Raksı ibâdet kisvesi içine sokan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, onu şiirin ve mûsikînin de katıldığı ve adına semâ dediği bir olgunluğa yükseltmiştir ki asırlar boyu mevlevîhâneler, bu söz, saz ve hareketin mûcizeli işbirliği ile cemiyet ruhunun karanlıklarını yarıp insanoğluna tefekkür ve imanın kapılarını açmıştır. Bu suretle de aşk ve şevk aşısı almış pasif, durgun ve battal topluluklardan, bu ham ve dağınık materyalden, uyanık, cevval ve bilhassa müşterek gayeye bağlı idealist ve birleşik irfan merkezleri meydana gelmiştir. İşte bu zaferden ötürüdür ki, tesir ve nüfuzu asırların üstünden aşan o veliye, bir mücahit kahraman demek yerinde olur.(1)
Semâ, lügatte duymak, işitmek anlamına gelir. Allah"ın yüce kitabı Kur"an-ı Kerim “Oku!” diye başlar. Okuyan “Peygamber” gibi kendine ait her türlü istek ve arzudan geçip Allah"a ayna olmuş, Allah"ın söylediğini aynasında yansıtan, ney"e benzeyen bir kâmil olunca, okunan kulağa geldiğinde manası ile ruhu ve sesleri ile de vücudu harekete geçirir.
İşte Kur"an"ın manasının musikisini dinlemeye, dinlerken de vecde gelerek coşkuyla raks etmeye ve dönmeye sema denir.
O halde insanı yaratanına götürmeyen bir musiki ile dönme sema olamaz. Sema ruhtan kaynaklanmalıdır cesedden değil. Semanın sağdan sola kalbin etrafında çark atıp dönerek Allah"ın sonsuzluğuna teslim oluşu anlatan bir ibadet olduğunu unutmamak gerekir.
Hareket ve dönme varlıkların var olma sebeplerinin başında gelenidir. Makro ve mikro yani kainat ve atom"un çevresindeki elektronlar sistem üzere dönerek var olurlar. Evet, her zerre her mevcut daima harekettedir ve dervişler gibi daim semadadır.
Kabe"de nasıl merkez gönülse, semada da merkez mürşidin gönlüdür ki o gönül Allah"ın nuru makamındadır. Ayet-i Kerimede de buyurulduğu gibi “Allah göklerin ve yerin nurudur.(2)
Semâ"yı yani dönmeyi Kabe"nin etrafındaki tavafa benzeterek şöyle diyebiliriz; Hacılar gönül makamı olan Kabe"nin etrafında dönerek günahlarından arınırlar. Semâ" eden derviş de kendi gönlünün etrafında dönerek kötü duygulardan arınır. Çünkü dönen cisim, kendinden olmayan şeyleri dışarıya fırlatır, atar. Bunun anlamı da kalbe küfrü (yani ikiliği; her yaratılmışta Allah"ı görememek küfürdür) sokmayacaksın, girmişse de atacaksın demektir.
Mevleviliğin sembol zikri semâ"da da maksat ve niyet ruhen yükselmek, Allah"a giden yolda mesafe almaktır.
Semâ"daki dönme hareketi, musikinin nağmeleri ile birleşir, her çark atışta zikredilen “Allah” ism-i Celâlinin feyzi, gönlü bir ağ gibi sarar, kuşatır, dervişi eritir, şeffaflaştırır, bir nur sütunu halinde Hakk"a yüceltir.
Musikinin sihri, dönmeyi kamçılar, lafza-i Celalin (Allah iradesi ile canlı kılınışın aydınlığı) kalbin pencerelerini aralar, gönle akan feyz-i ilahi mayalanır da mayalanır, coşar taşar, yanar, yandırır, bütün güzelliklerin harman olduğu meydan-ı şerifin manevi burçlarından yükselen görülmez merdivenlerle semalara yükselen derviş, tevhid (birlik) güzelliklerinin gülzârına(gülbahçesi) konar ve semâ"ına orada devam eder, semâzeni koynuna alan tevhid de (Allah"ın her yaratılmışta aynadaki akis gibi tecelli ettiğini görüp yaratandan ötürü yaratılmışa hürmet etmek) semâ"a başlar; böyle bir semâ, bitmeyen senfoninin bitmeyen semâ"ıdır.
