Benlikten sıyrılan hak kapısının eşiğinde dâim niyazda olan rıza üzere sabit kadem olan, nefsini arif olmakla Hakk'ı ârif kılınan, her tecelliyi Hak'la bilip Hak'la idrak etmeye çalışan, Hak yolunun hakkını vermek üzere azm ü gayret gösteren, malı, mülkü, varlığını, sevgilisi uğruna sarf eden, benden senden geçip O'nu bulan marifet ve Hakk'a kurbiyyet kapısının eşiği...
Derviş ve dervişlik deyince ne kadar çok şey akla ve hatıra gelir. Müsbet veya menfi dervişlik hakkında çok şey söylenile gelmiştir.
Derviş kelimesi Farsça lügatlerde kapı eşiği, kapı eşiğinde duran, kapı, kapı dolaşıp dilenen, geçimini ve ihtiyacını kapıdan veya bir kapıdan temin eden kişi manalarına gelen bu tabir tasavvuf ıstılahında ayrı bir mana kazanmıştır. Sözlük anlamının ifade ettiği açılımlardan hareketle seyr u suluktaki müridin halini anlatan bir ıstılah haline gelmiştir. Zira manevi yolda terbiyesine devam eden sâlik rızâ halinin tecellisine derviş kelimesinde mevcut olan mana ile benzerlik taşımaktadır. Peki sûfiyyede derviş denildiğinde ne gibi manalar kastedilebilir? Diye sorulacak olursa bunu bir cümle ile cevaplamak ve bir şekilde izah etmek pek mümkün olmayacaktır. Binâenaleyh biz derviş ve dervişlik hakkında ifade edilen tarifleri belli başlıklar altında toplayarak nazar-ı dikkatlerinize vermek istiyoruz.
Derviş; sadece Hakk'ın cemâli ve rızası için nefsini Allah yoluna vakfeden kişidir. Derviş kelimesinin bu hali tarif etmesi alelade bir yaklaşımın neticesi değildir. Peygamber (s.a.v.) efendimizin ashabı kısım kısımdı. Müşkîli olduğunda gelip gidenler, uzaklardan başka memleketlerden veya beldelerden gelip huzur-u Resûlullah'ta bir müddet kalıp gidenler olduğu gibi ara sıra onun sohbetinde bulunup başka işlerle uğraşanlar da vardı. Sadece namaz vakitlerinde veya başka sebeplerden dolayı teşekkül etmiş cemaate tâbi olanlar ve bunlardan maada bir takım vazifeli sahabeler ile huzur-u Resûlulah'ta onun sohbetinden hiç ayrılmayan kimseler de vardı. Bunlar maddi ve manevî terbiyelerinin tamamı peygamberin uhdesinde olan kişilerdi ve ashab-ı suffe olarak isimlendirilmişlerdi. Efendimizin mübarek ravzasında kendilerine ayrılan hususi mahalde beklerler ve o kalk demeden kalkmaz, o İkram etmeden bir şey yemez, gidin demeden gitmezlerdi. Hz. Fâtıma validemizin hücre-i saadete bitişik olan evinin kapısı önünde içerden gelecek emri muntazır vaziyette ibadet ve taat ile vakitlerini vakfederlerdi. Hz. Ebu Hureyre (r.a.) çok kısa bir sürede bu kadar çok hadisi nasıl öğrendiğini soranlara sizler iş güç peşinde maişetinizi temin ile uğraşırken bizler Resûlullah'ın yanından hiç ayrılmıyorduk. Sizler bana onun sözlerini değil kaç kere gözlerini kırparlardı diye sorun onu dahi cevaplayayım diyerek suffe ashabının halini bizlere anlatmıştır. Yine suffe ashabından olan Abdullah ibn Mes'ud (r.a.) Resûlullah'ın verdiği tesbihatın adedini şaşırmamak ve yanlış miktarda çekmemek için ipe düğüm atarak zikrini eda ettiğini bildirmektedir. Ancak burada şunu da belirtmeliyiz ki ashab-ı suffe katiyyen işi gücü bırakıp kabiliyet ve kudretini kullanmayıp miskince yatan insanlar topluluğu olmaktan uzak olup onlar daha çok Hz. Peygamber'in özel öğrencileri statüsündeydiler.
