MUHAMMED KAPISINDAN GEÇİLMEDEN

 

MUHAMMED KAPISINDAN GEÇİLMEDEN

ALLAH BİNASINA ULAŞILMAZ

 

Ömer Tuğrul İnançer 1946'da Bursa'da doğdu. Orta tahsilini Bursa'da tamamlayıp İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdi. Yirmi yıl kadar muhtelif şirketlerde müşavir-avukatlık yaptıktan sonra 1991 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğunda Sanatçı-Müdür olarak çalışmaya başladı.

Tahsili sırasında özel olarak müzik dersleri aldı. Çeşitli radyo ve televizyon programlarında misafir sanatçı ve konuşmacı olarak yer almış olup, bir çok yurtiçi ve yurtdışı konserlerde müzik faaliyetlerinde bulundu. Tasavvuf konularında çeşitli makaleleri bulunan sayın İnançer ile geçtiğimiz aylarda yaptığımız bir sohbeti arz ederiz:

 

Semazen: Konya'ya bu yıl istisnai olarak, geçen yıllara nazaran ihtifallere yoğun bir talep oldu; hatta bu yılki törenlerde bu yoğun talep karşısında Konya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü normalde 7 gün olan etkinlik süresinin 11 güne çıkarıldığını, bu yıl ise bu sürenin 17 gün olacağını bildirdi. Nedir bu hareketin, bereketin menşei?

Ö. Tuğrul İNANÇER: Biraz daha gerilere doğru gidersek, bu ihtifaller başlangıçta “bir gün” olarak kararlaştırılmıştı; ancak 50'li yılların ortalarında, sadece 17'sinde konferans, anma, biraz ney üfleme ile başladı halk evinde. Sonra bu yetmedi ve biraz sema olsun diye, Afyon'dan gelenlerle, 62-63'lerde Allah rahmet eylesin Ahmet Bican Dede'nin yetiştirdiği Konyalı gençler, o zaman gençlerdi, Holat, Ethem, Koca Mehmed ağabey, Ziya Bey... daha var tabi... Üç güne çıktı, sonra Feyzi Halıcı'nın turizm derneği ile Mevlana haftası ismiyle 7 güne çıkartıldı. O zaman da yetmiyordu, bu sene 11 gün oldu. 73'de, UNESCO'nun 700. Vuslat yıldönümü münasebetiyle, hatırladığım kadarı ile 15 gün sürmüştü. O zaman da yetmemişti, çok yabancı vardı. Yani bu işler başladığı zaman Türkiye'nin nüfusu yirmi dört milyondu, şimdi yetmiş küsür milyon, dolayısıyla böyle bir maddi sebep var. Manevi sebeplerine gelince, insanlar maddi rahatlıklarının artık kendilerini mutlu etmeye yeterli olmadığını yavaş yavaş anlamaya başladılar, veya içlerinden anlayanlar çıkmaya başladı.

Bugün Dünya'da sosyal güvenlik sistemlerini en iyi oturtan ülkeler İskandinav ülkeleridir, ama ne yazık ki en büyük intihar oranı da orada. Demekki istikbal endişesi dahi -dünya hayatıyla sınırlı olarak- insanlarda mutluluğu ve emniyeti yaratmıyor. Bir başka şey var; çünkü bütün dünya sistemleri insanların daha iyi yemesi, daha iyi giyinmesi ve daha iyi barınmasına yöneliktir, bütün hayvanlar da öyle yaşamak ister. Bir güneşin altında kümes yap, tavuk oraya gitmez, gölgelik havadar bir yer ister. Bir bataklığın içinde bir aslana in göster, bir de doğru dürüst havadar, hafif yüksekçe önü açık, manzaralı bir yer göster, aslan orayı ister.Aslana kart bir öküz ve körpe bir ceylan göster, aslan körpe ceylanı tercih eder. Allah yalnızca giyinmek derdinden hayvanlarını berî kılmıştır, kışa doğru yağlandırıyor, kıllarını uzatıyor, koruyor, yaza doğru eritiyor, kılalrını döküyor, serinletiyor... Yani insanın ihtiyaçları da hayvanın ihtiyaçları gibi barınmak, yemek ve giyinmekten ibaretse, hayvandan ne farkı var insanın? Dolyaısıyla insan yavaş yavaş bu ihtiyacnının farkına varmaya başlıyor. Bu ihtiyacın giderildiği yerler de böyle gönül toplantılarıdır. Resulullah efendimizin tarifleriyle, bu toplantılar cennet bahçelerinden bir bahçedir. Buraya gelenler hakikaten bu cennet bahçesine layıklar mı diye sorulacak olursa, ben cennete hiçbir kimsenin layık olmadığına inanıyorum, cennete liyakat kesbedilmez, Allah'ın lütfu ile girilir. Konya'ya gelenlerde, Allah'ın lütfuna erişirlerse, o ihsana nail olurlarsa, gönülleri hakikaten bir cennet bahçesine uğramış gibi felaha kavuşur. Konya'ya gelenlerin büyük bir kısmı demesek bile, önemli bir kısmı mükerrer gelenlerdir. İlk defa gelenler azdır, diyelim ki en az yarı yarıyadır. Ben 35 senedir her sene -bila istisna- geliyorum, bir tek 74'te hacca denk geldiği için gelememiştim. Salonları bir dolaşıverin kaçıncı gelişiniz diye sorun, 20'ye de rastlayacaksınız 2'ye de rastlayacaksın, ilk defa gelenler yarıyarıyadır. Bunun yanısıra 50-60-70 yaşında Konya'da olupta türbe-i şerife hiç uğramamış insan suretinde varlıklar da gördüm, merakı bile yok, ne yapalım kalbi mühürlülerden sayacaz onları. Yani bu hareket ve berekette bir maddi sebep var: nüfus artışı; bir de yine maddi gibi gözüken manevi bir sebep var. İnsanlar artık bedenlerinin ihtiyacından gayri bazı ihtiyaçlarının farkına varıyorlar. Mükerrer gelenler için bir ilave daha: Buradan bir lezzet alıyor. Lezzet tarif edilmez, tadan bilir, bir şey tatmışlar ki bir daha geliyorlar. Biz elhamdulillah o lezzet çorbasına bir tutam tuz koyabiliyorsak; hizmet olarak, kendimizi mutlu addederiz.

