TASAVVUF VE TARİKAT

 

Kenan Rifâî"ye göre tasavvuf herhangi bir din kaydından müstakil olarak mevcut olup insanla beraber başlayan ve insanla beraber tekâmül eden bir tefekkür silsilesi, bir hayat tecrübesidir. Daima dinle yan yana görülmesi, dinin onun yardımına, şerh ve tefsirine muhtaç olmasından dolayıdır.

İnsanlıkla beraber başlayan ve dinlerin cevherini meydana vurma keyfiyeti diyebileceğimiz tasavvuf son istihalelerini İslâm dini ile beraber yaparak en olgun ve en kemâlli halini bulmuştur. Nasıl ki İslâm dini geçmiş bütün dinleri câmi ve onların zemini üstünde âbideleşmişse İslâm tasavvufu da böyledir. İndifâ (lav püskürtmek) eden bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun da yer yüzüne akmasını önleyecek bir kuvvet yoktur.

Onun tasavvuf anlayışı içinde hem ahlâkçıların, hem vahdet-i vücudcuların, hem de ilâhî temâşâcıların kuvvetli terkibi kaynaşarak şahsiyeti hamurunu, böyle müşterek bir maya ile kabartıp kıvamlandırmıştır.

Yukardaki ifadenin en güzel örneği: “Benim üç gözlüğüm var. Biri yakını gösterir, ötekini uzak için kullanıyorum, üçüncüsü ile de hem yakını, hem uzağı görüyorum. Yani bunda iki türlü görüşe de elverişli camlar mevcut. Eğer yakın gözlüğü ile uzağa bakacak olsam başıma dönme veriyor, keza uzak gözlüğü ile de yakın bir şeye baksam aynı hal vâki oluyor, fakat üçüncü böyle değil.

Bundan şu neticeyi çıkarmak mümkün: Demek oluyor ki: Yalnız dünyayı, şekli, maddeyi görmek isteyenler için âhireti, mânâyı, ruhu görmek mümkün olmuyor, yalnız âhireti görmek isteyenler için ise dünyayı görmek mümkün olmuyor. Halbuki insanın gözünde öyle bir gözlük olmalıdır ki dünyayı, yani zâhirî şekli görmesi mânâyı görmesine ve mânâyı görmesi de şekli görmesine mâni olmasın.”


Ken"an Rifâî"nin tasavvuftan kastettiği şey en geniş mânâsı ile “birlemek” tir. Çokluk halinde önümüze serilen bu âlemi bir bilip, bir görüp, bir sevmek.

Kendisine “tasavvuf nedir?” diye soranlara “gönül bilgisidir” diye cevaplandırıyor. Yine bir başka tarifinde “her hal ve vakitte edebdir”. “Tasavvuf güzel ahlâktır, güzel ahlâk ise edebdir, edeb ise Haktan başka bir şey görmemektir” diyor. “Herkesin kendi üstüne düşeni yapması bir ibadettir. Fiillerimiz, bu âlem sahnesinde oynanacak olan piyesten istidadımıza göre bize verilen rolün gereğidir.

TASAVVUF DİLDE HİÇBİR ŞEY, GÖNÜLDE HERŞEYDİR.

“Tasavvuf demek incinmemek ve incitmemektir”. Allah"ın lutfu, keremi, kahrı, gazabı insanlara,yine insanlardan zuhur eder. O halde her muamelenin Hak"la olduğunu bilirsen kimden incinecek ve kimi inciteceksin? Bizim vücudumuz Allah"ın sözüne, fiiline, dâhilî ve hâricî tasarrufuna bir âlettir, çoğu zaman insan, Hakk"ın bu tasarrufunu kendinden zanneder. Halbuki bu tasarruf ödünç ve emanettir. İşte Resulullah"ın, nefsini bilen Rabbini bilir, diye ifade ettiği düstûrun mânâsı budur.

