Allah Resûlü'nün mi'râcı Cenab-ı Hak'la buluşmasını -ihtiyatlı konuşmak lazım- görüşmesini ifade ederken "Sohbet-i Cânân" diyerek bu yakınlaşmayı sohbetle ifade etmesi dikkate şayandır. Öylesi bir sohbet-i canana ve sohbet-i Rahmân'a eren kişinin tenezzülen ve merhameten gelip diğer insanlarla sohbet etmesi onlar için ne büyük bir lütuf ve ne kadar büyük bir himmettir.
Buraya kadar anlaşıldı ki sohbet öyle basit bir hâdise değil, çok önemli hususiyet arz eden bir durum. Tasavvuf erbabı sohbetin edepleri hususunda etraflıca malûmat beyân etmiştir. Bu edeplerden bazılarını zikretmek belki bizlere "sohbet-i cânân" yolunu açar.
Sohbet nafile bir ibâdettir. Gerçi daha sonra farz olan, sünnet olan sohbetler gibi bazı ayrımlarda bulunacağız. Fakat burada şunu demek istiyoruz. Sohbet, kulun Allah Teâlâ'ya olan muhabbetinin tezahür şeklidir. Zîrâ farzını, vacibini, sünnetini yerine getirmekle kalmayıp, O'nun bahsinden, onun güzelliğinden ve onunla beraber olmak ümidi ile sohbete müracaat eder ki böylesi nafile ibâdetler kulu Allah'a yaklaştıran nafile ibâdetler meyânındadır. İşte bu yüzden nafile kelimesi, fazladan-ekstra gibi algılanmamalı. Genellikle nafile, fuzûlî ve bîhûde işler mânâsına halk arasında kullanılsa da dinî literatürde nafile "kulun Allah'tan razı oluşu"nu fiilen gösterme şeklidir. Şimdi detaylara girmeyelim. Sohbetin âdabına dönersek, nafile ibâdet hükmünde olan, kulu Allah'a yaklaştıran, Allah Teâlâ'nın dahi kula yaklaştığı sohbet meclisine dâhil olmadan evvel, kişinin tevbe-i istiğfar ile günâhlarının affını Cenâb-ı Hak'tan niyaz etmesi, kalben pişman olacak derecede tevbesinin lezzetini ruhunda hissetmesi lazımdır. Filhakika hangi ibâdet olursa olsun başında tevbe etmek edeptendir. Zîrâ kişinin tevbe ve istiğfar etmeden ibâdete koyulmasını Cenâb-ı Hak'la istihza gibi olacağını ulemâ işaret etmektedir. Hani, ben bu günâhı ettim çok da önemli değil. gibi bir atmosfer içerisinde ibâdet etmek pek haz vermese gerek. Bazı müfessirler, âyet-i kerîmede geçen Tevbe edenler, ibâdet edenler... sıralamasına dikkat çekerek bu âyet-i kerîmenin sıralamasından ibâdet ve tâattaki sıralama da anlaşılır, buna dahi işaret vardır, demişler. Yani evvel tevbe sonra ibâdet kişiye manevî zevkin tam olarak yansımasına vesîle olur. Ne kadar dikkat çekicidir ki tarikatların evrâdlarındaki dualar farklı farklı olsa da hepsinde istiğfar, hamdele ve salvele (yani Allah'a hamdetme ve Hazret-i Peygamber'e salât u selâm arz etme) ortaktır, hepsinde mevcuttur. O halde feyizli bir sohbetin niyetine giren kişi, Cenâb-ı Hakk'a istiğfarda bulunup "Yâ Rabbî! Senin rızânı kazanmak, bilmediklerimi öğrenmek, bildiklerimle amel etmeğe kuvvet için ve Sana olan muhabbetimi artırmak ve nefsimin hilelerinden kurtulup sırât-ı müstakim üzere olmak için sohbete iştirak ediyorum. Sen beni rızâna uygun şekilde, rızâna uygun şeyler dinlemeye muvaffak eyle ve hakîkî sohbete erenlere vaat ettiğin güzellikleri ve nimetleri bana da ihsan eyle." diyerek veya buna benzer duygularla niyaz ederek sohbete dahil olursa, azamî derecede istifâde eder.
