Ö. Tuğrul İnançer
|
Çiçek Sulamaktan Yetim Başı Okşamaya Varıncaya Kadar
Her Şey İbadettir.
Dinin tasavvuf boyutundan söz edebilir misiniz?
Din üç sac ayağı üzerine oturur: İman, İslam, ihsan. Tasavvuf ihsan boyutundandır. Yani ihsan, sen Allah"ı görmüyorsan da O"nun seni gördüğünü bilmendir. Hatta sadece bilgi değil öyle davranmandır ihsan. Tasavvuf işte bu ihsanın müesseseleşmiş şeklidir. Ama bugünkü fotoğrafına bakıldığı zaman tasavvuf, sanki çok daha başka bir şeymiş gibi algılanıyor. Dinden farklı hatta din dışı bir öğe olarak görülüyor ve kimi çevreler tarafından din dairesi dışına itiliyor.
Din adeta bir süt gibidir. Sütten tereyağı, peynir, çökelek, yoğurt, ayran vs. yapılır. Akıllı kimse ihtiyaçlar doğrultusunda hareket eder. Evde tereyağı varsa, sütten bir daha tereyağı çıkartmaz. Peynir yoksa peynir yapar; yoğurt yoksa yoğurt. Şunu da asla göz ardı etmez: Sütte bu mamullerin hepsi mündemiçtir ve bu mamullerin hepsi süttendir.
Tasavvuf sütten yağı çıkarandır, fıkıh sütten peyniri çıkarandır şeklinde kesin bir ayrım yapmamız bile bu noktada uygun değildir. Doğrusu ben bu tarz tasniflere ve bu tasniflere ait kat"i sınırların varlığına da inanmıyorum. Çünkü tarikatsız şeriat, şeriatsız tarikat, hakikatsiz marifet, marifetsiz şeriat vd. olmaz. Bunları, birer durak olarak bile tasavvur edemeyiz. Çünkü bir duraktan başka bir durağa geçtiğimiz zaman evvelki durakla alakamız kesilir. Tasavvufa geçince şeriatla alakamız kesiliyor mu? Hakikat makamını elde ettiğimiz zaman, tarikatla, şeriatla alakamız kesiliyor mu? Kutb olsak, abd-i has makamına gelsek şeriattan yine vazgeçemeyiz. Bakınız Aleyhi"s-sâlâtü ve"s-selâm Efendimize, tek zirve, namaz kılarken ayakları şişiyordu. Ömrü boyunca şeriattan ayrılmamıştı. Bu tasnifleri biz, aynı yapı içerisinde seviye kat etmek, yükselmek, kendi içinde büyümek olarak değerlendirebiliriz. Hepsi birbirinin içinde ele alınmalıdır. Hülasa; varlık dairesinde her şey birdir.
Şu halde din dairesi içinde tasavvuf geleneğine ne zaman ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır?
Bu konuda, “Efendim bunlar tarihte sonradan ortaya çıkmıştır.” “Tarikatler Hicrî V. yüzyılda kurulmuştur.” gibi genel yargılar içeren söylemleri ben kabul etmiyorum. İlk mürşid Hz. Allah, ilk mürid Hz. Âdem"dir. Tasavvufta müridin manevî yola ilk adımı mürşide biatle ve mürşidin müride esmâ telkini ile olur. İlk esma telkin edilen kimse ise tarihte Hz. Âdem"dir.
Bunun benzeri bir diğer yanlış da; “Müslümanlık Hz. Muhammed"le başladı.” söylemidir.
Bu yargı, Kur"an"ın zâhir ibaresiyle bile çelişiyor. Hz. İbrahim, “Ene evvelü"l-müslimîn” buyurmuyor mu? İslam da keza Hz. Âdem"le başlamıştır. Bütün peygamberler Müslüman"dır. O peygamberlere tabi olan bütün ehl-i iman da Müslüman"dır. Muhammedî şerîat ise Muhammed b. Abdullah (s.a.v.) ile başlamıştır. Muhammedî şerîat başka Müslümanlık ise daha başka bir şeydir. Hazreti Peygamber 40 yaşından evvel Müslüman değil miydi? Ne zina etmiş, ne içki içmişti. Kendisine “emin” denilmişti. Hz. Ebubekir keza. Müslümanlık Hz. Adem"le başladığı gibi dervişlikte Hz. Âdem"le başlamıştır.