Mükevvenat, yani çokluk, Allah"ın birliğine mâni değildir. Nasıl ki denizin dalgaları, denizin birliğine mâni değilse... Meselâ adetleri ele alalım: 1, 2, 3 diyoruz. Fakat aslında iki var mıdır? İki, birin tekerrürüdür. Anlaşılıyor ki çokluğun ifadesi olan bütün adetlerin vücudu birin tekrarından meydana geliyor, yani birden başka adet yoktur. Hep vahdet-i vücut... unité absolue. Bu vahdet ilmi hasıl olunca faili, mevcudu yalnız Allah bilirsin. Hazret-i Ebubekir bunun için “hiçbir şey görmedim ki onda Allah"ı görmeyeyim” dedi. İşte bunu bildin mi ne kediyi, ne köpeği, ne soğanı, ne sarmısağı fena görmez, tahkir edemezsin.

O, bütün kâinatı Allah"ın dünya planında zuhura gelişi olarak nazar-ı itibare aldığından o her zerrede bir nur, her katrede bir zuhur vardır diye şu âlem içre ne varsa hepsi ile muamelesini Hakla muamele biliyor, her şeyi Hak diye taziz ediyor, saygı gösteriyor ve seviyor. Ken"an Rifâî, Allah sevgisini soyuttan somuta, dünyaya mahlukata getirmiş, yani başka bir deyişle kuvveden fiile intikal ettirebilmiştir.

Bu sebeple her fiil ve sözün mânâsını bilerek icra edilmesi gerektiğini söylüyor. “Sabahtan akşama kadar lâ ilâhe illâllah demenin hiçbir faydası yoktur, mânâsını bilmedikten sonra, onu bir plağa da söyletebilirsin” diyor.

İnsan kâfirde, mü"minde, ganîde, fakirde, nar ve nurda aynı tecelliyi gördüğü vakit ancak o zaman, hakikaten lâ ilâhe illâllah demiş olur. Niyâzi"nin “ Kâbede, puthanede, hanede, viranede, çağırırım dost, dost..” dediği bu mânâyı işarettir.

Bir yerde gene “Allah gayrı değil ki ona vasıl olasın” diyor. Ve sonra şöyle devam ediyor: “Perde olan senin kendi vücudundur. Sen sensiz Allah"a git, aranızdaki mânia, engel hep senin senliğindir.”

Hakiki hürriyet, nefsin elinden âzâd olmaktır. Yoksa ben hürüm, hürriyet var demekle bir kimse hür olamaz, insan nefsinin zebûnu iken, hiçbir veçhile hür sayılamaz. Meselâ bir sigara dumanına bile hüküm geçiremeyip terketmek istediği halde ona esir olmaktan kurtulamıyan insan nasıl olur da hürlük iddiasında bulunabilir? Ancak, isteklerinin, içgüdülerinin, arzularının esiri değil emiri olan insan Koca İskender"e (sen benim bendemin bendesisin) diyen Diojen gibi, gerçek mânâda hür olabilir.

En küçük zerreden bütün mevcudata kadar her şey Yaratan"ın tecellisine gark olmuştur. Her insan, Hakk"ın bir başka sûretinde bize el uzatan sadık bir dosttur. Hayatı, dosttan ayan bir nesne yok, gözsüzlere gizli imiş, diyen Niyazi"nin görüşü ile seyredebilmek ne büyük bir zevktir. Ne mutlu o göze ki birbirinin zıddı olan mevcudatın mânâsına nüfuz etmiştir ve bu suretle birliğin azamet ve şanını hayretle temâşâya dalmıştır. Yani, yabancılar yok, zıdlar var. Bir kabın içinde ne varsa o kabdan o sızar.

Allah akl-ı küldür, Allah"ı ancak kendimizde mevcut olan Allah"la bilebiliriz. Hazret-i Ebubekir"in “Rabbimi Rabimle gördüm. Dedim ki kimsin, dedi ki senim” demesi ve Muhiddin-i Arabi"nin: “Kul Rabdır, Rab kuldur, o halde bu teklif kimedir” diye sorması bu yüzdendir.