Derviş Allah'ın kapısında herşeyini terk ederek fakrını fahr yani yoksulluğunu övünç kaynağı olarak gören, böylece rıza kapısına erip oradan kendisine verilecek olanı sebatla ve aynı zamanda muhabbetle bekleyen kişiye denir. Bu hali ile hiç bir şeyi kalmamış, kapıya gelip el açan dilenci gibidir. Her şeyini bırakmış, kapıdan kendisine ne verilirse kabul edecek vaziyette bekler. Nasıl ki bu durumda neden şunu verdin de bunu vermedin? Diye sorulmazsa Allah yolunun fukarası da kendilerinde bir varlık görmediklerinden kendilerine gelen tecelliyat karşısında niçin böyle oldu? Neden bu verilmedi? gibi sözlerden uzak ve beri dururlar. Buradan da lütuf, ihsan, ve ikram ile kahır, musibet ve belayı ayrı görmeyip bunların Cenâb-ı Hakk'tan gelen tecelliler olarak kabul edip ona göre karşılayan kişiye derviş dendiğini anlamaktayız.
Hoştur bana senden gelen
Ya gonca gül yahut diken
Ya hil'atü yahut kefen
Kahrında hoş lutfun da hoş
Derviş sermayesi muhabbet ve aşk olan zât'a denir. Aşk kendinden başka her şeyi yok ettiği için malını, mülkünü, varlığını ilâhi aşk yolunda harcetmiş rızâ kapısına tamamıyla yok olarak benlikten sıyrılmış olarak gelen zata denir. Bütün alışverişleri muhabbettir.
Gül alırlar gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar
Çarşı pazarı güldür gül
Yârin muhabbeti ile oturur, yârin muhabbeti ile kalkar, onunla konuşur, onunla duyar. Muhabbet deryasının balıklan gibidirler onlar. Zira, bazı muhabbetler yemek içmek gibidir. Arada bir ihtiyaç veya zevk için ifa edilir. Bazı münasebetler def-i hacet gibidir. Zaruretten icra edilir, fakat dervişlik muhabbeti demek hava gibidir, nefes gibidir. Bu muhabbetsiz yaşayamayan başka bir deyişle ancak bu muhabbetle yaşayan zâta derviş denirmiş. Bir gün Resûlullah efendimize zengin bir grup geldi. Dediler ki; "Ya Resûlallah, biz seninle çok oturup konuşmak istiyoruz, sohbetinde daha fazla bulunmak istiyoruz ancak şu etrafındaki fukaranın halleri bizlere rahatsızlık veriyor. Ayrı bir yerde sizinle sohbet etmek veya huzurunuzdan bu arkadaşlar olmadan sizinle görüşmemiz mümkün mü?". Efendimiz (s.a.s.) tebessüm ederek fevkalade muazzam bir cevapta bulundular: "Pekala onların gelmediği zamanlarda sizler gelirsiniz". Bu cevap karşısında mahcup oldular ve zira bahsettikleri zatların hiçbiri Resûlullah'tan bir an bile ayrılmıyorlardı. Bu durumun Allah (c.c.) tarafından teyidi de Kehf suresinin 28. ayetidir ki şöyle buyrulmaktadır: sabah ve akşam Rablerine O'nun cemalini dileyerek duâ edenlerle birlikte sende sabret Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Bu sâdık ve sâlihlerle beraber olmanın Allah (c.c.) Teâlâ'ca ifadesidir.
Büyüklerden biri şöyle der: "Dünyaya talip olanlara ve dünyevi saltanata sahip olanlara köleler, cariyeler hizmet eder. Ahirete, cemalullaha talip olanlara, ahiret sultanlarına ise 'hür'ler hizmet eder.". Yani nefsin esaretinden kurtulan kişiler hizmet eder. Tasavvufta mürşidlerin bilinen en belirgin sıfatı ve lakabı "Hâdimu'l-fukarâ"dır. (Fukaranın hizmetçisi) Bu da yukarıda arzettiğimiz sözün müşahhas örneğidir. Derviş kelimesini anlatmak için formüller de geliştirilmiş. Bu nevi kelimelerin harf açılımını akılda kalması için bazı güzel yakıştırmalarla ifade etmişlerdir. Mesela, edeb kelimesinin arapça olmasına rağmen harflerinden hareketle türkçe el, dil, bel kelimelerini türeterek edeb eline, beline, diline sahip olmaktır şeklindeki anlatımı gibi. İşte aynı şekilde derviş Farsça bir kelime olmasına rağmen edeb kelimesindeki gibi kavramayı kolaylaştırıcı şekilde Türkçe'de şöyle anlatılmıştır: Derviş orijinal yazılımında "d" (dal), "r" (ra), "v" (vav), "y"(ye) ve "ş" (şın) harflerinden oluşur. Terk makamları düşünülerek derviş dünyayı, riyayı, varlığı, yalanı ve şehveti terk eden kişinin ünvanıdır denilmiş.