Peki çerçeveyi biraz daha daraltarak tasavvufu Muhammedîlikle sınırlı tutarsak…
Asr-ı saadette ilk tekke sofa, ilk dervişler Ashab-ı suffa, ilk mürşid de Hazreti Peygamber"dir. Ashab-ı Suffa"nın yanı sıra bir de biatli olan kimseler var. Biatli olan kimseleri Efendimizin şu mübarek sözleri daha vazıh kılıyor. Huneyn de Hz. Abbas"a Efendimiz (s.a.v.) ordu bozulup çekilmeler başladığında “Ya ammî ehl-i bîata, nereye gidiyorsunuz diye seslen.” şeklinde emir buyuruyor. Hazret-i Peygamber (s.a.v.), niçin ehl-i biat dedi de Müslümanlar ya da Muhammedîler demedi? Kanaatimce burada bir incelik söz konusu. Sayıları 127.000 olan ashabın hepsi Efendimize husûsî manada biatli değillerdi. Bu minval üzere yolumuza Hz. Sa"d b. Ebî Vakkas"ın şu sözleriyle devam edelim. O, Rasûlullah bizden bazılarımıza, ayrı ayrı sayılarda ayrı ayrı esmalar telkin etti. Ben parmak hesabı yapmada şaşırıyordum bir ipe 33 tane düğüm attım onunla saymaya başladım, buyurmaktadır. Tasavvufun menşei probleminde gündeme gelen, kimileri tarafından da çokça eleştirilen ve bidat olarak nitelendirilen sayı âdetine de yine Asr-ı Saadette rastlıyoruz. Niçin namaz sonrasında 33 defa “Subhanellah” 33 defa “Elhamdülillah” 33 defa “Allahuekber”, ezanda 4 defa “Allahuekber”, 1 defa “Lailaheillah”, diyoruz? Bu sayılar niçin 3-5 ya da 34-35 değil? Doktora gittiğimiz de doktor bize filanca ilaçtan filanca dozlusundan filanca gün, şu vakitte, şu kadar alacaksınız demiyor mu? Peki manevî hastalıkların şifası olan Cenab-ı Hakk"ın esmâsının niçin dozu olmasın? Bütün bu söylediklerimiz, mürşidlerin ilki ve efendisi Hazret-i Muhammed (s.a.v.) tarafından vaz edilmiş esaslardır. Ek olarak, mezkur örneklerden ashabının içinde Efendimiz"in umumî emir ve tavsiyelerinin yanısıra belirli kimselere hususi bir takım tavsiyelerinin de söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. Onun için tasavvuf ve tarikat hususîdir. Umumî değildir.
“Tabib”, “Şifa”, “Sayı”, “Doz” gibi kelimeler tasavvuf yolunda mürşidin fonksiyonunu kısmen açıklıyor sanırım. Bunu biraz daha açabilir misiniz?
Günümüzde artık insanın tahsildeki öncelikli hedefi, ilim-irfan sahibi olmaktan öte, 60-80 yıl gibi fânî bir ömrün maddi bakımdan daha müreffeh şartlarda idame ettirilmesidir. Her ne amaçla olursa olsun bütün bu tedris faaliyeti bir öğretmen vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Fanî ömrün refahı için yapılan bu faaliyetler bütünü hiç kimse tarafından inkar edilmediği gibi herkes tarafından önemine de aşırı derecede vurgu yapılmaktadır.
Ebedî bir hayatın varlığına inanıyoruz. Peki ebedî hayatın refahını temin etmek için o hayatın refah yollarını öğretecek olana muhtaç değil miyiz?
O zaman bir mürşide olan ihtiyacı niçin reddetmekteyiz?
Bu suallerimize verilecek olan muhtemel tepkiler, sahtelerinin varlığında düğümlenecektir. Akl-ı selîm sahibi, bir orduda casus çıktığı zaman ordunun lağvedilmeyeceğini bilir. Altının taklidi olur tenekenin taklidi olmaz.
MÜRŞİD, RÜŞD SAHİBİ KILANDIR.