Bütün bunları özetlemek istersek diyebiliriz ki Kenan Rifâî"nin tasavvuf anlayışı bütün mevcudatı Hak, Hakkı da halk bilmek esasına dayanan ve insandan kendi fânî vücudunu bâkî olan Hakk"ın yani halkın hizmet ve menfaati yolunda harcamasını taleb eden bir alem görüşüne dayanıyordu. Zira o, insan idrakine sonsuz cüz"üler şeklinde dökülen küllî varlığı, mânâ dolu bir vahdet halinde idrak edebilme keyfiyetini benliğine bütünü ile maledebilmiş olan gerçek bir mutasavvıftı.

Kenan Rifâî ne bir mistik filozoftur, ne de bir moralist filozof. Bu ikisi arasındaki fark ise âşikârdır. Birisi yaşar, diğeri tahlil ve terkib eder. Bir mutasavvıfın, yaşadığı hayat tarzına ve hayat tecrübelerine isim koyup onları sınıflandırmaya ihtiyacı, hatta belki de vakti yoktur. O, hayatı tabiattan aldığı gibi kabul edip, insan ve eşya münasebetlerini taşın suda yaptığı tek merkezli daireler gibi birlikten çokluğa doğru götüren insandır.

TARİKAT NEDİR?

Yolcuyu varması gereken noktaya, müridi mürşidine, parçayı bütüne kavuşturan yoldur.

Değişik ve çeşitli şekillerde görünür fakat hakikat cihetiyle birdir. Hepsine birden Tarikat-ı Muhammediye denir.

Kâbe"ye giden bir çok yol vardır ama varılacak nokta birdir. Bu yollar hacca niyet eden kimsenin bulunduğu yere göre uzun, kısa, güç veya kolay olabilir. Tarikler de böyledir ki sâlikin ezelî istidadına göre güç veya kolay olabilir.

Bu yolda kâmil insanın yol göstericiliğine ihtiyaç vardır. Kâmil insanların çokluğu ise hakikatteki birliklerine mâni değildir. Onların arasında da fark yoktur, tıpkı Kur"an-ı Kerîm"de “Resuller arasında fark yoktur “ buyurulduğu gibi.

Netice şudur ki dünyaya gelmekten maksat bu yetiştirici, tamamlayıcı kâmil kişiyi bulup terbiyesine girmektir. İş Kadirîlik, Rifâîlik, Mevlevîlikte değil insan bulmaktadır. O insan bulundu mu herşey bulundu demektir. Yeter ki onu kendimize rehber ve imam edelim.

Tarikat Hz. Mevlânâ"ya göre kanlı bir yoldur. Orada can vermek de her kişinin kârı değil er kişinin kârıdır.

Tarikat akıl dışı bir yoldur. Eğer her dava her müşkül akıl ile halledilmiş olsaydı peygamberlere ve mürşitlere lüzum kalır mıydı?

Tarikat yolu aşk yoludur, akıl işi değildir.

Tarikatın bir mânâsı da çekildiği yöne doğru kulluk etme ihtiyacıdır. Çekiliş ve muhabbet olgun ruh kârıdır. Yani bir insan başka bir insana tâbi olup ondan şifalanmaya muhtaçtır (insanlığın gerekçesi kendinden daha üstün bir insanı bulup onun önünde diz çökmektir). Nietzsche de aynı istek yüzünden ızdırap çekip aklî muvazenesini kaybetmiştir.

Tarikat tevhid ilmini öğrenmek için kurulmuş bir cemiyettir. Hasılı tarikatın varmak istediği nokta tevhiddir.