Semazen: İnsanlar bu ihtifallerde ne bulmayı ve özellikle evlerine geri dönerlerken ne götürmeyi umuyorlar? Götürmeleri gereken şey nedir?

İnançer: Bunu hacdan bir misalle anlatmaya çalışayım: İnsanlar hacdan veya unmreden gelirken; hurmalar, kınalar, örtüler, elbiseler, zemzemler getirirler. Bunları hep çarşılardan alıyorlar, ben soruyorum bazılarına: “Hz. Ebubekir'den ne getirdin? Hz. Ömer'den ne getirdin? Osman'dan ne getirdin? Ashabdan ne getirdin? Efendimizden ne getirdin?” İşte, geri dönerken götürülmesi gereken onlar. Hurma, zemzem çarşıdan alınır, Ebubekir'den sıddıkiyyet alabildin mi? Ömer'den adalet alabildin mi? Efendmizden -kendi miktarınca- “rahmete'l-lil a'l-emin”lik- alabildin mi? Hz. Mevlana'dan da dönerken aşk zerresi alabildin mi? Bir ayağınla şeriat'ın merkezine basıp, diğer ayağınla kainatı dolaşıp -aynı zamanda kainatı kucaklamak demektir- yapabildin mi? Yapamasan da “o yapmayı” sevdin mi? Eh sevdinse de kârlı dönüyorsun demektir.

Bizim en çok karşılaştığımız soru: “Semazenler nasıl dönüyorlar?” sorusudur. Ne zaman ki insan nasıl dönüyorlar değil, neden dönüyorlar diye sorarsa, o zaman bu işten bir şey anlamaya başlamış demektir.

Semazen: Neden Dönüyorlar?

İnançer: İşte onu açıklamak çok zor. Böyle bir sohbette verilecek cevap değil. O biraz daha uzun. Şu kadarcık kısaca söylemek lazımsa: Hem kendi etrafından hem de güneşin etrafında dönen bir dünyada yaşıyoruz, bu dünyanın dahil olduğu galaksi sistemi de dönüyor. Aradaki dönüşleri yelpazenin diğer taraflarına bırakalım en ucuna gelelim, seni sen yapan maddi varlığındaki zerreler; atomları, nötronu, elektronu, protonu dönüyor ve bu dönüş bittiği anda hareketin “dur” dediği anda da varlık yok oluyor. Peki böyle her şey dönüyor; ben niye dönmeyeyim?

Her ayin-i şerifin sonunda okunan ayet-i kerimede bu dönmenin sebeplerinden biri daha açıklanmaya çalışılıyor: Esteüzübillah “Ve lillâhi"l-meşriku ve"l-mağribü fe eyne mâ tüvellû fe semme vechullah” (Nereye dönersen dön, Allah"ın vechiyle muhatap olursun.) Allah doğuda-batıda, her yerdedir, mekandan münezzehtir, daha doğrusu sendedir. Bütün tasavvuf büyüklerinin yazdıklarına -şiir, nesir- baktığımızda O'nu hep kendinde aramanı tavsiye buyuruyorlar. Yani Niyazi Mısri'si de O, İbn- i Arabi'si de O, Aziz Mahmud Hüdayi'si de O... Kendi zamanlarının insanlarının ihtiyaçlarına göre aynı hakikati değişik tarzda, insanların anlayabileceği şekilde söylemişlerdir. Hazret-i Mevlana"nın da söylediği o: ”kendinde ara…” Kendinde derken kalp burada bir semboldür. Semazen sola doğru dönerken kalbinin etrafında dönüyor, kalbini tavaf ediyor, kendini tavaf ediyor. Bu, hiçbir zaman insan aklının icat ettiği, felsefenin icat ettiği , hümanizm ile alakalı bir şey değildir. İslam tasavvufunda insan insanı Allah"tan dolayı sever. Hümanizm de insan insanı, insandan dolayı sever, devrede Allah yoktur. Onun için Hazret-i Mevlana"nın görüşleri, düşünceleri, yaşayışı, tavsiyeleri, emirleri, kitapları bir okyanustur, o okyanus hümanizm fincanına sığmaz.

Semazen: Hz. Mevlana kendi kabr-i şeriflerini ziyarete gelecek olanlar için şunları söylemişti: "Eğer mezarımı ziyarete gelirsen, üstümdeki toprak yığınını rakseder görürsün.. Ey kardeşim, meclisime defsiz gelme.. Çünki, Hûdâ Meclisi'nde gamlı olmak, yaraşmaz. Çenem bağlanmış mezarda yatmadayım amma, ağzım sevgilinin ebedî sarhoşluğunu durmadan emmededir.." Efendim, Hz. Pir'in toprağını sevinç ve musiki ile raksettiren bu güçlü imanı, yani ebedi sarhoşluğun ne olduğunu açıklayabilir misiniz?

İnançer: Kim açıklayabilmiş ki?... Ancak bazı zanlarımız olabilir. Güçlü iman yerine aşk kelimesini koymak lazım gelir. İman eğer lugat manası itibariyle inanmak demekse -ki öyledir lugatte- “inandım” ama şeriatta biraz tetkik ettiğimizde ibadetlerde bir tahsin şartı vardır. Yani “Allah bu orucu emretmiş ama bu sıcak yaz gününde de ağzım yüzüm kuruyor ama ne yapalım, emretmiş yapıyoruz” dediğin zaman tahsin şartı yerine getirilmediği için kabulü biraz güçtür. Tabi Allah bilir, biz kul tedbiri olarak konuşuyoruz. “İyi ki Rabbim emretmiş, ne iyi etmiş de emretmiş. Bana da inşallah onu yapmanın kuvvetini ihsan eder de yaparım”, diye güzelleme, hoş görme, tahsin etme şartı vardır.

