İsmail Yakıt
|
MEVLÂNA'NIN MİLLİYETİ
Niçin Bu Konu?
Şehbal'ın ifadesiyle: “Kadirşinas milletlerden kadri bilinecek adamlar yetişir.” Bu sözden anlaşılan, kıymeti bilinecek büyük adamlar ile onu yetiştiren takdir bilir milletler arasında doğru bir orantı olduğudur. Bir millet ne kadar büyük adam yetiştiriyor, büyüklerine sahip çıkıyor, onlara müteşekkir oluyorsa, gelecek nesillerine o nispette önemli emanetler ve mesajlar tevdi etmekle birlikte milletçe ölümsüzlüğün temellerini güçlendiriyor demektir.
Paris'e gidenler bilir. Sorbonne Üniversitesi'nin arkasındaki Pantheon adı verilen Müzenin üzerinde büyük harflerle “Aux Grandes Hommes La Patrie Reconnaissant” (=vatan sadece büyük adamlara müteşekkirdir” ibaresi yer alır. Bu Pantheon'da gömülü olanlar, dünya çapında isim yapmış ve tarihe mal olmuş Fransız bilim adamları, felsefecileri, şairleri ve yazarlarıdır. İçlerinde siyaset adamı olmayan bu ünlülerden bazıları şunlardır: Voltaire, J.J. Rousseau, Victor Hugo, Emile Zola, Pierre Curie ve Marie Curie ile Alexandre Dumas vb…böylece Fransızlar, hem kendi çocuklarına vatanın müteşekkir olduğu örnek kişileri tanıtırken, hem de kendi büyüklerine verdikleri kıymeti ve onlara nasıl sahip çıkıldıklarını dünyaya gösteriyorlar.
Bir millet yetiştirdiği büyük adamlara sahip çıkmasını bilmeli ve onlara gereken önemi göstermelidir. Onları ideal birer şahsiyet olarak hem kendi nesline hem de beşeriyete sunmasını bilmelidir. Eğer büyük adamlar veya tarihe mal olmuş önemli kişiler, mutlaka birileri tarafından ilgili olsun olmasın bir şekilde sahip oluna gelmişlerdir. Mesela “1989'da Çin halk Cumhuriyeti, Cengiz Han'ı milli kahraman ilan etmiştir”. Keza Araplar da hiç ilgisi olmadığı halde “Schakespeare” e sahip çıkmışlar ve onu 1993'de alel acele Şeyh Zübeyr” yapmışlardır (Taneri, s. 281).
Bugün Mevlâna da birçok ülke tarafından paylaşılamamaktadır. Farsça yazdı diye İranlılar onu bir İranlı, Belh'de doğdu ve bu yer şimdi Afganistan'da diye onu bir Afganlı, babası Tacikistan'ın Vahş şehrinde ders verirken orada dünyaya geldi, diye onu bir Tacik, gerek bir rubaisindeki ifadesinden ve gerekse bilimsel bazı araştırmalardan anlaşıldığı üzere onu bir Türk kabul edenler olmuştur.
Şurası muhakkaktır ki, bir kimse kendisinin mensubiyetini açıkca ifade ediyorsa, veya kendisini hangi milletten hissediyorsa o, kabul ettiği millettendir artık bunun üzerinde söylenecek söz olmamalı diye düşünüyorum. Daha ileride ele alacağımız ve bilimsel verilerle göstereceğimiz gibi, o kendisinin Türk olduğunu açık ve seçik söylemiştir. Buna rağmen, yukarıda beyan ettiğim gibi, bazı ülkeler kendilerinden olduğunu ısrarla, dünya çapında bir propagandaya girişmişler ve bunun için de özellikle İran önemli gayret sarf etmektedir.