Cezbetmek, cezbedilmek ve cezbedilenin de kendisini cezbedene muhabbet ve itaati, tarikat denilen yolun esasıdır. Sevgiliye varmak için cezbedenin gittiği yolu takiptir. Fakat bu yolda aşka istidat aynı değildir. Dünyada her şey yanar, taş bile; fakat bir taşın yanış istidadı ile odunun, gazın hele alkolün yanma kabiliyeti bir midir?

Zor bir yol olan tarikatten insanı alakoyan şeytanın “Bu yol kanlı yoldur, burada ölüm vardır” diye bağırışlarıdır. Fakat kişi Hak erbabı ise “Ko ölürsem ben öleyim” der ve bu yolda ilerler. Ancak tarikat gerçeğine sarılan kişinin maddî vücudu önemini kaybeder.

Gerçek tarikat, insanı gönül sahibinin gönlüne götüren yoldur.Çünkü ancak gönül sahibinin gönlüyle insan ahlâkını tasfiye eder.

Tarikat, kendinden sefer edip kendiliksiz kendine gelmek demektir, yani kendini silip kayıtsız şartsız sevgiliye ulaşmaktır.

Tarikat var gibi görünen vücudun yok olduğunu bilmek ve Hakk"ın zenginliğine vâsıl olmasını sağlamaktır.

Tarikat, irfân-ı Muhammedî (her yerde Allah"ı görmek) demektir. Kerâmet göstermek demek değildir. Zaten ehlullahın varlığı kerâmettir. Ayrıca mucizenin iman sebebi olmadığının en büyük delili Ebu Cehildir. İman sebebi olan cinsiyettir. Eğer ruhları aynı cinsten değilse birbirlerine iman etmezler.

Tarikat zikir veya ibadet değildir. Kâmil mürşidi bulup önünde yok olmaktır.

Tarikat hiç bir ahlâkî kanunun sağlayamadığı ruh ve kalb birliğini imar eder.

Tarikatin mânevî yönü ruhları temizleyip kemâle sevketmek ve insanlığı buldurmaktır. Maddî yönü ise mevki farkı gözetmeksizin insanları birbirine yardım edecek ve arka olacak kardeşler haline getirmesidir. Tarikatte diğerinden üstün olan daha olgun, daha vefakâr ve daha sadık olandır.

Tarikat âleminde Hakka giden iki yol vardır. Biri kuldan Hakka yani çalışma ve gayret yolu, diğeri Hak"tan kula yani aşk yoludur. Sade ibadetle gidenin işi zordur ama aşk ehlinin gerçek aşkı bulduktan sonra maddî varlığa ihtiyaçları kalmaz. Tenin ve bedenin zaaflarından aşklarının ateşine noksanlık gelmez, çünkü onlar Allah"ın cezbe bineğine binmiş olarak kendi makam ve menzillerinde seyrederler.

Tarikat ehli üç kısımdır. Biri akıl sahipleri olup halkı zahir, Hakkı bâtın görürler. Diğeri göz sahipleri olup Hakkı zahir, halkı bâtın görürler. Üçüncüsü de saadet sahipleridir ki; bunlar halka da Hakka da hitap etseler yalnız Hakla konuşurlar. Korku ve hüzün bilmeyen kullar Allah"ı seven halka ise şefkat, merhamet, af, hilm ve sabır ile muamele edip ne kimseden incinen ne de kimseyi inciten kullardır.

Dervişlik yani tarikat ehli olmak, sırf tekke ile olmaz insanlıkla ve doğru insanı bulmakla olur. Bu da ruhun safiyete ermesi ve cismânî hırslardan kurtulması demektir.

Cebir iki türlüdür. Şeytânî cebir; tamamen nefsânî arzulara tâbi olmak demektir. Rahmânî cebir ise tarikat ehlinin süluklerin yolunun orta yerinde olur ve Allah"ın istediği üzere hareket etmeye çalışırlar.

Tarikat ehli itirazı hayatından kaldırır ve tevhidin sükut olduğunu bilir. Ama anlamak, emin olmak için sorması gerekeni sorar.