İmanın tahsini aşktır.Çenem bağlanmış olarak cesedim yatmakta ise de ben...” Demek ki “ben” cesedinden gayrıyım, incelik burada ...”Ben sevgilinin ebedi sarhoşluğunu emmedeyim”. Bu “ağzı bağlı ama emme” bir takım edebiyat incelikleri söz konusu o ayrı mesele. Burada güçlü iman yerine güçlü aşk vardır. İman etmediğin şeye aşık olamazsın ki zaten. Yani bu şuna benzer: “La ilahe illallah” kelimesi Cenab-ı Hakkın birliğini ifade eder ama adamı Müslüman etmez. Efendimiz nerde? Ama “Muhammed Resulullah” dediğin zaman “La ilahe illallah” demesen bile... Allah var ki resulü var diyorsun. Resulullah diyorsun. Onun için “Muhammed Resulullah” kelime-i tayyibesi “La ilahe illallah” kelime-i tayyibesinden üstündür. Tabi la ilahe illallahsız olmaz, ayrı mesele. Burada sadece lugat konuşuyoruz. La ilahe illallah diyen sadece ehl-i tevhid olur, Muhammedî olamaz. Efendimizden sonra efendimizden haberi olup da Muhammedî olmamak şuçtur, küfürdür. Haberi olmazsa, Afrika"nın balta girmemiş ormanında hiçbir şeyden haberi olmayan, sadece kabilesinden 50-60 kişiyi görüp ölen, yine de Allah"ın ona verdiği kendi ruhundan ruh üfürmeyle ona verdiği yaratıcısını bilme ve bulma cevherini işletip Allah"ı “bir”lemesi mükellefiyetindedir. ”Allah birdir” dediği zamanda muvahhiddir ve cennetliktir (Kitâb-ı Kerîm"imizdeki Hz. İbrahim"in yıldızları, ayı, güneşi görüp tanrı zannetmesi, fakat sonunda bunları yaratanın Rabbi olduğunu idrak etmesi kıssası bu hususu anlatır). Ama efendimizden haberi var, inanmıyor ve tasdik etmiyor, o cehennemliktir. Efendimizden evvelki ümmetler içinse kendilerine tebliğde bulunan peygamberin resulullahın tasdiki önemlidir. Haberi yoksa ki, Allah: “ben en ufak bir topluluğa bile peygamber gönderdim” buyuruyor. Olur ki haberi yok diyelim yine ehl-i tevhid olmakla mükelleftir. İşte la ilahe illallah tevhidi anlatır. Muhammed Resulullahtır esas.

Hazret-i Mevlana Mesnevi-i Şerifini, Divan-ı Kebirini tetkik edelim. Orada sevgili olarak, yar olarak söyleyiverdiği hep Efendimizdir. Çünkü Muhammed kapısından geçilmeden Allâh binâsına ulaşılmaz. Bunu anlamıyorlar. Evet Allah sevgisi... Kimden öğrendik Allah sevgisini? Eğer kendi gönlümüzde ve aklımızdaki inanma ihtiyacının muhatabı olarak gönlümüzden ve aklımızdan bir tanrı yarattıysak o Allah değildir! Allah: Resulullah efendimizin tebliğ buyurduğu Allah"tır. Onun için öyle kuru kuruya sevgili lafına da karnımız toktur. Kuru kuruya sevgili değil, kimdir o sevgili? Hazret-i Mevlana"nın yanıp yıkıldığı, cesedim kabrimde çenesi bağlıyken bile muhabbet emdiği sevgili kimdir? Sualinin cevabını vermek lazımdır. Aramak, bulmak lazımdır. O evvela Resulullah efendimizdir. Ve ben onun ayağının tozu olmakla iftihar ederim diyor: ”Zerre-i râh-ı rasûl oldum da erdim şâna ben” diyor. (Estağfirullâh ism-i şerifi ile konuşmak efendimizden, edepsizliktir ama burada öyle icap ediyor…) Muhammedsiz Mevlana yaratmaya çalışıyorlar, olmaz öyle şey, böyle bir şey yoktur! Var diyen gelsin karşıma, kim olursa olsun. O kadar da hodri meydan yani…

İşte bu, güçlü imandan ziyade güçlü aşktır. Resulullah efendimizi kim iyi tanırsa o kadar çok sever. O öyle bir cevherdir ki tanınması gerekir. Ne kadar çok tanırsan o kadar çok seversin. Herhalde Hazret-i Mevlana onu çok iyi tanıyan bir zat-ı şeriftir. Onun için de efendimizi çok sever. Efendimizi sevmek aynı zamanda Allah"ın ahlakıyla ahlaklanmak demektir. Çünkü Allah ve melekleri habibine devamlı olarak salat ederler: “İnnallâhe ve melâiketehû yüsallûne ale"n-nebiyy” (Muhakkak ki Allah ve melekleri o Nebî"ye devamlı olarak salât ederler). Yani Resulullah'ı sevmek Allah"ın ahlakıyla ahlaklanmak demektir. Hz. Mevlana da Allah"ın ahlakıyla ahlaklandığı için çok yüce bir zat-ı şeriftir. Biz de onu sevdiğimiz için bizi de Allah ondan sayıverir. “Ve hasune ulâike refîkâ”, ayetle konuşuyoruz, o ayete nail olmak ümidiyle de tabi.

Semazen: Bu kadar güçlü bir aşka sahip olamayan bizler, nasıl Hz. Mevlana gibi sevinç içerisinde ölümü karşılayabiliriz? Çok günahlı olan bir mümin nasıl olur da esenlikle canını teslim edebilir?

İnançer: Ayette var: Estaiüzübillah “İnnellezîne kalû Rabbünallahu sümme"stekâmû tetenezzelü aleyhimu"l-melâiketü en lâ tehâfû ve lâ tahzenû” Adam gibi yaşarsan, yani âyetteki tâbiriyle istikâmetli yaşarsan, öleceğin zaman melekler gelirler. ”Bıraktıklarına üzülme gittiğin yerden korkma.” derler. Sevinç içerisinde ölmek için dünyanın masiva olduğunu bilmek lazımdır. Dünya, dünyada yaşamak değildir. Yine Hz. Mevlana"nın tarifiyle “Dünya bir denizdir sen bir gemisin”. Eğer dünyayı içine sokamazsan geminin su üzerinde yürüdüğü gibi, istediğin limana ancak doğru rota ile gidebilirsin. Yok, dünyayı içime sokacağım dersen, batarsın. Dünya çirkin bir şey değildir. Gerçi adı üstünde “dûnya”, yani “aşağılıkistandır” ama Allah ile arada perde yaparsan, “Va'lemû enne mâ emvâlüküm ve evlâdüküm fitnetün ve ennallâhe "indehû ecrun "azıym” diye bir ayet var. Evlat ve mal fitne olabilir mi? Allah"tan ayırıyorsa fitnedir. Yok, “Bu mal ve evlat bana Rabbimin hediyesi ve emânetidir, ben de bunları O"nun emâneti olarak telakki ettim.” diyorsan fitne değil yükselme sebebi olur. Allah"ın erkek tarifi var Kur"an-ı Kerim"de: “Onlar alışverişleri, dünya işleri, çolukları çocukları, mevkileri, makamları onları Allah"ı zikretmekten alıkoymaz. İşte onlar erlerdir.” diyor. Rical kelimesiyle anlatıyor, “zükür” kelimesi cinsiyet belirtir; “Rical” ise erlik, mertlik belirtir.