Bütün bunların özeti olarak sema, kainatın oluşumunu, insanın alemde dirilişini, Yüce Yaratıcıya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan-ı Kamil”e doğru yönelişini ifade eder.
Benliğinden ölü olan Mevlevi dervişinin, başındaki sikkesi mezar taşı, giydiği tennuresi kefeni, sırtındaki hırkası kabridir. Semahane kainattır; sağ tarafı görünen ve bilinen madde alemi, sol taraf mana alemidir.
Semâhâne denilen yer, nefis ile muharebe halinde olunduğundan, sanki bir muharebe meydanıdır. Nitekim Resulullah, cihattan avdet buyurdukları vakit: Biz küçük cihattan büyük cihada avdet ettik, buyururlardı. Sancaklar, teberler, topuzlar ve bir arada ilahiler, naatlar, tevşihler okuyan zakirlerin, birer asker sayılan dervişleri nefis muharebesine teşvik edip o heyecanı uyandırmaları, hep insanın yüksek duygulara doğru yol alması içindir ve bütün bu ilahi nağmeler, sesler, sözler bakınız bunlar ile ne diyoruz? Allah diyoruz. Davulla dümbelekle hep onu söylüyoruz, demektir.(3)
Semazenler abdest alarak semahaneye girerler.
Abdest almak su ile ilişki kurmak dirilmek demektir. İnsan su vasıtası ile dirilerek ve temizlenerek Allah"ı önünde hazır durur. (huzurda olmak ve huzurlu olmak). Gönlünde duyduğun bir anlık cezbe yarin huzuru demektir ve onunla olmak demektir. O cezbe haliyle nefes alıp vermek visâlin ta kendisidir, bayramdır. Çünkü yâr ile birleşmektir.(4)
Bütün tâat ve ibadetlerden maksat, hep huzuru bulmaktır. Zira huzur ile kılınan iki rekât namaz huzursuz bin rekât namazdan daha üstün ve daha makbuldür. Resulullah Efendimiz de; Huzursuz namaz, namaz değildir,buyurur.
İki rekat namazı huzur ile kılmak, bin rekât namazı şuhutsuz kılmaktan âlâdır. Huzursuz namaz yatıp kalkmaktan; huzursuz hac, sefer meşakkatinden; huzursuz oruç, dilin damağına yapışmasından ibarettir.
Huzurdan maksat edebdir. (5)
Bir kimse zahiren abdest almakla bedenini temizlemiş olur. Halbuki günahlardan korunmak ve temizlenmek için lazım olan su, ibadet ve hayır işlemektir.
Kalbin ve nefsin pisliklerini ve fena ahlaklarını gidermek için lazım olan su ise, Allah"ın ahlakıyla ahlaklanmaktır.
Bir de sırrın abdesti vardır ki, bunun suyu da masivayı yani sana dünya olan bağları terk etmektir. İşte, insanın abdesti böyle olmayınca yani aşk ve muhabbet çeşmesinde yıkanıp dört tekbiri bir etmeyince, hakiki olarak sema yapılmış olmaz.
Dört tekbiri bir etmek nedir, denilirse, dünyayı terk, ahireti terk, varlığı terk ve terki de terktir. Bu abdesti alıp fena (yokluk) mertebesini bulduktan sonra, nasıl istersen öyle hareket et. Çünkü o vakit amelinde cehil ve fiilinde de günah yoktur.
İşte bu mertebe Allah"la seyir mertebesidir ki, her şeyde ikiliksiz Allah"la olmaktır. Yani: Kurb-ı kâbe kavseyni ev ednâ (Sonra Muhammed"e yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki birleştirilmiş iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu)(6)mertebesi budur.(7)
Abdestlerini alan semazenler, canlar, baş keserek semâ"haneye girerler, kıdemlerine göre kenarlarda dizilerek yerlerini alırlar. En kıdemli yer, şeyhin postuna en yakın olan yerdir.”