İran, kendisine yakın bir coğrafyada yaşamış ve kendi dilini kullanan her büyük adamı sahiplenmiş ve bunun için, kendi kültür tarihi ve edebiyatında yer vermiş olduğu mümtaz şahsiyetleri uluslar arası arenada da kabul ettirmiş bulunmaktadır. Malesef, Türk dış işlerinde ve kültür politikalarımızda geçmiş Türk büyüklerine sahip çıkma gibi bir geleneğimiz olmadığından İran, meydanı boş bulmuş hemen hemen hepsini sahiplenmiş ve dünya literatürüne tescil ettirmek için oldukça yüklü bir kaynak harcamıştır. Mesela Şah dönemi İran'ın mümtaz misafirlerinden olan Fransız profesör Henri Corbin, çok yüklü bir ücret karşılığında hazırladığı dört ciltlik “İran Tarihi”de Türk, Özbek, Azeri, Türkmen, Tacik, ne kadar düşünce, din ve tasavvuf adamı varsa hepsini İranlı göstermekte tereddüt etmemiştir. Ünlü İşrak filozofu Azeri Türk'ü Şehabettin Sühreverdi ile bir Özbek Türk'ü olan İbn Sina, sadece İran'a yakın bir coğrafyada yaşadığı ve Farsça risaleleri bulunduğu için hemen İranlı yapılmıştır. Tabiî ki Şah da Corbin'e Hazar Denizine nazır tribleks bir villa hediye etmek gibi bir nezakette bulunmaktan geri kalmamıştır.
Bugün İran'da şahlık dönemi bitti, mollalar iş başında ama İran'ın bu politikası değişmedi. Mollalar Mevlâna'yı kimseye vermiyorlar ve onu İranlı göstermede azami gayret sarf etmekteler. Bunların bugün en önemli temsilcileri Seyyid Hüseyin Nasr'dır. Kendisi Amerika Birleşik Devletleri'nde George Washington Üniversitesi'nde İslam Felsefesi profesörüdür. Yani benim branşımdan bir akademisyendir. Çalışmaları, İslamoloji'den ziyade İranoloji'dir. Eserlerinin çoğu İngilizcedir. Kendisi uluslararası konferanslarında hep İngilizce konuşur.
8 Mayıs 2007'de İstanbul'da Kültür Bakanlığımız tarafından düzenlenen ve benim de davetli olduğum “Uluslararası Mevlâna Sempozyumu”nda İngilizce bir açılış konuşması yapmıştır. Simültane tercümeden konuşmayı dinledim. Çok genel ve belli bir amacı olmayan eskilerin “laf mugalatası” dedikleri tarzda bir konuşma yaptı. Kendisinin Mevlâna'yı İranlı gösteren biri olduğunu bildiğim için, ne zaman ağzından baklayı çıkaracak diye dikkatle dinledim. Nihayet konuşmasının sonunda- Türkiye'de olduğunu dikkate alarak- konuya değindi. Daha sonra yayınlanan bildiri kitapçığına göre, Nasr şöyle diyor:
“Mevlâna'yı dar şovenizmden de korumak zorundayız. Tarihte Afganların Mevlâna'nın bir Afgan olduğunu, İranlıların dili Farsça olduğu ve o tarihlerde Afganistan da İran'a bağlı olduğu için İranlı olduğunu söylemeleri için artık çok geç; aynı şekilde o bir İranlı ve Türkler onun burada öldüğünü ve Konya'da yatmakta olduğunu belirterek onun mirasına sahip olduklarını, onun Türk olduğunu söylüyorlar. Mesajının ne kadar önemli olduğuna bakıldığında bu gerçekten artık çocuk oyununa döndü (Nasr, s. 51) Bu konuşmasının az ilerisinde şunları söylüyor: “…O (Mevlâna), sadece Allah'ın İranlı yarattığı, Müslüman yaptığı ve ona atfedilen tüm özellikleriyle Türkiye'de yaşayıp ölmesini nasip ettiği bir kuldur” (Nasr, s. 52). Görülüyor ki S. H. Nasr'ın geniş şovenizmi (!)bu olsa gerek. Herhalde büyüklerin oyunu da böyle oluyor demekten insan kendini alamıyor.
