Havada ölüm kokusu var. 'Biz'perestliğin hastalıklı dünyasında insanların üzeri çiziliyor. Barışın ve insaniyetin en has yerinden konuşsalar da, sırf kendi farklılıklarına vurgu yaptıkları için bu ülkenin çocukları enselerinden vurulup öldürülüyor.
Buraların yaslandığı medeniyet perspektifinin öne çıkan 'sevgi'sine rağmen, sokaklara sahih olmayan bir şüphe ve kin duygusu pompalanıyor. Farklılıklar ve renklerin ayrı tonları bir garip 'savaş'ın sebebi olabiliyor. Merkezde durduğu var sayılan o 'bizlik şey' öldürücü darbelerle kendini dayatıyor; çevrede, kıyıda kendi sesi ve rengiyle hayatına koyulanların hayat alanları daraltılıyor veya bir şekilde 'ölümcül kimlikler'e dönüştürülüyorlar. Merkez anlamak çabası içinde değil; kendinden çok emin bir şekilde 'çevre'yi bir tehlike olarak tanımlıyor, onu yok ederek 'zafer'e varmayı düşünüyor. Sahip olduğu güç unsurlarını hiç de meşru olmayan yollarla kendi insanları üzerinde kullanıyor. Farklılıkların üzeri çiziliyor; benzemeyenlerin kardeşliği zehirleniyor; kin ve kuşkuya yaslanan bir dil üretiliyor.
Dünya daha farklı bir yer değil; kin ve kuşkudan doğan bu dil evrenselleşmiş durumda. Bu dilin araçları olan kirli politikalar ve silahlar barışı bir fanteziye dönüştürürken, savaşı kaçınılmaz bir sonuç olarak dayatıyor. İnsanlar birbirleriyle konuşarak anlaşan varlıklar değil de, savaşarak var olabilen varlıklarmış gibi davranılıyor. Güce yaslananın, 'güç'süzün üzerine yürüyebildiği bir dünyadayız şimdi. Hukuk, uygarlık sürecinin inşa ettiği değerler hak getire! Zorbalık ve keyfilik, sular seller gibi insanların, ülkelerin ve topyekûn bir hayatın üzerinden geçip ölümden kuleler dikiyor. İnsanlar ve ülkeler, 'değer'siz zaferin sarhoşluğu içindedir. 'Ne pahasına olursa olsun, illaki zafer! ' diyen bir insan tipiyle ve ülkeler gerçeğiyle karşı karşıyayız. İkili ilişkilerde karşındakini görmeyen, anlamak istemeyen, sadece kendi istediğini dayatan 'öldürücü insan'ıyla ve uluslararası ilişkilerde sadece 'çıkar'ını başlığa çıkarıp öylece diğer coğrafyalara giden 'yok edici ülkeler'iyle ölüm kesilmiş bu dil hayatsız ve insansız bir dünya kuruyor. Bir zafer sarhoşluğu ve başarıperestlik gidiyor.
Daha sağlıklı bir kalbe ve zihne sahip olmak, daha yaşanılır bir dünya için Nurettin Topçu'nun Var Olmak kitabında çerçevesini çizdiği bir 'zafer'e yazılmalıyız: Ruhların dünyası zafer neşveleriyle dolarken fani bedenlerde ne arıyorsun! Gerçek zafer eseri olan bedenler bile, bize ruh dünyasından selam ve müjde getirenlerdir. Mesnevi ile Süleymaniye birer zafer abidesidir." Evet, 'zafer'i gönülde aramak gerekiyor. Tarihimiz bir savaşlar ve 'öldüren' kahramanların tarihi değil, 'yaşatan'ların tarihi olmalı. Topçu'nun zafer abidelerimizden biri olarak gördüğü Mevlânâ'nın Mesnevi'si, çağın 'öldürücü' bir varlık kıldığı insana, bize iyi bir devadır. 'Sahici bir zafer nedir ve nasıl gerçekleşir! ' sorusuna cevap olan Mesnevi'ye gitmeli ve doktorun karşısındaki hastanın teslimiyeti içinde kendimizi bu 'abide'ye açmalıyız. Şükür ki, irfani geleneğimizin klasik eserleri son yıllarda hatırı sayılır bir ilgi görmekte. Okunmakta, şerh edilmekte, onların bahçesinden daha 'işlevsel' dosyalar devşirilmektedir.
Yakinen tanıdığım okuyucu ve yazarlardan biri olan Said Türkoğlu, uzun bir zamandır Mevlânâ'nın, irfani geleneğin yanı başında okumalarını sürdürüyor. Türkoğlu kendini merkeze alarak, tamamen şahsi bir istifade niyetiyle vardığı Mesnevi bahçesinden çağın hastalıklarına deva sayılabilecek iki kitap devşirmiş: Işığın Kalbi ve Hikmet Pınarı... Işığın Kalbi'nde yazar Mesnevi bahçesinde gezinirken kendisi için altını çizdiği yerleri konularına göre tasnif edip dosyalaştırmış: "Uzun Mesnevi okumalarının sonunda tamamlanmış Işığın Kalbi'nde biz, okur için Mesnevi yolculuğu boyunca yolumuza çıkan bütün mücevherleri bir araya getirme gayreti içinde olduk. Ve altı ciltlik eserdeki hikemi cevherler konu konu tasnif edilerek bir mana ve duyarlık sofrası şeklinde, kavrayışı sıkı okuyucunun faydasına sunulmak üzere hazır hale getirildi." Türkoğlu, Hikmet Pınarı kitabında ise, Işığın Kalbi'ne aldığı tespitlerden bazılarının ışığı ve aydınlığında yazdığı denemeleri toparlamış. Hikmet Pınarı'nı oluşturan denemelerin yazarı Said Türkoğlu olurken, bu denemelerin ruhu ve anlamı ise Mesnevi'nin olmuş. Hikmet Pınarı kitabının oluşum sürecini yazarı şöyle anlatıyor: "Mesnevi okurken, aklım, ruhum ve kalbim iştiyak sularında harekete geçiyordu. Bu gıdalanmayı öylesine benimsedim ki Mesnevi'den 'Işığın Kalbi' adlı özlü sözler kitabı devşirdim. Bununla da gönlüm mutmain olmadı, içime en çok serinlik veren, beni şimdiye kadar varamadığım ufuklara taşıyan sözleri seçip kendimce yorumlamaya çalıştım. İşte Hikmet Pınarı bu iştiyakın eseridir."
Yazan: NİHAT DAĞLI - Zaman Kitap