Evladın olacak, hizmet edeceksin. Bak dikkat et! Bizde erkek çocuğa “mahdum” denir. Ne demek mahdum? Hizmet edilen demek. Şeyhler imzalarında “hâdimu"l-fukarâ” tâbiri kullanırlar. Ne demek? Fukarânın hizmetçisi demektir.

Resulullahın da evladı vardı. Omzuna alıp gezdiriyordu torunlarını. Mekke"nin fethinde Kâbe avlusuna girerken kucağında bir çocuk vardı. Hz. Rukiyye yeni ölmüştü. Hz. Osman"dan olan torunu Abdullah vardı, annesi yeni vefat etmişti. Onu kucağına aldı, Kâbe avlusuna girmek kadar yüksek bir maneviyat yanında “dede Muhammed” dedeliğini ihmal etmiyordu. Çünkü şefkat ve merhametin kaynağı odur. Her babanın evladına şefkati, efendimizin ümmetine şefkatinin yanında solda sıfırdır. Peygamberlik, askerlik, başkumandanlık, devlet reisliği, diplomatlık, babalık, kocalık, arkadaşlık hepsi var. Mekke fethinde o anda o fetih vazifeyle meşgul ama bir yandan da dedeliğini ihmal etmiyor. Kendi evlat acısı var o ayrı.

Vazîfe, İslamî anlayışta: Şahsi acılarına ve sevinçlerine dahi yer vermeyecek kadar üstündür. Diyelim ki ben bir devlet memuruyum veya kamu görevlisiyim: Kapıda da insanlar bekliyor benden iş yapacaklar. Namaz vakti geldi, sünnet kılamam, farzı kılacağım ve ahalinin işini bitireceğim. Uzun uzun zamm-ı sûre bile okuyamam. Bir kevser bir ihlas tamam. Evde uzun uzun kıl namazını. Ashab-ı mesalih (iş bekleyenler) beklerken uzun uzun namaz kılmaya bile müsaade yok. İslam böyle bir sistemdir. İnsan sistemidir. İnsan içindir. İbadetini put edindiğin zaman yani o ibadeti seccadenin üstüne hapsettiğin zaman, ramazan ayının içine hapsettiğin zaman Allah"a kul olmayı, ibadet kelimesini sadece belli şekillere bağlamışsan, kul olamamışsın demektir. Yani Resulullah efendimiz nasıl bütün vazifelerini bir arada yapabilmişse, namaz kılarken eteğine oturan torununun uyanmaması için oturmayı uzatmışsa, daha sonra namazı bozmadan kucağına alıp kalkmışsa öyle bir torun muhabbeti göstermişse, Hz. Fatıma yanına geldiği zaman ayağa kalkıp onu okşayıp öpmüşse baba muhabbetiyle, oğlu İbrahim (a.s) vefat ettiği zaman defnettikten sonra başında gözyaşı dökmüşse, bunlar tabii şeyler. Resulullah efendimizin yaşantısı kendisinin yaşantı örneği olan her zat velidir. Hz. Mevlana"nın velayet sebebi odur. Oğlu Aleaddin Çelebi'nin sandukasına yazılan şiirlerini okusunlar merak edenler.

“Eğer sen sevap kazananların Allah"ı isen günahkarlar hangi kapıyı çalacak?” Diyor, oğlu için Allah"a öyle niyazda bulunuyor. Yani dünya masiva olmadığı, yani Allah"la aranda perde olmadığı zaman “dûnya” olmaktan çıkar. Nasıl Mevlevi meydanında postun ucuyla mutribane arasındaki hatt-ı istivanın ikiye ayırdığı kavs-i nüzul ve kavs-i uruc'da (aşağıya iniş yarım dairesi ve yukarıya yükseliş yarım dairesi) hangi dairedesin? Allah ileydin, dünya hapishanesine gönderildin, beden mahpesine hapsolundun, aşağıya indin. Orada iradî olarak “mûtû kable en temûtû”ya (ölmeden evvel ölmek) ermek için bir yol bilenin peşine takılıp kavs-i uruca (yükselme yarım yayına) geçtiğin zaman dünyada yaşayabilirsin. Zenginlik, fakirlik, güzellik, çirkinlik, sağlık, hastalık bunlar nisbî ölçülerdir. Hz. Süleyman kadar Allah hiçbir kuluna maddi güç vermemiştir. Hz. Peygamber: Ulaşılmaz unvan, kral. İnsanlara hükmetmekten başka cinlere hükmediyor. Mecid-i Aksa'yı cinlere yaptırdı, onları amele gibi kullandı. Kuşlara hükmediyor; onların dillerini anlıyor, rüzgara emir veriyor “öyle esmeyin böyle esin”, diyor... Bu kadar kudreti Allah hiçbir kuluna vermemiş. Peygamberliğine mânî değil. Hz. İsa"nın bir peştemal bir de maşrapası var. Sonra bir gün bir çobanı avucundan su içerken görmüş maşrapayı da atmış. Bir tek peştamalı var beline doladığı. Başka bir malı mülkü yok, o kadar fukara. Ama ulu"l-azm peygamber. Hz. İmam-ı Azam bugünün Rockyfaller"ı Öyle Vehbi Koçlar, Sabancılar falan değil. O kadar zengin ama, ilmine ve irfanına mânî olmamış. Yaş meselesi, Hz. Mevlana"ya baktığımız zaman 66 yaş çok az bir yaş. Delikanlıyken “50 yaşında 60 yaşında adam diyorduk” o yaşlara geldiğimiz zaman az bir yaş olduğunu anladık. Hz. Peygamberi nazar-ı itibare alırsak bugünün hesabıyla 62 yaş (63 kameri senedir, şemsi sene saydığın zaman 62 dir) neler sığdırmış? Yani müddet de nisbîymiş. Zenginlik, fakirlik de nisbîymiş. Bunlar değil ölçü, ölçü “takarrub”, yani Allah"a yakın olmaktır. Bu Allah"a yakın olmanın en kolay yolu Allah"ın emirlerini bilmektir. Allah bizi namaz kılalım diye yaratmadı. İbadet gaye değildir, vasıtadır, evvela bunun öğrenilmesi lazım. Namaz kılmak Allah"a yaklaştıran en hızlı vasıtalardan biri olduğu için bize ihsan buyurdu namaz kılmayı. Efendimiz onun için sevdi namaz kılmayı. Onun için kendi de ilave namazlar kıldı ve kılmamızı tavsiye buyurdu. Onun tavsiyelerinin bizim için emir olarak algılanması gerekir. Oruç tutmak, hacca gitmek, zekat vermek... Bunlar yapmak için emrolunmamıştır. Bunlar: böyle yaparsanız Allah"a daha kolay gidersiniz demektir, onun için emrolunmuştur. Rabbimizin bizlere Zât-ı ulûhiyyetine kolayca yaklaşmak ve kavuşmak için ihsân buyurduğu nimetlerdir. Elbette ki Resulullah efendimizin fiili ve öğretisi bizim için en kolay olanıdır. Namaz kılmadan Allah"a yaklaşılır mı? Yaklaşılsaydı Resulullah yaklaşırdı. Olmaz, namazsız olmaz. Ama namazda da kalmayacaksın. Onun için Niyazi Mısri hazretleri:

Savmu salat u hacc ile sanma zahid biter işin

İnsan-ı kamil olmaya lazım olan irfan imiş.”

diyor. Yani, namazın kılınması gerektiğini, ama onun bir gaye değil vasıta olduğunun bilmesi… Namaz kılarak mesafe kat etmek, olduğunun bilinmesi. İrfan budur. Bunlar bilindiğinde melekler gelir: ”Bıraktıklarına üzülme, gideceğin yerden korkma” derler. Mehmet Âkif beyin Çanakkale şehitleri şiirinde: “Ey şehid oğlu şehid isteme benden makber. Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber.” derken bunu kastediyordu, bu ayeti kastediyordu. Ayet, hadis bilinmeden adam olunmaz. İnanmak ayrı meseledir. Biz bilmekten bahsediyoruz. Bilmek, adam olmanın yollarından biridir. Her bilen olmadı ayrı mesele. Ama olanlar bilenlerdendir.

Bir adama, peygamber kucağını açıp da hadi gel diyorsa, bu onun için korkulacak bir şey midir, yoksa dörtnala koşulacak bir şey midir? Başka misalini de veriyor Cenab-ı Hak, Züleyha bütün Mısır sosyetesinin kadınlarını çağırdı. Bir masada oturdular, güzel yemekler yendi. Meyvelere geldi sıra, çok keskin bıçaklar verdildi. Tam bıçaklarla meyveler soyulacağı zaman Yusuf (a.s) kapıdan girdi. Kadıncağızlar ellerini kestiler, o güzelliğe bakarken; eller şakır şakır kanıyor. Allah Yusuf'un (a.s) cemalinin perdesini kaldırdığı için hiçbiri acısını bile duymadı. Bazı güzellikler perdelidir, herkes göremez. Allah kaldırırsa görülür. Allah o perdeyi kaldırınca o kadıncağızlar meyveyi kesmek yerine ellerini kestiler ama canları acımadı. Bunun daha çirkin bir misali de var, söylemeyeyim. İnsanlar bazen birbirlerinin canlarını acıtırlar sonra farkına varırlar. Canları acımaz o anda. Anlayan anlasın…

Şimdi Hz. Ayşe"nin sözünü hatırlamadan da geçmek mümkün değil. “Mısırlı kadınlar Yusuf"u gördüler, ellerini kestiler. Benim efendimi görseler bıçağı kalplerine sokarlardı.” diyor. Bu bir güzellik seyri. Bu, o güzelliği taşıyacak takat sahipleri içindir. Herkes her güzelliği seyredemez. İşte böyle oldu muydu, o can vermek denen şey zevk haline dönüşür. Fuzuli ne güzel söylüyor: “Can nedir ki vermeyim anı cananıma.” çünkü canını verdiğin zaman canan olursun. Eğer sen hala damla olarak kalmak istiyorsan hiçbir zaman derya olamazsın. Damlalıktan vazgeç denize düş deryayım de. Dolayısıyla çok günahlı olan bir mü'min elbette kolaylıkla canını teslim edemez, ama muhabbet günahı temizler. Bazı hoca efendiler bu sözüme iştirak etmeyebilirler. Münakaşa da etmem saygı duyarım. Ama ben şöyle düşünüyorum: Benim anladığım, Müslümanlıkta günah işlemekten korkulmaz, günahta ısrar etmekten korkulur. Zaten efendimiz bunların müjdelerini vermiş. Bir abdest aldın bir günah işledin sonra bir daha abdest alacaksın ya, o ikinci abdestle damlayan sularla beraber temizlenir, buyuruyor. Daha büyük bir müjdesi var: “et-tâibu mine"z-zenbi ke men lâ zenbe leh” (Günahına tevbe eden o günahı işlememiş gibidir). Ayet de var: “Siz hiç günah işlemeseniz, sizi yok eder, yerinize günah işleyip bana tevbe ile sığınanları yaratıdım” diyor. Hepimiz kuluz günah işleyeceğiz. Tevbe süngeri elimizden hiç gitmeyecek. Tevbe süngeriyle sileceğiz, ibadet cilasıyla cilalayacağız. Bu kadar basittir. Günah işlemekten korkma, çünkü günah işlemekten korkmak bazı vazifeleri yerine getirmeye mânî oluyor. Mesela Kur"an'ı yanlış okurum diye öğrenmiyor. İmam-ı Azam hazretlerine sormuşlar (İmam-ı Azam malum Türk, Horosanlı): Herkes Arapça bilmiyor, işte kur"an okuyorlar, Ya imam, demişler, biz yanlış okuyoruz. “Olsun, sizinki daha sevap” demiş. “Niye ya imam?” “Siz bir de onu öğrenmek için artı gayret sarfediyorsunuz Allah"ın kitabı diye. Sizinki Arapça bilenden daha makbul diyor.” Bakış açılarını doğru görmek lazımdır. Doğru açılardan bakacağız ama diyor “he” yi “hı” okurum, “sad”ı “sin” okurum, yanlış yaparım, okumam hiç Kur"an. Peki her Kur"an okuyan anlıyor mu? Anlamıyor tabi. Kur"an'dan bir şey öğrenmek için Kur"an okunmaz ki, lezzet almak için okunur. Yarimin dediği diye okunur. Efendimin ağzından çıkan mübarek sözlerdir, diye okunur. Allah kelamı olduğuna inanılarak okunur. Biz Kur"an-ı Kerim'in ne olduğunu nereden bileceğiz ki? Resulullah bir şey söyledi, “Bu kur"andır”, dedi, eyvallah, dedik. Kur"an bize gelmedi ona geldi. Onun tebligatıdır kur"an. Bizim gönlümüze veya elimize verilen kitap değildir. Var ya şimdi bir takım kabaklar. Ben Kur"an'dan anlarım diyor. Resulullah posta memuruydu çünkü estağfirullah-ı el azim. Bu yanlışlıklardan da kurtulunca çok günahlı da olsak “lâ taknetû min rahmetillah” ayeti gereğince Allah"ın rahmetinden ümit kesmeyiz. Resulullah'a, onu sevenlere olan muhabbetimizle ölümü hiç umursamayız. Yahu zaten başa gelecek bir şeyden korkmak aptallıktır, zaten öleceğiz niye korkalım ki?