Bu kavramları özetlersek dünya burda kastedilen manasıyla içinde yaşadığımız ruhlar aleminden indirilerek geldiğimiz bu alem demek değildir. Böyle anlaşılması yanlışlıklara yol açar. Kastedilen dünyayı terk, gaflete sevk edici, kişiyi zikirden alıkoyan, asli vazifesini unutturan, dünyaperestlik ve dünya nimetlerine aldanma halidir. Yoksa çalışmamak, hüner ve kabiliyetini kulanmamak dünyevi ve içtimai sorumluluklarını yerine getirmemek dünyayı terk demek olmadığı gibi bu şekildeki davranışlar Cenab-ı Hak ve resulü (s.a.s.) tarafından yasaklanmıştır. Hz. Ali (r.a.) esas mevzuumuz olan, makbul olmayan dünya sevgisini "Her ne ki seni rabbinden, rabbinin sevgisinden ve zikrinden alıkoyar, uzaklaştırır işte o senin dünyandır." Diyerek tanımlar. Yine Hz. Mevlânâ "Dünya nimetleri bir deniz, kalp ve ruhsa gemi gibidir. Geminin yürümesi için su lazımdır ve makbuldür. Fakat geminin içindeki su yavaş yavaş veya ansızın batmasını muhakkak kılar.". Sen dünya nimetlerinden en güzel şekilde istifade et. Fakat bunun sevdasını, muhabbetini kalbine koyma. Hep söylüyoruz ya, kullandığımız bir çok tabirin farkında değiliz. Yoksa atalar sözünde Hz. Mevlânâ'nın ifade ettiği mefhum "El kârda, gönül yârda olacak." sözü ile özetlenmiştir.
Mesnevi-i Şerifte Hz. Mevlânâ mahşer günündeki hadiseleri anlatırken şöyle bir canlandırma yapar:
Kişi mahşer gününde yaptığı kabahatleri örtmek için dünyayı suçlar ve derki "Beni gaflete, tuul-i emele (sonu olmayan istek ve arzulara) hep bu dünya ve içindeki güzellikler sevk etti, gözümü boyadı, seni unutturdu, böylece ansızın ecel, ölüm geldi." diyerek dünyayı suçlu olarak gösterir. Dünya dile gelerek, "Ey ahmak kişi, ben sana her halimle rabbini hatırlatan nimetlerimi gösterdim. Ve sadece fâni olduğumu, bendeki zevk ve neşenin daim olmadığını kürsüdeki vaiz gibi sana ibretlerle anlattım ve gösterdim. Baharda açan çiçeklerimi gösterdim, ardından kış ile gelen ölümü gösterdim. Tekrar baharımla haşrolmayı sana avaz eyledim, gönül çekici veya şehvet uyandıran güzellerimi gördün. Fakat aynı sahnede onların sararıp solmuş bedenlerini, saçlarını, gözlerine perde inmiş elleri titrek halleri ile ihtiyarlıklarını da sana gösterdim. Kabristanın yanından geçerken, oradan çıkan ağaçlar dahi "Haberin olsun ölüm var ölüm!" diye ölülerin dışarı çıkmış elleri gibi sana gösterildi. Yani her halimle benim güzelliklerim fâni, bende kalma aldanırsın, baki olanı unutma, nimetimin zevali var diyerek sana binlerce sahen ile bunu anlattım. Şimdi bana iftira etmekten vazgeç, nefsinle başbaşasın." diye karşılık verir. İşte derviş irfanı ile bu zilletten uzak yaşayan kişiye denir. Bu ise Allah ve resulüne ziyade muhabbetle ancak olur.
Ehli dünya dünyada
Ehli ukba ukbada
Her biri bir sevda da
Bana Allah'ım gerek
Riyaya gelince; Riya hakkında ciltlerle kitap yazılmış. Sadece Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde geçen riya şekillerinin tefsir ve izahtan toplansa geniş bir kütüphane vücuda gelebilir, İnşaallah başka bir yazıda müstakil olarak bu konuyu sizlere aktarırız, fakat burada bir nebzecik bahsedelim, riya avam arasında gösteriş, göz boyayıcılık olarak bilinen riya basit bir davranış bozukluğu değildir. Riyâ, kişinin bütün feyzini Allah'a kulluk için lazım olan manevî diriliğini, hayatım, muhabbetini bitiren, kurutarak öldüren feci bir hastalıktır. İçi başka, dışı başka şekilde yaşayarak cansız bedenleri andıran bu nevi şahıslar tedavi olunmazlarsa dünyada ve uhrada, zillet üzerine zillete (kısa ömürlü devlet ve nimet sahibi olsalar da) maruz kalırlar. Az veya çok (müstesna bazı şahıslar olsa da) herkeste mevcut illetlerdendir. İslâmî ahlâkın terbiye sistemi olan tasavvuf, riyanın her türlü şeklini teşhis edecek hassas ölçümler geliştirmiştir. Bu terbiye ve tedavi tezgahlarına tabi olan kişiler, nefsâni riya hastalığından Allah Teâlâ'nın inayeti ile kurtulabilir.