Kongre açılış bildirisinde kendisine bir soru yöneltmek istedim. Ancak soru sorulmayacakmış. İzin verilmedi. Ben yerimden kalkarak sahneye doğru gittim ve kendisine Fransızca olarak hoş geldiniz dedikten sonra, kendimi tanıttım ve kartımı verdim. Mail'leşmek istediğimi de söyledim. Kendisine bir sorum olduğunu belirttim. Yüzüme baktı, bir şey demedi. Bu arada birileri onu alıp İngilizce bir şeyler söyleyerek hemen sahneden götürdüler. Ya Fransızca bilmiyordu veya Fransızca konuşmak istemedi. Eğer “Buyurun sorun” deseydi, ben de kendisine : “Bu konferansta kendinizin İranlı olduğunuzu birçok kere söylediniz Siz bir Amerikalı değil misiniz?” diyecektim. O da gayet tabii olarak: “Hayır ben İranlıyım” diyecekti. Ben de: “Sizin nerdeyse bütün eserleriniz İngilizce, kendiniz de hep İngilizce konuşuyorsunuz. O halde siz Amerikalı veya İngilizsiniz”. Diyecektim. “Hayır İranlıyım” demeye devam edecekti. Ben de . “Demek ki kişi yazdığı veya konuştuğu dilin halkından olmayabiliyor. Tıpkı Mevlâna da olduğu gibi “ diyecektim. Nasip olmadı.
Mevlana'nın milliyeti konusunda konuşup yazmam artık farz olmuştu. Çünkü onun milliyetinin tartışma konusu olması cidden gücümüze gidiyordu. Bu konuda kimse bilimsel konuşmuyordu. Zaten eskiden beri malzeme topluyordum. Değerli dostum Sn. Şimşekler de bazı fotokopilere ulaşmamda yardımcı oldular. Bu arada yine bir aziz dostumuz, gönül adamı Sn. Dörtbudak da beni Manisa'daki Sempozyum'a ısrarla davet etti. Ben Sempozyumlara ara vermek istemiştim. Katılmayı düşünmüyordum. Belki uygun görülmez ve ben de katılmam diyerek, milliyet konusunu önerdim. Meğer, sevgili kardeşim Veysî Bey'in gönlü benim ki gibi bu konuda yaralıymış. Çok faydalı olur dedi. Ben de açılış konferansı olarak süre tahdidi olmaksızın artık bu noktada mümkünse söylenecekleri söyleyelim dedim. Memnuniyetle kabul buyurdular.
Konu üzerinde çalışırken, bazı safdil dostlarımız bu konunun gereksiz olduğunu, o, insanlığa mal olmuş bir kişidir, milliyeti mi konuşulur? Onun mesajı bizim için esastır gibi, sözlerle beni caydırmaya çalıştılar. Hatta Mevlana'dan bir rubai bile okuyanlar oldu.
“Men bende-i Kur'ânem, eğer cân dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem
Eger nakl koned coz în kes zi guftârem
Bîzârem ez u ve'z an suhen bîzârem”
(Yaşadığım müddetçe Kur'an'ın kölesiyim ben
Seçilmiş Muhammed'in yolunun toprağıyım ben
Benimle ilgili kim bundan başka bir şey söylerse
O kişiden de söylediği sözden de şikayetçiyim ben)
Ben iyi ya işte bu rubai de bizi destekliyor dedim. Mevlana'nın kölesiyim dediği Kur'an, her insanın bir soy sop üzere yaratıldığını (Furkan , 25/54), insanların birbirlerini tanımaları için şube ve kabilelere ayrıldığını (Hucurat, 49/13), bizim ırklarımızın dil ve renklerimizin ayrı ayrı olmasının Rabbin varlığının delillerinden (Rum, 30/22) olduğunu söylüyor. Keza her peygamber kendi kavmine gönderilmiştir. Her ne kadar evrensel mesajlar getirseler de mensup oldukları bir kavim vardır. Kur'an bunları alenen söyler dedim. Benimle tartışmayı ilerleten bu arkadaşım Mevlana bir güneştir. Bütün insanlığı aydınlatır. Onu bir yere atfetmek doğru olmaz deyince ben de sen güneşin ışığına bakarak bunları söylüyorsun. Mesajları için bu söz doğrudur. Güneşin de aslı vardır. Onda yanan hidrojen gazıdır. Onu görmemezlikten gelemezsin dedim. Nihayet Pascal'ın şu meşhur sözünü söyledim: İlmin vatanı yoktur ama ilim adamının vatanı vardır. Biz de buradan hareketle Mevlana'nın mesajlarının, düşünce ve fikirlerinin vatanı, milliyeti yoktur ama Mevlana'nın vatanı ve milliyeti vardır. Onu ortada bırakıp, birilerinin haksız yere sahip çıkmasına göz yummamalıyız. Bu araştırmayı onun Türklüğünü ispat sadedinde yapmıyoruz. Başka bir millet de olması en tabii bir durumdur. Ancak bunun ilmen ispat edilmesi ve belgelendirilmesi gerekir. Kaldı ki bizim araştırmalarımız ve ulaştığımız belgeler onun milliyetinin Türk olduğu yönünde ağırlık kazanmaktadır.