Semâhanenin giriş kapısı ile tam karşıdaki kırmızı post arasında var olduğu kabul edilen bir çizgi, semâhâneyi iki yarım daireye böler. “Hatt-ı istivâ” denilen bu çizgi, mevlevilerce kutsal sayılır ve asla üzerine basılmaz. Adeta sırat-ı müstakimdir.(Hakk"ın zatıyla zatına tecellisinden ibaret olan Ahad"e ait müşahedenin yoludur, tevhiddir)
Semahane"de Hatt-ı İstivâ"nın başlangıcı olan noktası, yani Şeyh"in bulunduğu yer “Mutlak Varlık Alemi” ni, bunun tam karşısındaki, yani Hatt-ı İstivâ"nın bitiş noktası “İnsan Mertebesi”ni simgeler. Sırat-ı müstakime insan olarak girilir, Allah"ta yok olarak çıkılır. Hatt-ı İstivâ bu şekilde semâ" yapılan alanı iki kısma ayırmış olur.
Mutlak Varlık"tan İnsan"a inişi simgeleyen kavis görünen maddi alem"e, İnsan"dan Mutlak Varlığa çıkışı simgeleyen diğer kavis görünmeyen manevi alem"e işaret eder. Buna seyr-i süluk denir.
Mevlevilikte tevhidin merkezi ve Hz. Mevlana"nın makamı sayılan Post, Hz. İbrahim zamanından beri kullanıla gelmektedir. Bilindiği gibi sınama mâhiyet arzeden ilahi bir yönlendirme ile, Hz. İbrahim"in, oğlu İsmail"i kurban edeceği esnada, Allah tarafından, Cebrail vasıtasıyla bir koç gönderilmiş ve İbrahim, o koçu kurban etmişti. Sonra İbrahim o koçun postu üzerine oturmuş ve namaz kılmıştı. İbrahim"den sonra İsmail"e de peygamberlik verilmiş, İsmail de mezkur posta oturmuştu. Daha sonraları tarikat büyükleri, postu manevi makam sembolü olarak benimsemişler, onlar da posta oturmuşlar. Post, Allah"ın kamil insandaki tecellisinin maddi ifadesidir.
Şeyhin postu kızıl renkte olur. Güneş gurub ederken kızıl renge büründüğü ve Hz. Mevlana da güneşin gurub ettiği sıralarda Hakk"a vasıl olduğu için kızıl renk “vuslat rengi” olarak benimsenmiştir. Ölümün, ahirete doğuş ve ahiret gerçeği ile bir araya geliş inancıyla da kızıl renk, ayrıca bir zuhur ve tecelli rengi sayılmıştır. Güneş doğarken de sema kızıl bir renk alır. İkinci doğum sembolize edilmiştir.
Semâ" töreni, “Na"t-ı Şerif"le başlar. Nâ"t-ı Şerif kainatın yaratılmasına vesile olan, yaratılmışların en yücesi Hz. Muhammed"i öven, Hz. Mevlana"nın bir şiiridir. XVII. Yüzyıl bestekârlarından “Itrî” adıyla tanınan Buhûrizâde Mustafa Efendi"nin Rast makamından bestelediği bu na"t-i, na"t-hân ayakta ve sazsız okur. Bu edeb anlatır.
Na"t"i, kudüm darbları izler. Bu yüce yaratıcının kainata “ol” emridir. İslam inanışına göre Allah, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir.
Na"t"den sonra yapılan ney taksimi işte bu ilahi nefesi temsil eder.
Ney, kamil insandır, peygamberin manasını aksettirir. Adeta Hz. Mevlana anlatılmaktadır. Kamil insan, Hz. Mevlana"nın dediği gibi : “Ben yaşadıkça Kur"an"ın bendesiyim, Hz. Muhammed"in ayağının tozuyum.”diyendir. Ney misali ruhlar aleminden yani sazlıktan koparılmış dünyaya gelerek, aşırı arzu ve isteklerinden arınması için içi oyulmuş, sonra üzerine her musiki namesindeki meşrebi anlatan insanların sesini verebilmesi için delikler açılmış (bu yüzden kamil insana ters gelen bir ses ve söz olamaz, her notanın sahibidir O) ve kendisine ait hiçbir sesi kalmayana dek fırında yakılarak (Allah aşkı ile yanarak ) sadece üfleyenin sesini veren bir musiki aleti olmuştur. Bu yüzden ney kendine ait bir isteği ve arzusu olmayan Allah"ın sesini veren kamil insanın sembolüdür. “Benim Habibim nefsinin heveslerinden ve arzularından söylemez. O"nun sözleri benim vahyimdir.”(8)
Taksimden sonra peşrevin başlaması ile şeyh efendi ve semâzenler, semâ" meydanında sağdan sola doğru (dünyadan ahirete; süluk) dairevi bir yürüyüşe başlarlar. Semâ" meydanını üç kez dolaşmaktan ibaret olan bu yürüyüşe “Devr-i Veledî” denir.