Semazen: Eflaki isimli muhterem bir tarihçi Hz. Mevlana'dan şöyle bir ifadeyi aktarmaktadır: "Yazık Konya halkına bizim zevkle dolu olan semâmızdan usandılar ve alttan alta bizim aleyhimizde bulunuyorlar. Bizim bu güzel ve neşeli şeylerimiz hoşlarına gitmiyor. Saba halkı gibi Allah nimetini inkâr ediyorlar. Onların bizi kötüledikleri kulağıma geliyor... Bu insanlar daha sonra öyle perişan olacaklar ki, eşyalarını terk edip bu şehirden uzaklaşacaklar... Nihayet tövbe ile bizim evlâd ve ahfâdımızı kabul ettikleri vakit Allah'ın inâyeti ile Konya yeniden gelişip canlanacak. Bu dönemin insanları da semâ sever ve zevk adamı olacaklar. Bu aşk âlemi bütün dünyayı kaplayacak, bütün insanlar bizim sözümüzün âşığı olacaklar..." Sizce Hz. Pir'in bu beklentisi bugün gerçekleşmiş midir? Gerçekleşti ise, bu olması gerektiği gibi bir gelişme ve canlanmamıdır?

İnançer: Burada şunu unutmamak lazımdır. Edebiyatta bir mübalağa sanatı vardır. Bu sözler, Hz. Pir"in ağzından ya da kaleminden çıkmış sözler değildir. Eflaki dedenin daha sonra yazdığı bir kitapta mealen aktardığı şeylerdir. Bir kişi sevgilisini çok yüksek ve çok güzel görmezse sevgili değildir o. Elbetteki Eflaki, Hz. Mevlana"yı çok seviyordu. Dolayısıyla onun sözlerinin bütün insanlığı kaplamasını arzu ediyordu. Ayrıca bunun olması mümkün değildir, neden? Çünkü kıyamete kadar yeryüzünde inananlar ve inanmayanlar yeryüzünde bâki kalacaktır. Hz. Mevlana"nın sözlerini herkes anlasa ve itaat etse herkes mü'min olurdu, Müslüman olurdu, denge bozulurdu. Cehenneme kütük de lazım. Cenab-ı Allah"ın esmalarının tecellisi her an ve her esma iledir, bila istisna. Bu din de onun esmasıdır. Şeytana da kıyamet gününe kadar ben müsaade ettim buyuruyor. Şeytan da görevini yerine getirecektir, müsadeli çünkü. Onun için zaten şeytanla mücadele etmek yasaklanmıştır Müslümanlara. Ne diyor Cenab-ı Hak: “Bana sığının, mücadele etmeyin bana sığının.” Ne yapıyoruz biz, Eüzübillahimineşşeytannirracim diyoruz. Esteüzübillahmineşşeytannirracim diyoruz. Yarabbi şeytandan sana sığınıyoruz, diyoruz. İstiaze ediyoruz. Senin kanatlarının altına giriyoruz, mücadele etmiyoruz.

Dolayısıyla insanoğlu Habil ile Kabil"in oğludur aynı zamanda. Hz. Adem"in çocuğuyuz ama Habil"le Kabil de onun çocuğu. Habil"in de Kabil"in de varisleri olacağı gibi, Efendimiz (SAV)'in de varisleri, Ebu Cehil"in de varisleri dünyada tükenmez. Dolayısıyla “bu aşk alemi bütün dünyayı kaplayacak” sözü eğer hakim olacak manasını anlarsak yanlış anlamış oluruz, ama “kaplayacak” zaten bugün internetiydi, şusuydu busuydu bütün Dünya'da Avusturalya"da da Amerika"da da Hz. Mevlana"nın muhipleri var. Ondan haberi olanlar var en azından… Bunu Hz. Pir"in bir beklentisi olarak değil de Eflaki"nin bir temennîsi olarak görüyorum ben. Eflaki hazretlerinin bu temennisi haber olma, yani her memlekette Hz. Pir"den insanların haberi olması demekse, evet gerçekleşmiştir.