Belh'ten Konya'ya
Mevlâna'nın atalarının yaşadığı ve kendisinin de dünyaya geldiği Belh kenti, ünlü vatan şairi Namık kemal'in ifadesiyle “Türkistan-ı kebir” denen bölgenin kadim bir şehridir. Bu şehrin X- XIII Yüzyıllar arası etnik yapısı Türk'tür. Konuşulan dil, her ne kadar elit tabaka arasında yaygın olsa da Farsça değil, Doğu Türkçesi diyebileceğimiz Kaşgar Türkçesi, yani Türkçe'nin Hakanî lehçesidir. Mevlâna ailesi, yine Namık Kemal'in “Türkistan” dediği Anadolu'nun eski bir Türklük merkezi olan Konya'ya gelmiştir. Dolayısıyla bu aile, bir Türk şehrinden bir başka Türk şehrine göç etmiştir. Ord. Prof. Z. F. Fındıkoğlu'na göre: “ Mevlâna ailesini, “Diyar-ı Rum”a sevk eden, önce Erzincan, sonra Larende (Karaman) ve nihayet Konya'ya getirten sâikin psikolojisi tahlile değer. Farsça yazdı diye onu Acem kabul eden bazı gafillerin kültür sosyolojisinden haberdar olmadıkları anlaşılıyor. Kaldı ki, kültür sosyolojisine göre, her asrın bir şekil, form (gestalt)'ı vardır. Bu anlaşılmadıkça içindeki zihni ve fikri davranışlar anlaşılmaz. O halde yapılacak şey, XII, XIII ve XIV. asırlardaki Anadolu'nun kültürel şeklini kavramak ondan sonra bu şekil içindeki fertler ve eserler hakkında hüküm vermektir. Böyle bir tecrübe Mevlâna için henüz yapılmadı” (Fındıkoğlu, s.31)
Mevlâna ailesini Belh'ten göçe zorlayan saik ne idi? Bazı kaynaklar, Mevlâna ailesinin Belh'ten ayrılış sebebini, Bahaeddin Veled'in ünlü kelamcı ve bağımsız filozof Fahreddin Razî (1149-1209) ile aralarının açılmasını gösterse de bunun gerçek olmadığı, İstanbul Üniversitesi'nin Şarkiyat bölümünü kuran, ünlü Oriyantalit Helmut Ritter'in çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Zira Razî, Bahaeddin Veled'in Belh'ten ayrılışından üç yıl önce vefat etmiştir ve kaynaklarda Razî'nin Belh'e geldiğine dair hiçbir bilgi yoktur.(Çağatay,s.37)
Sultan Veled'in “İbtidanâme”sini okuyanlar, dedesi Bahaeddin Veled'in Belh halkına darıldığından ve muhtemel bir Moğol istilasından dolayı terk ettiğini öğrenir. Sultan Veled ayrıca dedesinin, Moğolların Belh'i aldığının haberini yolda öğrendiğini söyler. Tarihi vesikalara göre Moğollar 1218'de Belh'e girdiğine göre, Mevlâna ailesi Belh'ten muhtemelen 1217-1218'lerde ayrılmış olmaktadır.
Moğol hükümdarı Cengiz'in(1155-1227), Harezmşahlar hükümdarı Kutbuddin Mehmet'le arası iyice açılmış ve devrin Abbasi halifesi Nâsır li-dinillah de Cengiz'i sürekli Harezmşahlar toprağını saldırmaya kışkırtıyordu. Moğollar da kanlı baskınlara başlamışlardı. İşte bütün bunları baba Bahaeddin Veled, gerek kendi ilmi çalışmaları ve gerekse ailesinin hayatı için tehlike gördüğünden göçe karar verir (Çağatay, 36-37).
Devam Edecek...
Prof. Dr. İsmail YAKIT
Akdeniz Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü/ANTALYA
Web sitemizin dışında farklı sitelere yönlendiren linklerin içeriklerinden
Semazen.net sorumlu tutulamaz.
Görsel Tasarım: Capitol Medya // Yazılım: CM Bilişim