Devr-i Veledi esnasında semâ"zenler, postun önünde birbirlerinin yüzüne bakıp baş kestikleri ve birbirlerini saygıyla selamladıkları için mevlevi ayini bu ad ile anılmıştır. Namazda yüzümüzü döndüğümüz “Kıble” kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Namaz kılarken kıbleye yöneliyoruz, özde kıble de size yöneliyor. Siz kıbleye saygı sunuyorsunuz , kıble de size saygılarını sunuyor.
Aslında Kâ"be, kıblenin bir sembolüdür; aslında aslolan insandır, Hazret-i İnsan. Ka"be"nin mahiyeti, insanların müştereken tek Allah inancı etrafında birleşmeleri ve odaklaşmalarıdır. Kur"an-ı Kerim"de: “İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerekse yorgun argın, nice uzak yoldan develer üzerinde sana gelsinler.”(9) Buyrulur.
Bu hacc ayeti, Ka"be"ye davet ayetidir. Böyle olduğu halde her şeyin mahiyetini herkesten iyi bilen ve hakim olan yüce Tanrı “Kâbe"ye gelsinler” buyurmuyor da “Sana gelsinler” buyuruyor (Hz. Muhammed"i kasd ediyor). Çünkü Kabe de insan içindir, insan kainatın amacı ve merkezidir. “Ona şekil verdiğim ve ruhumdan üflediğim zaman siz hemen onun için secdeye kapanın.”(10) Ayet-i kerimesi hükmünce, meleklerin bile kendisine secde ile emrolunduğu en yüce varlıktır insan. Ve insanın bu yüceliği, yüceler yücesi Allah"ın ruhunu taşımasından kaynaklanmaktadır. Hz. Mevlana da “Beni insan olarak yarattığı için O"na binlerce şükür. "Her şeyi gören, bilen bir aklım var." Diye kendini aldatma artık” buyurmuştur.
“Ve lekad kerremna beni Adem= Biz, hakikaten insanoğlunu şerefli kıldık.”(11) Ayeti, insan için inmiştir ve insandan başka hiçbir varlık bu denli ilahi iltifata mazhar olmamıştır. Bütün varlıklar insan içindir, insanın istifadesine arz olunmuştur. Ve Hz. Mevlana"nın ifadesiyle “İnsan bir incidir”; varlık aleminin kolyesindeki en müstesna inci... Semada merkezde kamil insanın oluşu ve diğerlerinin ona benzemek amacıyla etrafında dönüşü bu yüzdendir.
Hz. Ali"nin: “Ey insanoğlu, sen kendini küçük bir şey mi sanıyorsun? Binlerce alem sende dürülüdür” sözü insanların kulağına küpe olmalıdır.
Dördüncü bölüm, Sultan Veled devridir. Şeyh ve bütün semâzenler içlerinden “Allah” diyerek, ellerini kuvvetle yere vurup ayağa kalkarlar. Devr-i Veledi"ye başlamak üzere bu kalkış ölümden önce Sûr sesiyle dirilmeye, ihtiyârî ölümden, benlikten, görece varlıktan sıyrıldıktan sonra Gerçek Varlık"ta hayat bulmaya yönelmenin simgesidir. Bu ölüm aşırı arzu ve isteklerden sıyrılarak her şeyden memnun olma derecesine ulaşmak böylece dünyada cenneti bularak, Allah"ın huzurunda olmak ve cennette sabit kalmaktır.