Sohbet meclisine dâhil olmadan evvel kendisinden beklenen hizmetleri yerine getirmesi, sadaka vermesi, herhangi bir hizmet yapıp sohbet meclisine dahil olması, duâ alması yine meclis adabındandır diyor büyükler. Bu Kur'ân-ı Kerîm'in tâlim ettiği ahlâka ve o ahlâktan feyz alan örfümüze muvafıktır.
Sohbet halakasının ortasında oturmak, sonradan kalkma ihtimâlin olan yere oturmak, erken kalkman icap ettiği halde kalkmakta zorlanacağın yere oturmak, gösterilen yere oturmamak, kendinden kıdemli rütbeli veya yaşlı olanların önüne (vazife olmaksızın) oturmak sohbet meclisinin ayıplarındandır. Bunlara, genişçe oturmak, çok fazla hareket etmek, sohbet eden zâta gelişigüzel bakmak, sorulmadan konuşmak gibi birçok ayıbı ilave edebiliriz. Sahâbe-i kiram hazerâtı Peygamber Efendimiz'in sohbetini dinlerken o kadar muntazam ve hareketsiz vaziyette bulunurlarmış ki, mescide giren kuşlar onları cansız zannedip üzerilerine konarmış. Sohbetteki bu sükûnet hali kalplerdeki sekînetin dışarıya yansımasıdır. Sükûnet, azaların sakin olması, hareket etmemesi demek. Sekînet ise Cenâb-ı Hakk'ın kulunun kalbine indirdiği huzurla, kalbin saadette ve rızâda karar kılarak rahatlamasıdır. Tarif üzerinde dikkatlice düşünülürse sohbetteki hal daha iyi anlaşılır herhalde. Bu aynı zamanda kalplerin bir noktada birleştiğine, tevhid haline işaret eder ki, sohbetin zemini de bu tevhid zeminidir. Tevhidi bozan haller sohbet meclisinde zemmedilmiş (ayıplanmış, tenkid edilmiş)tir. Eline, diline, beline, nazarına hatta arifler katında kalbine sahip olamayan kişiler sohbetten feyz alamadıkları gibi, başkalarının dahi feyzine manî olurlar.
Sohbette söylenilen şeylerin ilk önce kendisine söylendiğini farz ederek dinlemek âdâbdandır. Falancayı filancayı tenkit eder mevzular açılsa da, kıssadan hisseyi kendi nefsine tatbik etmek arif kişilerin üslûbudur. Hareket noktası olarak şöylece bir tespitte bulunabiliriz. Madem ki kâinatta ve hâdisâtta tesadüfe yer yoktur, o halde şu anda benim şahit olduğum hâdise bir şekilde beni alâkadar etmektedir, diye düşünmek îmânî ve İslâmî edebe en yakışanıdır.
Sohbet meclisi ve sohbette konuşulan, yaşanan haller "sır"dır. Velev ki herkesçe konuşulan mevzular olsun. Orada yaşanan hal dışarıya taşınmaz. Ancak orada öğrenilen şeyin yayılması, anlatılması icap ediyor ve kişide buna memur ise sohbette geçen bu malûmatı başkalarına edeb çerçevesinde aktarır. Edeb çerçevesinde denilmesindeki kasıt, nefsânî yorumlardan sakındırmak içindir. Mesela, "Falanca böyle yaptığı için ona böyle böyle denildi, açıkça söylenmedi ama onu kastettiler." gibi fitneye, fesada, gıybete yol açacak şekildeki nakiller nakledene de, sohbet meclisine de zarar getirir. Böylesi insanlar sohbet eşkıyalarıdır. Sohbet meclisinin sır olmasında çok hikmetler vardır. Bunlardan biri de sohbette yaşanan güzelliklerdir. Bazen kalbinizden geçenler, siz söylemeden neticelenir, mevzu yapılır. Bazen kişiye güzel kokular gibi, farklı farklı nurlar gibi latif haller yaşatılır. Bazen de sohbeti açan zât çok lezzetli, çok muhabbetli, kalbi ve gönlü dolduran hikmetler saçar.
