Tabip, hastalığa düşmandır, hastaya değil. O, hastalığı yok etmek sûretiyle hastayı kurtarmaya çalışır. Çünkü hastalığa düşman, hastaya dosttur.
Allah, bilgi ve hikmetle yaratır, çünkü Alîm ve Hakîm"dir. Hikmet dolu kitabın adı Kur"ân-ı Hakîm"dir.
Cenâb-ı Hak, gönderdiği her peygambere, din bilgisi yanında hikmet de vermiş ve son peygambere şöyle emretmiştir:
“İnsanları, Rabb"inin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle davet et. Onlarla en güzel şekilde tartış. Çünkü Rabb"in, kimin yoldan saptığını, kimin doğru yolda olduğunu bilir. Onlara bir ceza ile karşılık verecek olursanız, size yapılan kadar karşılık veriniz. Ve şayet sabrederseniz, bu sabredenler için kesinlikle daha hayırlıdır. Sen sabret! Ancak sabrın, sırf Allah rızâsı için olsun.” (Nahl: 16/125)
Hazret-i İsa da aynı mesajı başka bir üslûp ile dile getirmiş: «Size tokat atan birine karşı öbür yüzünüzü de çeviriniz.» demişti. Şunu da ilâve etmişti: «Yalnızca dostlarınızı değil, düşmanlarınızı da seveceksiniz!»
Îman ehli, özellikle peygamberlerle velîler, kimseyi düşman görmezler. Fakat onlara düşman olanlar vardır ve hep olmuştur. Hazret-i İsa, düşman sözüyle bunları kastetmişti. Çünkü o da diğer nebîler gibi, insanları, küfrün karanlığından kurtarıp, îmanın aydınlığına çıkarmak için gelmişti.
Tabip, hastalığa düşmandır, hastaya değil. O, hastalığı yok etmek sûretiyle hastayı kurtarmaya çalışır. Çünkü hastalığa düşman, hastaya dosttur.
Peygamberler de öyledir, onlar küfrü yok etmeye çalışırlar, kâfiri değil. Kâfir, inkâr karanlığından kurtulup, îmanın aydınlığına kavuşunca, senin din kardeşin ve dostun olacaktır.
İşin püf noktası da budur:
İnsanları ikna edip, îmana kavuşturmak kolay iş değil. Bu iş, yüksek zekâ, üstün bilgi, derin hikmet, tükenmez sabır ve sonsuz tahammül gücü ister.
Hikmetsiz bilgi, zihinlere girse de kalplere giremez, oraya ulaşamaz. Îman, yalnızca akla bağlı bir vak"a değil, aklı aşan ve kalplere ulaşan, hattâ oradan da taşan bir sevgidir, saygıdır. Ebedî varlığa duyulan sonsuz aşktır.
Mevlânâ; «Şeytanın aklı kadar aşkı da olsaydı, iblîs durumuna düşmezdi.» der.
Hikmete dayanmayan dindarlık kaba softalıktan öte gidemez. Aşktan mahrum olan kalp, taştan da katıdır. Sevgisiz yüz, en çirkin yüzdür.
Epiktetos"un dediği gibi hikmet; zekâ, bilgi, akıl ve düzendir.
Ve bu dört unsurun birlikteliğinden doğan sentezdir.
“Kâinattaki olayları, bize bağlı olanlar ve olmayanlar diye iki gruba ayırmak gerek. Bize bağlı olmayan, önlenmesi de elimizde olmayan olaylar için üzülmenin bir faydası yoktur. Eğer üzüleceksek, kendi elimizle kendimize yaptığımız kötülükler için üzülmeliyiz. Onlardan kurtulmanın yollarını aramalıyız. Öbürlerine gelince, âdemoğlu zaten onlara uymak ve boyun eğmek için yaratılmıştır. Çünkü onlar ilâhî takdirin eseridirler.