Bu ölüm isteğinin insandaki doğuş hali sur sesiyle başlar. Dünyadaki sur sesi mürşidin “Yolcu nereye gidiyorsun?” diye seslenişini duymaktır. Yolcu bu hitabı duyar, titrer ve der ki; “Her şeyim var ama ben mutlu değilim peki huzuru nerede bulacağım?” Buna rüşt yani buluğa erme denir. Sonra kendinden daha üstün bir varlığın ona hükmettiğini hissetmeye başlar. Buna iman denir. Sonra o varlığın üstünlüğünü ve kendi hiçliğini idrak eder buna tövbe denir. Daha sonra Allah onu sever ve hadis-i kudsi de dendiği gibi; “Kul nafile ibadetlerle Allah"a yaklaşınca Cenab-ı Hakk sevgisini onda başat kılar. Kulun zahiri ve batını Hakk"ın nuruyla boyanır. O"nunla işitir, O"nunla görür, O"nunla konuşur, O"nunla yürür.” Bu an beşerin insan olma ve sırat-ı müstakime giriş anıdır. Allah"ın da ondan tecelli etmesi anıdır. İşte sema bu makamların tamamlanışını anlatır.
Devr-i Veledi, semazenlerin birbirine üç kere selam vererek, bir peşrevle dairevi yürüyüşüdür. Şekilde gizli ruhun ruha selamıdır... Semâ meydanının sağ tarafından post hizasına gelen semâzen, Hatt-ı İstivâ"ya basmadan ve posta sırt çevirmeden dönerek karşıya geçer. Böylece arkasından gelen semazenle karşı karşıya gelir. Bir an göz göze gelen iki derviş, aynı anda öne doğru eğilerek birbirlerine baş keserler. Buna “Mukabele” denir. Hatt-ı İstivâ"nın Mutlak Varlık Alemi"ni simgeleyen bu noktasında yapılan niyazla Tanrı"nın İnsan"daki “zuhur”u takdis edilmiş olur.
Postun tam karşısında Hatt-ı İstivâ"nın sema meydanını kestiği noktaya gelen derviş burada da baş keser ve Hatt-ı İstivâ"ya basmadan yürüyüşüne devam eder.
Üçüncü devrin sonunda şeyh efendinin posttaki yerini almasıyla Devr-i Veledi tamamlanır. Mutlak Varlık"tan çıkarak üç alemde, cansızlar, bitkiler ve canlılar aleminde seyir etmiş olurlar. Bu devirler, şeyh denilen manevi terbiyecinin rehberliğinde Mutlak Hakikat"i “İlm-el Yakin” olarak bilişi, “Ayn-el Yakin” olarak görüşü, “Hakk-el Yakin” olarak da O"na erişi sembolize eder.
İlm-el yakin Hz. Musa"nın makamıdır ki Allah"ı ilimle bilmeyi anlatır. Bu yüce makamda o yüce sultan “Ya Rabbi bana kendini göster!” diye istekte bulunmuş ve bilgisinin ona yetmediğini ilan etmiştir. Allah da onun bu isteğini kendisine bir mürşit göndererek (Hızır), bütün ilimlerin ötesindeki ilmi öğreterek (ilm-i ledün) onu cevaplandırmıştır. Musa İsa makamına yükselerek bildiği şeyleri görmeye, yani ruhunda hissetmeye başlar.(Üç boyutun ötesi). Görmenin sonu sevdiğinde yok olmak devri Hz. Muhammed makamıdır. O kadar Allah"ın emrine tâbi olmuştur ki normal bir insan gibi hayatını sürdürmüştür.
Kudümzenbaşının Devr-i Veledi"nin bittiğini ikâz eden vuruşları ile neyzenbaşı kısa bir taksim yapar ve âyin çalınmaya başlar.
Semazen üzerindeki siyah hırkayı (yokluk) çıkararak, sembolik olarak, hakikate doğar kollarını bağlayarak bir rakamını temsil eder. Böylece Allah"ın birliğine şehadet eder.
Semâzenler tek tek şeyhin elini öperek izin alır ve semâ"a başlarlar.
Semâ", her birine “selâm” adı verilen dört bölümden oluşur ve semazenbaşı tarafından idare edilir. Semâzenbaşı, semâzenlerin dönüşlerini kontrol ederek intizâmı temin eder.