İşte bu halleri, gıyabında yani sohbetten ayrıldıktan sonra başkalarına anlatmak, medh-ü sena etmek, övmek hem sohbet cemiyetine, hem sohbeti eden zâta zarar getirir. Bir kişiyi gıyabında övmek onu kör bıçakla kesmek gibidir. Onun gıyabında kötü konuşmak nasıl bir felakettir artık kıyas edilsin. Fakat burada söylenilmek istenen, sohbet cemiyetindeki hal dışarıya taşınmaz. O hali kişi kendisi muhafaza eder ise ve feyizle dinlediklerini hayata tatbik eder ise, zaten sohbetin bereketini başka dimağlara, kalplere ve ruhlara aktarmış olur. Tutması, takip etmesi gereken yol budur. Feyizli bir toprak gibi kendisine indirilen o rahmeti, bereketi hem teneffüs eder özümser, hem de başkalarının istifâdesine başka başka haller ve güzellikler olarak yansıtır. İnsanın hakîkatindeki cevher bunu temin eder. Sohbet bu cevherin tezahürüne vesiledir aslında.
Yoksa kuru kuru oradaki olanları anlatmak, fıkraları zikretmek, latifeleri konuşmak, şöyle yaptı böyle yaptı diye anlatmak, ne anlatana ne dinleyene bir fayda verir. Halbuki edebe riâyet edilerek sohbete tabi olunursa, anlaşılmayan bazı sözler dahi kendiliğinden açılır, kalbe mânâsı iner. Dinlemenin getirdiği bereket ile o an ezberleyemediği, hafızasında tutamadığını zannettiği birçok güzel söz ve mânâ, ihtiyacı olduğunda hemencecik gönlüne akar, hatırına getirilir. Çünkü kâinat edep çerçevesinde muhafaza edilir. Bu edebe riâyet eden her türlü muhafaza altındadır. Sadece kendisi değil, tâlim edilenler dahi kaybolmaz, zayi edilmeden korunur.
Nasıl ki ibâdet ve tâattan sonra kişinin ucuba kapılmaması, şımarmaması ve yaşadığı güzellikleri kendisine, nefsine mal etmemesi gerekli bir halse, sohbet meclisi için de aynı durum söz konusudur. Bir başka deyişle, sohbet nimetinin şükrünü eda etmek belki mümkün değildir ama hiç olmazsa bu nimete şükretmek meyânında kişi, ucuba (kendini beğenmek illetine) ve şımarıklık bedbahtlığına düşmemeli, ayrıldığı meclisin dedikodusunu yaparak amelini harcamamalı ve dinlediklerini, hissettiklerini bir şekilde tatbik sahasına aktarmalıdır.