Dünya nimetlerinden sana verilmiş olana şükret. Şükret ki, mutlu olasın. Verilmeyenler için, hırsa kapılıp da acı çekersen, hayatta hiçbir zaman mutlu olamazsın. Kin gütme, kıskançlık etme ki, mutlu olasın. Yüce Yaratan herkese taşıyacağı kadar nimet vermiştir. Her nimet için herkes aynı derecede hayırlı değildir. Allah"tan hakkında hayırlı olanı dile. Şunu da bil ki, dünya nimetlerinin hepsi gelip geçicidir. Dünya hayatının kendisi de öyledir.
Yılan hırsızının hikâyesini dinle de ondan ders al:
Bir yılan terbiyecisi vardı. Çarşı ve pazarlarda yılan oynatır, onunla geçimini sağlardı. Bir hırsız, o yılanı çaldı. Aptallığından onu ganimet sanıyordu. Fakat yılan hırsızı soktu ve öldürdü. Yılancı öleni gördü ve tanıdı. Oysa yılanını bulmak için günlerce ağlayıp sızlayan ve Tanrı"ya dua eden yılancı bu sefer: «İyi ki yılanımı çalmışlar, iyi ki yüce Rabbim duamı kabul etmemiş.» diye sevinmeye başladı.” (Mesnevî c. II/b. 135-140)
Hayırsız mal, sahibinin koynundaki yılan gibidir. Nice dualar da var ki, sahibi için tam bir helâktir. Esirgeyen Mevlâ, kereminden dolayı her duayı kabul etmez.
“Âlimin sermayesi ve azığı; kitap, kalem ve defterdir. Gerçek sofinin azığı ise kar gibi bembeyaz ve tertemiz bir kalptir. Sofi av peşine düşen ve ceylânın ayak izlerini görüp iz süren avcıya benzer. Bir müddet bu izler işe yarar, daha sonra ona o âhûnun kokusu yol gösterir. Sofi bu izlere ve bu kokuya şükreder de yola revan olursa muradına erer. Yok eğer: «Ben oldum, aradığımı buldum.» derse, yarı yolda kalır. Misk kokusu alarak, bir konaklık yol gitmek, iz sürmeden, koku almadan yüz konaklık yol gitmekten daha hayırlıdır.” (Mesnevî c. II/b 160-165)
Sofunun merkebi ne hâllere düştü, başına neler geldi, anlatayım da dinle:
Bir sofu seyahate çıkmıştı. Döne dolaşa bir tekkeye konuk oldu. Merkebi ahıra bağladı. Kendisi de sofanın başköşesine geçti oturdu ve sohbete daldı. Sohbet, murakabe ve zikir derken, gece bir hayli ilerledi. Sofuya yemek getirdiler. Sofu ahırdaki merkebi hatırladı. Hizmetçiye: «Ahıra git, merkebime yem ver, su içir, yorgundur palanını çöz, sırtını kaşağıla, altını süpür, ıslaksa kuru toprak koy!» diye birtakım tembihlerde bulundu. Hizmetçi her tembihin sonunda «lâ havle» çekiyor: «Efendi merak etme, ben bu işin ehliyim, bana işimi öğretme.» diyordu. Sonra «peki peki…» deyip odadan çıktı. Fakat ahıra uğramadı ve denilenlerin hiçbirini yapmadı.
Sofu yorgun argın uykuya daldı ve rüyasında eşeği gördü; eşeğe bir kurt saldırmış, onu sırtından ve kalçasından parçalayıp duruyordu. Uyandı «lâ havle» çekti ve; «Ne acayip rüyadır bu!» dedi. Yine uykuya daldı. Rüyasında yine eşeği gördü, bu sefer eşek yolda düşe kalka yürüyordu. Sonra uyandı; «Acaba o hizmetçi eşeğe iyi bakmadı mı?» diye düşündü. Fakat din kardeşi hakkında kötü zan beslemesine gönlü râzı olmadı. Vesvese içindeydi.