Selam, insanın kendi kulluğunu idrak etmesidir.(Şeriat)
Selam, Allah"ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifade eder. (Tarikat)
Selam bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesidir. (Hakikat)
Selam ise insanın yaratılıştaki vazifesine yani kulluğa dönüşüdür. Çünkü İslam"da en yüce makam, kulluktur. (Marifet)
Marifet, Allah"ın manasını hissettikten sonra bu manayı Kur"an gibi sırlar içinde halka anlatabilmektir. Bu yüzden anlatılanları herkes kendi idrakiyle anlar ve anladım zanneder.
Şeriat, dinin amel ile ilgili ahkamı ve zahiri kısmıdır.Vücuttaki ten gibidir, insanı korur. Hakikat, dinin içi, özü ve gerçeğidir. Tarikat, şeriatten hakikate giden ve götüren yoldur. Marifet ise dinin sırları ve mahiyetidir. Marifet, hakikate ulaştıktan sonraki hal olup tecelli eden esrar-ı ilahiyenin yaşanması ve sırların saklanması edebine de riâyettir.
Hz. Mevlana, şeriati muma, tarikati mumla yol almaya, hakikati varılacak yere ve maksada ulaşmaya benzetir. Marifet ise, maksada ulaşıldıktan sonraki dini yaşantının muhafazası ve gereğinin yerine getirilmesidir.
IV. Selam"ın başlaması ile “postnişin” yani şeyh efendi de hırkasını çıkarmadan ve kollarını açmadan semâ"a girer. Postundan semâ" meydanının ortasına kadar dönerek gelir (semâhanenin bu merkez noktasına “Kutup Makamı” denir) ve yine dönerek postuna gider. Buna “Post Semâ"ı” denir. Burası Mevlana"nın ve O"nun yolunu temsil eden kişinin, başka bir deyimle “Hakikat-i Muhammediyye”nin vârisi olan Kutb"un makamıdır. Mürşidin semaya katılışı kulluğa dönüşünü sembolize eder.
Bu arada IV. Selam bitmiş, Son Peşrev ve Son Yörüksemâî çalınmış, son taksim yapılmaktadır.
Şeyhin posttaki yerini almasıyla Son Taksim de sona erer ve Kur"an-ı Kerim"den bir bölüm yani “Aşr-ı Şerif” okunur. Son dualar, Allah"ın adı olan “Hu” nidaları ile son selamlaşmalarla Semâ" Töreni sona erer. Şeyh sağ ayakla girdiği Semâhane"den sol ayağıyla çıkarak haremine yönelir sonra semazenler ve mutrıp da şeyh postunu selamlayıp semâhâneyi terk ederler.
Semâ, enbiyadan miras olarak kalmıştır. Semâ bir raks değildir, öyle bir haldir ki insan o halde kendi varlığından geçer; elini, ayağını ve aklını kaybeder, tamamiyle mahvolur, işte “nübüvvet” de budur. Tanrı Kur"anda: Onun Tanrısı dağa tecelli ettiği vakitte, onu parça parça etti ve Musa da bihuş olarak yere yuvarlandı (Araf, 143) buyurmuştur. Peygamber"i (s.a.v.) bir yaygıya sarıp eve getirirlerdi. Bununla beraber her gördüğünüz sema değildir, asıl sema, kendinden geçmektir.(12)
KAYNAKÇA
Şems-i Tebrizi, Makalat
Sultan Veled, Maarif
Ken"an Rifai, Sohbetler
Ahmed Işık Doğan, Osmanlı Mimarisinde Tarikat Yapıları
Tuğrul İnançer, Sema Adabı
(1) Samiha Ayverdi, Abide Şahsiyetler, sf: 29
(2) Nur Suresi, 35. ayet
(3) Sohbetler, sf: 557
(4) Sohbetler, 126
(5) Sohbetler, sf: 50
(6) Necm suresi, ayet 8-9
(7) Sohbetler, sf: 381
(8) Necm Suresi, ayet 3-4
(9) Hac, 22/27
(10) Hicr, 29
(11) İsra, 70
(12) Sultan Veled, Maarif, sf: 207