Meşâyih-i kiram hazeratı (yani kâmil insan yetiştiren yol büyükleri) sohbetin kişiye göre bazen farz, bazen sünnet, bazen müstehap, bazen haram olduğunu işaret eylemişlerdir. Kişi bilmiyor hele hele bilmediğini bilmiyor bir halde ise, yalnız kaldığı zaman günâhlara dalar, nefsânî ve şeytanî fiiller ile meşgul olur vaziyette ise, bu kişi için sohbet meclisine iştirak etmek farzdır. Zîrâ ilmi öğrenmek mü'min ve mü'mine için farz-ı ayndır. Nefsini bilmeyen Rabbini bilmeyen, Cenâb-ı Hakk'ın rızâsına muvafık hissiyata sahip olamayan her kişi cahildir. Sureta Cenâb-ı Hakk'ın halîfesi olarak yaratılan insanın şerefine ise bu hiç mi hiç reva bir hal değildir. Sohbet meclislerine devam ederek, aşkı, muhabbeti artan ve gafletten îkâz olan (gaflet uykusundan uyanan) her kişi için sohbet ekstra fazladan yapılan bir hal değildir. Onun için hava, su gibi lazım olan ihtiyaçtır. Talebe, başka bir deyişle mürîdler için olan bu farziyet, bazen mürşidler için de farz halini alır. Şöyle ki, Cemâlullah'a âşık, gece gündüz O'nun rızasını, muhabbetini gözeten insanlar için, onları irşada kabiliyetli zâtların sohbet etmesi ve onlarla alâkadar olması farzdır. Sûre-i Kehf in 18. âyetinde bununla alakalı mevzua işaret vardır. Böylesi sohbetler, katılanlar için cennet bahçesine dâhil olmaktan farksızdır. Başkalarını teşvik etmek, tevhidi sağlamak, talebeleri ilme rağbet ettirmek için bildiği halde sohbet cemaatine dâhil olmak, yani âlim de olsa anlatılanlara zahiren ihtiyacı olmasa da o feyzi paylaşmak için sohbete iştirak etmek sünnettir demişler. Çok tafsilâtı ile malûmatı burada zikretmeyeceğiz. Lâkin, mevzuu haram olan sohbete dikkat çekmek ve büyüklerin sakındırmasını hatırlatmak adına şöylece nihayete erdirebiliriz. Bir kişi sohbet cemaatine dâhil olduğunda, oradakileri tenkit eder, küçük görür, yanlışlıkları gözetir, riya ile mecliste arz-ı endam eder, kalbindeki türlü türlü fesat ve fitneleri beslemek ve yeni yeni nefsânî hile ve hainlikle meşgul olabileceği konular bulmak kastı, niyeti ile sohbete giriyor ve bu sohbetler onun sadece vesvesesini ve nefsâniyetini kabartıyorsa bu sohbet meclisi o kişiye haramdır. Her ne kadar helal mevzular konuşuluyor, rûhânî güzellikler paylaşılıyor olsa da, o kişi için o meclis artık nefsini tatmin ve haramla meşgul olma mevkii haline geldiğinden, hiç girmemesi, sohbete iştirak etmemesi daha hayırlı oluyor. Bu nev'î kötü ahvâlden uzaklaşmadan meclislere dâhil olmaması onun ve diğerlerinin sıhhat ve selâmeti için daha iyidir diyor büyükler.
Erenlerin sohbeti ele giresi değil. Yani bu hale yabancı olanlara sohbet kapısı da kapalıdır. Sohbet âşinâya yapılır. Âşinânın âşinâ olanla ülfetine sohbet denir. Bu ülfete "el" yani yabancı olanlar konuşulana da konuşana da, konuşturulana da yabancıdır. Bedenen sohbette olsa da halen sohbette değildir.
İkrar ile gelenler mahrum kalası değil. Niyetini hâlis tutup bu ülfet derdinde olanlar içinse, zahiren kabiliyetli olmasa da, ümmî de olsa, bedenen sohbette bulunmasa da, kalbî yakınlığı vesilesiyle hiçbir zaman mahrum olacak değildir. Konuşana da, konuşulana da bir şekilde, konuşturulana da kendisinden dinleyene de aşinalık ve ülfet kapısı hep açık olacaktır. Sohbetin sırrına da, demine de, hû.
Keşkül Dergisi 8. Sayıda yayınlanmıştır.
Web sitemizin dışında farklı sitelere yönlendiren linklerin içeriklerinden
Semazen.net sorumlu tutulamaz.
Görsel Tasarım: Capitol Medya // Yazılım: CM Bilişim