Tabi çok enteresan olgular var. 1925"ten beri 80 senedir Türkiye"de hiçbir tasavvuf ekolünün velev ki gösteri mahiyetinde olsa bile ayini gözükmüyorken, 50 senedir Hz. Mevlana"nın ayini gözüküyor. Bu, insanları tabi cezbediyor. Çünkü güzel, her mahluk tarafından caziptir. Herkes güzele meyillidir. Bir de bu güzellik maddi olmayan bir güzelliktir. Her insanda, Allah"ın kulu ve halifesi olmak bakımından güzeli bulma ve güzele meyletme cevheri vardır. Dolayısıyla sevilmeye mecburdur bu işler. İnsanlar da bu işleri sevmeye mahkûmdur. Ancak gaflet perdesiyle gözü kapalı değilse, gaflet pamuğuyla kulağı kapalı değilse, kalbi mühürlü değilse, nefsi gönlünün önüne geçtiyse olmaz. Ama nefsi gönlünün önüne geçenler daha kalabalıktır. Bu her zaman böyledir. Kur"an-ı Kerim"de bir çok ayetin son cümlesi “kalil” kelimesi ile biter. Yani “az” kelimesi. Anlayanınız azdır, şuuruna varanınız azdır, iman edeniniz azdır, kıymetini bileniniz azdır... Diye biten ayetler var. Az ama tesirli… Yani iş miktarda değil, kem'iyette değil keyfiyettedir. Azın azı efendimiz, bir tane, trilyonlarca insanın yanında bir tane ama tesiri var. O açıdan baktığımızda dolayısıyla bu temenni bir açıdan gerçekleşmiştir. Gerçekleştiyse olması gerektiği gibi midir? Hayır olması gerektiği gibi değildir, noksandır, fevkalade noksandır. Çünkü bir müessese bütün müesseseleriyle beraber olursa mükemmeldir. Bu işin bir çok müessesesi yani yan müesseseleri yok. Onun için olması gerektiği gibi değildir.

Semazen: "Öldüğüm gün tabutum götürülürken, bende bu dünya derdi var sanma... Benim için ağlama, yazık, vah vah deme; Şeytanın tuzağına düşersen, o zaman eyvah demenin sırasıdır, Cenâzemi gördüğün zaman firâk, ayrılık deme, Benim kavuşmam, buluşmam işte o zamandır..." Vahdet-i Vücut sıfatı uhreviyyattan ibaret midir yalnızca, bu dünyada da yaşayarak bu kavuşma gerçekleşemez mi?

İnançer: Onun için ağlamıyoruz, kendimiz için ağlıyoruz, onsuz kaldık. Bir veli toprak altına girmekle onsuz kalınır mı? Kalınmaz… Ama göz cemal ister. Özlersin… Özleme mânî olamazsın. Makamlar boş kalmaz. Celaleddin gider Hüsameddin Çelebi gelir. Hüsameddin Çelebi gider Sultan Veled gelir, Sultan Veled gider, Ulu Ârif Çelebi gelir. Makamlar dolar ama göz cemal ister. Onun için kendimize ağlamadır, hasrete ağlamadır. Esas eyvah denecek zaman şeytanın tuzağına düştüğünüz zamandır. “Cenazemi gördüğün zaman firak, ayrılık deme” derim. Ben kendim için derim. Ama senin için sevinirim, çünkü aradan masiva perdesi kalkıyor. Peki senin için arada masiva perdesi var mıydı? Vardı. ”Ene beşerum mislüküm” kur"an-ı Kerim'de sık sık geçer “ben de sizin gibi insanım” bunu anlarken birtakım eksik anlayışlılar işte Resulullah da bizim gibi insandı diyorlar. O manada değildir o, cinsimiz olarak insandır. Çünkü o âyeti söylüyor öteki âyeti es geçiyor, esteüzübillâh “mâ kâne Muhammedun ebâ ehadin min ricâliküm” (sizin içinizden bir adam değildir) diyor Allah. Daha ne desin. Sure-i Hucurat'ta terbiye tarif ediyor. Arkasından bağırmayın, huzurunda sesinizi onun sesinin üstüne yükseltmeyin, daha ne desin? Bundan misal veriyor Allah. Ee sonra diyorlar ki “...bizim gibi insandı.” hayır, estağfirullah. Numune insandı, cins olarak insandı. Bunu en güzel yine Mesnevi Şerifte Hz. Ali"nin bir kıssası olarak Hz. Mevlana anlatıyor. İşte malum, dama bir çocuk çıkmış emekliyor daha damın kenarına gelmiş annesi aşağıda telaş içinde bir şey de yapamıyor. Hz. Ali"ye haber vermişler. Telaş etmeyin, demiş. Bunun kadar bir bebek bulun bana… Bulmuşlar. Hemen Hz. Ali onu kucağına almış doğru dama… Damın kenarına çocuğu bırakmış, damın kenarında olan çocuk arkadaşının tarafına dönmüş Hz. Ali ikisini birden kavramış indirmiş aşağıya. Bunu şunun için anlatıyor Hz. Pir: peygamberler kendi cinsimizdendir.

Hz. Musa"ya “sen ve kardeşin firavuna güzel konuşun” diyor. Yumuşak konuş, güzel anlatın diyor. Yani cins ayniyetinden istifadeyle tebligatı doğru yap. Bu Allah"ın muradıdır. Onun için kendi cinsinden olacak. Bu “Ene beşerum mislüküm aynı zamanda beşerî, makul zafiyetlerle beraberdir. Efendimizin, demin arz ettiğim yavrusu İbrahim (a.s) göçtüğü zaman kabri başında gözünden yaşlar dökülmesi gibidir. Ashaptan bazı zevat anlamadıkları için, affetsinler beni ama anlamışlar, “Ya Resulullah hani ölünün arkasından ağlanmazdı”, deyince efendimiz biraz kızmışlar. Mübarek damarı çıkmış alnından. “Ben babayım demiş, baba, iskele babası değil. Evladım öldü hüzünlenmem tabiidir. Ben size yaka yırtmayı, niye benim evladımı aldın, diye rabbinize kafa tutmayı yasakladım.” Dikkat edin aradaki farka. Dolayısıyla Hz. Mevlanâ öldü de kavuştu… Bir kere bu yanlış. Zaten kavuşmuştu… Hayatı müddetince Allah"a kavuşmamış olan zat öldüğünde Allah"a kavuşmaz. Ama bunu saklamak ehil olmayanlara açıklamamak çok zor iştir. Yani dünyada yaşayacaksın Azrail geldikten sonra Allah"a kavuşacaksın, yok öyle bir şey. Hz. Mevlana Allah"tan gayri değildi ki ölünce kavuşsun. Ancak beşerlik perdesinin zâhiri kalkar ölünce.