Köke merbut olan kimse yani tarikatte yol almaya başlamış olan kimse, mevki ve bilgi sahibi kimselerden çok daha üstündür.

Tarikatın irfan basamağı “Lâ ilâhe illallah”tır. Tarikat erbabının kesretle meşgul olmaya sevk olunuşunun sebebi, Allah"ın onu yoluna sadık mı diye imtihan etmek istemesindendir. Tarikat mektebindeki sâlik kabz (yaptığımız hatadan dolayı içimizdeki sıkıntı) ve bast (Allah"ın hoşuna giden bir şeyi yapmaktan dolayı içimizde duyduğumuz huzur)un Allah"tan olduğunu bilir.

Tarikat edebi iki kısımdır. Zâhir edebi; şeriat-ı Muhammediye"ye tutunmaktır, iç edeb ise Hakk"ın yaptığında hiçbir yanlış görmemektir. Kur"an-ı Kerîm baştan aşağı edebdir ve edebi telkin edicidir.

ŞERİAT, TARİKAT, HAKİKAT, MâRİFET NEDİR?

Peygamber Efendimiz buyurmuşlardır ki “Şeriat kavlim, tarikat halim, hakikat Re"sülmâlimdir”. Yani Allah"la ahdim üzere şeriate uyarım fakat şu andaki halim Allah"a giden yol üzerinde istikrar üzere oluşumdur. Varacağım nokta ise Hakikat"tir çünkü bu bana ezelden nasip olmuştur.

Şeriatte kısas vardır. Tarikat fiilin Hak olduğunu bilir ama vasıtayla da ilgilenir. Hakikat vasıtadan geçmiş, Allah"ı ile meşguldür. Mârifet ise halkta Hakkı görmek derecesine ermek demektir. Tarikatın icabı sükûttur, fiilin Hakk"tan olduğunu bilen nasıl konuşur.

Şeriatte helâl olan tarikatte haram, tarikatte helâl olan hakikatte haramdır. Meselâ kısas şeriatte helâldir, tarikatte haramdır.
Hz. Ali der ki “Sen bana haramdan geç dedin ben ise helâlinden de geçtim”.

Tarikatın ilk basamağı şeriattır. İlâhî hükümlerin kul tarafından îfâsını emredici kanun demektir. Hakikat ise tarikatın üst seviyesidir. Demek ki tarikat şeriatten hakikate varan yoldur. Hakikatle kuvvetlenmeyen şeriat ve şeriate bağlı olmayan hakikat makbul değildir. Tarikat; şeriatın meyvesi, hakikatin ağacıdır.

Tarikatte kutup makamına gelen kişi şeriat, tarikat, mârifet derecelerini geçmiş, seçilmiş, beğenilmiş ve sâfiyet kazanmış olursa (bu 7 makam, 4+3, Fâtiha"nın 7 âyetine, insanın cemâlinde olan 7 işarete, ayrıca ateş, hava, su ve toprak ile akıl, ruh ve nefse işarettir) o vakit devrin sahibi olur. Onun için Peygamber Efendimiz "beni gören Allah"ı görür, kim ki Allah"ın velisine ihanet ederse Allah"a ihanet eder" buyurmuştur.

Şeriat, tarikat, hakikat, mârifet sadece insanın geçirdiği evreler değildir. Dünya ve tabiat yani madde de bu devreleri geçirir.

Şeriat deri, tarikat et, hakikat kemik, mârifet iliktir.

Şeriat ilaç, tarikat ilacı yutmak, hakikat ise hastalığın geçmesidir.

Şeriat meşale, tarikat yol, hakikat varılacak yerdir.

Şeriat ilimdir, tarikat ameldir, hakikat o amelin semeresidir.

Şeriat gemi, tarikat deniz, hakikat oradaki incilerdir.

http://www.cemalnur.org

 

Yazar: Cemalnur Sargut
http://akademik.semazen.net/ sitesinden 26.12.2024 tarihinde yazdırılmıştır.