Hemen şunu da hatırlatalım ki, geçmişte ve günümüzde tasavvufun özünü anlayamayan bazı cahiller ibadet ve taatta sözüm ona riya olmasın diye gevşeklik ve tembellik göstermişlerdir. Yaptıkları bu nevi fiilleri de melametmiş gibi kabul ederek, melamet neşesini de yaptıklarına alet etmişlerdir. Zaten Allah'ın emrettiği bir şeyi yapmak kulun boynunun borcudur. Bana riyakar derler diye mükellef olduğu şeyleri yapmamak bir nevi riyakarlık değil midir? Pirlerden bir zat "Yaptığı ibadeti gösteriş kaydı ile kullar beni sevsin, ne kadar iyi desin arzusu ile yapmak riyadır lakin şimdi kullar bana riyakar der gösteriş yapıyor der kaygısıyla mükellef olduğu yani Cenab-ı Hakk'ın emrettiği bir şeyi yapmamaksa şirktir, zira o kişi böyle hareket etmekle kulların rızasını Allah'ın rızasının önüne koymuş olur." Diyerek ihlas, riya, şirk çizgilerini çok güzel ifade etmiştir. Riya , Allah ve resulünü her şeyinden çok severek kazanılan ihlas nuru ile yanar yok olur. Böylece riyayı terk eden kişiler derviş meşrep kişilerdir.
Olmasa sende kibr ile riya
Sensin ol bey tül- Kibriya
Varlık ve varlığı terk buradaki manası ile düşünülürse Allah Teâlâ'nın zatından gayrı var olarak vehmedilen şeyleri terk etmektir. Tasavvufi ıstılahta Allah gayri her şeye "mâsivâ" denir. Bu mefhumla derviş kavramının tam merkezi bulunmuş olur. Sembolik olarak da bu manayı temsil eden "vav" harfi kelimenin tam ortasındadır. Bunu idrakle dünyayı, riyayı, yalanı ve şehveti terkte muvaffak olunur. Aynı zamanda varlığı terk, terk makamlarının nihayetidir. Uzun uzun bunu anlatmaya muktedir değiliz. Fakir erbabı olmadığım gibi bu sahada söylenilmiş sözleri aktarmaya dahi ehil değilim.
Ancak şu kadarını arzedelim ki, varlık terk edilince geriye ne kalır? Bu yokluk ve hiçlikle ele geçen veyahut varılan nedir? Belki tefekkür edilirse suallerin cevabı ruhlarımıza kalplerimize bir ip ucu verebilir.
Terk-i variyetten desen "erini, erini"
"len terâni" demez ol yâr rüveydâ görünür.
Yalan; her türlü yalanı terk. Yalanın tarifi hepimizce malum. Fakat yalanın şekilleri herkesçe malum değil. Küçüğü ile, büyüğü ile maalesef hayatınızı sarmış bir hastalık. Aynı riya gibi, her sahanın, her nefsin kendine özgü yalanı var. Zaten yalansız olmak tam ve kamil şekilde Hakk'ın Hak ism-i şerifine, sıfatına ve zâtına mazhar edecek demektir ki ender kullara nasip olmuş büyük derecedir. Yalan ruhlar aleminde verdiği sözü tutamamaktan günlük hayatımızdaki ufak zannettiğiniz yalanlarla kendisini gösteren ahlâk-ı rezîledir (kölü ahlâktır).
Ele geleni yersin.
Dile geleni dersin
Böyle dervişlik dursun
Sen derviş olamazsın.
Şehveti terk. Kişiyi gaflete sevk eden, Hak Teâlâ'yı unutturan, her türlü nefsânî ve şeytanî zevke "şehvet" denir. Tevbe ile mücadele ve mücâhade ile tedavi edilmesi gerekir.
Hulâsa olarak beyan edersek buraya kadar anlattığımız fiiller zaten her müminde, her insanda olması gereken güzel ahlâktır. Bu ahlâki güzellikleri sadece Allah için hayatına dolayısı ile kendi nefsine tatbik eden kişiye derviş denir. Fark buradadır. İmam Ca'fer-i Sâdık buyurur ki; " Nefs-i için seyr-ü sülük edene keramet verilir, Allah için seyr-ü sülük edene Allah Teâlâ zâtını ikrâm eder".
Tâç marifet tacıdır sanma gayri tâc ola
Taklit ile tok olan hakikatt aç ola.