Mürşid, rüşd sahibi kılar; bilgi sahibi kılmaz. Bu anlamda mürşid, muallim değildir. Yani o, öğretmez; oldurur. Çünkü her bilgi sahibi olan kimse rüşd sahibi değildir. Ebu Cehil çok alim bir adamdı ama yine de “Ebu Cehil”di. Zahirî ilimlerinin çok yüksek olduğu söylenir. Fakat bununla beraber o, rüşd sahibi bir kimse değildi. Köle Bilal ise rüşd sahibi idi. Hem kendisini kurtarmış hem de kendisi örnek alınarak başkalarını kurtarmış kişiye rüşd sahibi denir. Mürşid kendisi örnek alınarak olgunlaşmaya erişilecek kimsedir. Her alimde bu yoktur. Alimlerin büyük bir kısmı, farkında olmadan, bilgiyi sadece kendi bildikleri ile sınırlı zannederler. Halbuki ilim, hiçbir kimsenin bilgisi ile sınırlı değildir. Bu yüzden Allah"ın en beğenmediği huylardan birisi olan ucub cahillerde zuhur etmez, alimlerde zuhur eder.
DİN, İNSAN İÇİNDİR
Bir ihtiyaçtan ötürü insanlar mürşidlerle irtibata geçiyorlar. Bu bağlamda sizce, insan için ebedî mutluluğu elde etmeğe vesile olacak ihtiyaçların en önemlileri nelerdir?
İnsanın ebedî mutluluğu elde etmesine vesile olacak ihtiyaçların en önemlisi: İlâ-yı kelimetullah ve emr-i bi"l-ma"rûf nehy-i ani"l-münkere riayet etmektir. Bu laik (seküler) düşünceyle bağdaşması mümkün olmayan bir düşüncedir. Çünkü “balıkların baştan koktuğu” “koyunların kendi bacağından asıldığı” bir dünya değildir, din dünyası. Din insan içindir; balık ve koyun için değildir. Balıklar baştan kokabilir ama insan kokmaz. Her koyun kendi bacağından asılabilir, ama insanlar bacaklarından asılmaz. İnsanlar birbirine ya dinde kardeştirler ya da hilkatte eştirler. Hiç kimse ne eşinin ve ne de kardeşinin kötü yola gitmesine, “Bana ne!” “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” kabilinden atasözü namı altındaki hezeyanları da dikkate almak suretiyle vurdumduymaz bir tavır içerisinde olamaz. Ufak bir çocuk parmağını prize sokmağa teşebbüs ettiği zaman “aman” diyoruz. Demek ki, çocukla aramızda bir rabıta var. Arabayla yolda seyrederken, önümüzden bir kedi geçiyor olsa irkiliyoruz, o kediyle de aramızda bir rabıta var. Arabamızın önünden geçen bir insansa ve çarpma tehlikesi atlatmışsa tepkimizin dozu daha farklı oluyor. Bu hele hele daha yakınımız örneğin kendi evladımızsa ne hale geliyoruz. Yakınlarımızdan birisinin başına gelmesini istemediğimiz bir tehlike bizi tedirgin ediyorsa biz ikrar da etsek inkar da etsek aramızda bir rabıta (ilişki/bağ) var. Rabıta insanlardaki yakınlığa göre değişir. Bu ilişki gereği “herkes ne yaparsa yapsın” diyemeyiz. “Doğruları ve güzelleri yapsın, yanlışlardan ve çirkinliklerden kaçsın.” demek durumundayız. Kısacası bütün arabaların önünden geçen insanlar sana yakın olsunlar veya sen onlara yakın ol. Dinin özü budur: İnsana sevgi ve saygı.
Peki bu bir tasavvuf görüşü müdür?
Hayır, bu bir din görüşüdür. Tasavvuf bunun nasıl yapılacağında farklı metodlar kullanabilir. Sufî, bazen lisan-ı hal ile bazen de örnek teşkil etmek suretiyle muhatabına meramını anlatır.
Dinin özü olarak nitelediğiniz insana sevgi ve saygıyı biraz daha îzah edebilir misiniz?