Zavallı eşeğe gelince, durumu düşman başına denecek cinstendi. Toz-toprak içinde, semeri ters dönmüş, kuskunu kopmuş, bütün gece aç-susuz beklemişti. Erkenden hizmetçi geldi, eşeğin semerini düzeltti, kuskununu bağladı, sonra da birkaç sopa vurdu, eşek korkudan ayağa kalktı. Ancak dili yok ki hâlini söyleye.
Sofu merkebe binip yola koyulunca, zavallı hayvan iki adım atmadan tökezleyip yere düşüyordu. Öteki yolcular, onu hasta sanıyordu. Ve sofuya soruyorlardı: “Efendi bu ne hâl? Dün şükür olsun, bu eşek güçlü, kuvvetli demiyor muydun?” Sofu, geç de olsa meseleyi anlamıştı: “Geceleyin lâhavle yiyen eşek ancak bu kadar yürür.” dedi.
Hazret-i Mevlânâ bu hikâyeyi anlatmadan önce şöyle bir uyarıda bulunuyor ve: “Hikâyenin zâhirine (dış yüzüne) aldanma sakın! Sapla samanı birbirinden ayırt etmeye bak!” diyor.
Eşek senin bedenin, hizmetçi de nefsindir. O tekke, bu dünya hayatıdır. Rüyadan uyanmak ölümdür. Yol da âhiret yolculuğudur.
Bedeni, ikiyüzlü nefsin emrine verir, onun hizmetine ve himmetine güvenirsen, sonun işte böyle olur. Şeytanın ağzından çıkan lâhavleye güvenen kişi, cihad yolunda o eşek gibi tepe üstüne düşer. Sahte şeyhlerden irşad bekleme. Aşağılık kişilerin hürmetine aldanma. Kötü dostun hizmetine güvenme. Kötü dostun, senin postunu yüzmek ister. Kendi işini kendin gör. Aslanlar gibi kendi avını kendin yakala. Başkasının arsasına ev kurma. Yabancıdan hizmet ve yardım bekleme!” (Mesnevî c. II/203-265)
Yabancı kimdir? Topraktan olan bedenindir, nefis de bedenin istekleridir.
Senin gam ve elem çekmen nefis yüzündendir. Bedene yağlı-ballı şeyler vermekle öz cevherin olan rûhunu semirtemezsin. Bedeni misk kokulara yatırsan da ölüm gününde pis kokusu meydana çıkar. Rûhun gıdası; et ve ekmek, yağ ve bal değildir. İlim, hikmet, hidâyet ve ibadettir. Tek kelimeyle ilâhî aşktır.
Çağımız insanı, daha önceki çağlarda yaşamış olan dedelerimizin hayal bile edemedikleri dünya nimetlerine sahip. Ama ne var ki, onlar kadar mutlu değil. Onlar, bizim sahip olduğumuz nimetlere sahip değillerdi. Lâkin kadere îman da bu inançlarıydı. Aslında mutluluk, sahip olduğumuz şeylerden ileri gelmiyor, onlara verdiğimiz değerden, onlar hakkında taşıdığımız fikir ve kanaatten doğuyor. Elindeki balonu kaçıran çocuk ağlar. Babası, «alt tarafı bir balondur, ne var ağlayacak bunda?» deyip onu azarlar. Çünkü baba ile çocuğun balonun önemi hakkındaki fikir ve kanaati birbirinden çok farklıdır.
Aslında bizi üzen şey, olaylar değil, olaylar hakkındaki fikir ve kanaatimizdir.
Olur olmaz şeyler yüzünden üzülmek istemiyorsan, onlar hakkındaki fikir ve kanaatlerini değiştir. Olayları zaten değiştiremezsin.
Canlı varlık acıdan kaçar, hazza koşar. Ancak haz peşinde koşmak da çoğu zaman insana acı getirir. Elde edemediğimiz her istek, bizi bedbaht eder. Biz, gerçek ihtiyaçlar için değil, geçici heves ve istekleri terk etmeliyiz!
İşte o zaman hikmet ehlinden biri oluruz.