Bütün insanlık tıpkı bir vücud gibidir. Parmağa batan bir diken beyni de ağrıtır. Gözdeki çapak ayakların doğru gitmesine mani olur. Bedendeki azaların noksanlığı veya arızası kişide rahatsızlığa sebebiyet verir. Bunun gibi, insanlık vücudunun içindeki arızalar da o vücudun bir unsuru olan fertte bir noksanlık yapar. Maalesef bugün insanlık bir vücud olmaktan çok uzaklarda. Herkes “ben başım” diyor ve kendisine mevki biçmede daima âlî azaları söylemekten çekinmiyor. Hiç süfli azalardan söz eden yok. Halbuki süflî âzâ da vücuddandır. Mesane olmazsa idrar nerede toplanır? İnsanların beğenmediğimiz hallerini böyle görmemiz lazım. O da vahdete dahil, o da vücuda dahildir. Ayrı değildir. Ağaç vardır biblo olur satılmak için, ağaç vardır odun olur yakılmak için; ama her ikisi de ağaçtır. İnsan da böyledir; bir görmek lazım. Bir kişi kendi bedenindeki bir arızayı doktorla, tıp ilmi vasıtasıyla gidermek istiyorsa insanlık âlemi de birbirinin noksanını gidermek zorundadır. Şayet gidermezse o hastalık bir gün onu da istila edecektir.
Fert zamanla kendisine sirayet/istila edecek olan bu toplumsal hastalığı nasıl giderebilir?
Efendimiz (s.a.v) bunu kademe kademe beyan buyurmuşlardır. Evvela komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, diye birinci halakayı söylemişlerdir. Kişi komşusunun tok olmasını temin ettikten sonra bu ilgi komşusunun komşusuna geçer. Sonra beldesine sonra ülkesine sonra kainata geçer. Tedrici olan bu yardımlaşma ve rahmet kişinin, bütün mevcûdâta ve eşyaya şefkat nazarıyla bakmasına vesile olur.
Bunun gerçekleşmesinde, yani insanın “eşyaya şefkat nazarıyla bakma” sürecinde eşya ile irtibatı ve onunla ilişkisi ne şekilde olmalıdır?
Geçenlerde kar yağdığında, kuşlara yiyecek bir şeyler verdim. Onları, yemlerini yerken seyretmek ve cıvıldaşmalarını dinlemek, bana ayrı bir zevk verdi. Şüphesiz bu maddî keyif; kuşların cıvıldaşmaları ve yem yemelerini seyrederken aldığım maddî keyif, mutlaka Cenab-ı Hakk"ın hoşuna giden manevî bir keyfin (zevkin) tezahürüdür. Bu bağlamda madde-manâ birbirinden tamamen ayrı değildir. Madde-manâ, zâhir-bâtın ayrımı izâfîdir. İzah babından tasniflerdir bunlar. Keza eşya; şeyler, nesneler, bir tanesi yerinden oynasa kainatın düzeni bozulur. Her şey yerli yerinde güzeldir. Eşyaya nazar-ı hikmetle bakmak lazım. Temiz su kaynaklarının varlığının yanısıra pis suyun döküleceği arkların da var olması gerekir. Takdir-i ilâhî, eşyayı pis/temiz gibi bir ayrıma tabi tutmuştur. Ama asla bizlere, pise hakaret edin dememiştir. Şârî Tealâ domuz yemeyi yasaklamıştır ve fakat domuza eziyet edin dememiştir. O da bir mevcuddur, ama ondan istifade etmek bize yasaklanmıştır.
Bu noktada gündelik yaşama dinî unsurlar ne şekilde etki etmiştir? Dinin gündelik yaşam alanına herhangi bir müdahalesi söz konusu mudur?
Bir kimse sabah kalkar, evvela bedenini doyurur; sonra işine gider bedenini doyurmayı temin için para kazanır ve akşam evine gelir, yatar. O kişinin gündelik yaşamı, bütün bu saydıklarımızdan ibaret ise; yani o kişi, hep doymaya müteallik bir program dahilinde hareket ediyorsa şayet, bu hayat, “hayatı yaşamak” değildir. Bunun içine sevgiler, nefretler, eylemler, beklentiler, pişmanlıklar vesaireler koyduğu zaman insanoğlu, hayat bir şeye yani “hayata” benzer. Bunu kendi kendimize becerecek fıtratta yaratılmadığımızdan dolayı Yaratıcı, bize yol göstermek ve bizim mutluluğumuzu en kısa yoldan temin etmek için, peygamberleri vasıtasıyla, bize haberler gönderdi. “Mutluluğun pusulası” olan bu haberlere kulak tıkayan mutlu bir kimse ben görmedim. “Belki vardır bile” diyemeyeceğim, kesinlikle yoktur. Çünkü bu husus, eşyanın tabiatına aykırıdır.
DİN, GÜNDELİK HAYATIN MERKEZİNDE İDİ
Bu sualinizi, Kur"an-ı Kerîm"in üslup özelliğinden hareketle açmaya çalışayım. Örneğin Kur"an-ı Kerîm"de namaz, oruç, zekat gibi teklîfe dair hususlar ayrı ayrı yerlerde geçmektedir.
Niçin acaba bu emirler ayrı ayrı yerlerde zikredilmiştir? Bütün bu emirler aynı yerde söylenseydi ve bitseydi olmaz mıydı?
Kitabullah"ın bu üslubu bizim gündelik hayatımıza şu şekilde intikal etmiştir: Daha önceleri memleketimizde her sokakta, hemen her köşe başında bir hazire, bir cami, bir tekke, bir çeşme vardı. Yani din gündelik hayatın merkezinde idi. Kur"an-ı Kerîm"in teklife matuf olan hususları farklı farklı sûrelere yayarak söylediği gibi geleneksel toplumda fert, hayatın her yerine ölümü yayarak yaşıyordu. Ölümün ve ölünün korkulacak bir şey olmadığı, sabahları işe giderken akşamları eve dönerken fatiha okunacak birer durak olduğu şuuruyla hareket ediliyordu. Umumi mezarlıklar icad olunup mahalle aralarına gömü yasaklanınca, ölüm cemiyetten uzaklaştı. Halbuki her gün önümüzde her mahalleden bir tane çıkıyor. Ölüm, unutulmağa çalışılıyor. “Unutulmağa çalışılıyor.” demek asla unutmak demek değildir, o kendini hatırlatır. Ölüm yokmuş gibi yaşamak, yaşama prensibine aykırıdır. Ölüm gündelik hayatın dışına itilince ibadette, evde yalnızca seccadenin üstüne, ev dışında ise yalnızca cami duvarlarının arasına hapsedilmiş oldu. Eğer ibadeti, ramazan ayının müddetine, evde seccadenin üstüne, dışarıda cami duvarlarının arasına hapsetmek gafletinden kurtulursak günlük hayatımızın içinde çiçek sulamaktan yetim başı okşamaya kadar her şey ibadet hüviyetine bürünür. Dolayısıyla da dini gündelik hayatın dışına çıkarmamış oluruz.
Bütün bunlara ek olarak tasavvuf kültürüne dair unsurların gündelik hayattaki izleri nelerdir?
Bugün tasavvuf, kurumları ile değil belki, ama, kültürü ile yaşıyor. Bir kere bu kültürden lisanımıza intikal etmiş fevkalade çok sayıda tabir var. “İşi altmış altıya bağlamaktan”, “aman illallah” beye varıncaya kadar günlük dilde kullandığımız tabirlerde, yani hayatın ta içinde tasavvuf vardır. Bir anlaşma vasıtası olan dil, şüphesiz günlük hayatın en önemli unsurudur ve tasavvuf, burada belirgin olarak kendini hissettirmektedir.
Bugünün sosyal fotoğrafından hareketle içtimai hastalıklarımıza, problemlerimize çareler bulmak zorundayız. Bu noktada tasavvuf geleneğinden istifade edebiliriz. Ayrıca tasavvufî hayatın kültürel etkileri, sadece şeyh-mürid ilişkisi ile sınırlı tutulursa, bu yanlış ve noksan olur. Zira bu ilişkiler yumağı, artık tasavvufu fiilen yaşamak isteyenlerin halidir. Fakat tasavvufun günlük hayata intikali tasavvufu bi"l-fiil yaşamak isteyen insanlarla sınırlı değildir. Sözün özü, tasavvufun kurumsal olarak yaşıyor olmaması, tasavvuf kültürünün getirdiği bir çok güzelliğin cemiyette yer almamasına asla mani değildir.
Âsumandır kubbesi hep ahterân kanâdili
En ziyâ-bahşâ kandili güneşle mâhtır
Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak
Cümle mevcûdât zâkir cihân dergâhtır
Vesselam.
Röp: Ercan Alkan
Web sitemizin dışında farklı sitelere yönlendiren linklerin içeriklerinden
Semazen.net sorumlu tutulamaz.
Görsel Tasarım: Capitol Medya // Yazılım: CM Bilişim