Ne diyor Cenab-ı Hak evliyayı tarif ederken hadis-i kudside “benim öyle kullarım vardır ki onlar benim ağzımdan konuşurlar, attıkları adım ben olurum, tuttukları el ben olurum.” Bu öldükten sonra mı oluyor? Hayır hayatta oluyor. Hz. Mevlana da öyleydi. Ama tanımadıkları için ölümü, nsanlarda psikolojik rahatsızlıklar doğuracak kadar ciddi bir korkudur. Tanıyınca geçer o hastalık. Dolayısıyla bunu ben zaten ayrıydım da öldüğüm zaman kavuştum tarzında anlamak yanlıştır. Öyle anlamayacağız ama artık ne de olsa dünya meşgalesi bitti. Yani hiçbir şey olmasa Hz. Mevlana abdest bozmaya gidiyordu ve ondan kurtuldu. Mesele budur. Yoksa “Allah"tan gayrıydi, Azrail geldikten sonra kavuşma oldu” değil. Bunu böyle anlamak lazım.

Semazen: Hz. Mevlana kavuşma ve buluşma olarak nitelendirdiği o zamanı neden bu kadar arzu ile bekledi?

İnançer: Her dere deryaya kavuşmak için akar. Gayet basit. Hikmeti o. Her damla deryaya kavuşmak ister. Onun için…

Vahdet-i vucüd dünyada yaşayarak gerçekleşemez mi? Biraz evvel zaten bunun da cevabını vermiş olduk. Evvela burada gerçekleşir, ondan sonra öyle devam eder gider. Ecel ve müddet-i ömür Allah"ın taktir ve tayiniyle sabittir. O hal ile de yaşanır; öbür hal ile de yaşanır. İşte “mûtû kable en temûtû”nun sırrı da budur. Ölmeden evvel ölmek. İradî ölmek. Bunu intiharla falan karıştırmamak lazım. Bu çok bambaşka bir şey. Bedenî hayat irade ile değişmez. Ruhî hayat irade ile değişir, denirse de ihsan ile değişir. İrade o kadar kuvvetli değildir. Allah bazı kullarını seçer. Niçin efendimizin lakabı “Muhtar”dır: Allah"ın ihtiyar ettiği, seçtiği demektir. Varisi Mustafa olan zevat-ı ikram da keza muhtardır. Aynı zamanda bu muhtariyet otonomidir, özerkliktir, özelliktir.

Semazen: Türk milleti, yüzlerce tarikat varken neden mevlevîliğe karşı bu kadar talebkardır? Hz. Mevlana'da bu milleti etkileyen esbab-ı mucize nedir?

İnançer: Neden Mevlevîliğe karşı bu kadar talebkar olunduğunu zannediyoruz? Mevleviliğe karşı talepkar olunması ayrı bir özellik olarak görülmemelidir bence. Şu bakımdan söylüyorum: İstanbul"u ele alırsak, İstanbul"da 364 tane tekke var. Bu dergahların sadece 5 tanesi Mevlevi, diğer 359 tanesi sair tekkelere ait. Dolayısıyla Mevleviliğe karşı Türk milletinin özel bir talebi var şeklindeki bir tespit yanlıştır. Sadece son 50 senedir ayini yapılan kıyafetiyle, musikisiyle, sikkesiyle, tennuresiyle, semasıyla… Bunlar görüldüğü için ve bütün tarikat ayinleri de aslında aynı olduğu içindir. Demin arzettiğim göz cemal ister meselesinden dolayı, gözle birleştiği için bu hal, daha da serbest olduğu için insanlar buna daha çok geliyorlar. Acaba kanun müsait olsaydı bir başka salonda başka ayinlerin yapılması imkanı olsa idi, ne olurdu. Bütün tarîkat âyinleri mânâ ve mahiyette aynıdır, zuhûrları değişiktir. Görünürde Mevlevîlik olunca ilgi oluyor. Meselâ neden bu kadar tarîkat varmış geçmişte? Yukarıda demiştik yalnız İstanbul'da 364 tane tekke var.

Ben x tarikatının ayin şeklini ve seyr-i sülukunu bildiğim kadarıyla kendi meşrebime uygun bulmuyorum. Y tarikatına gidiyorum. Y"yi de uygun bulmuyorum Z tarikatına gidiyorum. Z"yi de uygun bulmuyorum A tarikatına gidiyorum. Meşrebime uyana kadar… A tarikatı meşrebime uygun geldi, ama şeyhini beğenmiyorum. Beğenmiyorum değil aslında, meşrebim tutmuyor. A tarikatının şeyhlerinden 15 tane daha var. 1, 3, 5…11. si meşrebime uydu. Gidiyorum ona. Onun için yani menü geniş beğendiğini seç. Bu menünün genişliği insanların meşrep meşrep, cins cins yaratılmasından kaynaklanıyor. Ama meşrepler zaman içinde değişiyor, nesilden nesile. Yani bugün biz elektrikle aydınlanan insanlarız 100 sene evvel büyük dedem petrol lambasıyla aydınlanıyordu. Ondan 100 sene evvel onun büyük dedesi yağ kandili ile aydınlanıyordu. Ama hepimiz aydınlanıyorduk… Aydınlık mühim. Ayrıca şimdi elektrikle aydınlanıyorsun da niye bir tane mesnevi yazamadın? Biraz da iç aydınlığı meselesidir bu. Onlar ayrı meselelerdir. Dolayısıyla tarikatın çokluğu bir ayrılık sebebi değil bir çeşitlilik ve zenginliktir.

Hz. Mevlana"da bu milleti etkileyen esbab-ı mucibe veya mucize, mucize peygamberlere ait olduğu için kullanmamak daha nezaketli olur, ama bir keramettir tabi, son 10-15 senedir yazılan kitaplardan önce, tasavvuf ekolleri hakkında Türkiye"de kitap yoktu. Latinize kitap yoktu. Eski Türkçeyi de ahalimiz bilmiyordu. Bir kaç tane Türkiyat mezunu insan biliyordu. Dolayısıyla Hz. Mevlana da netice itibariyle bir tasavvuf büyüyüğüdür. Tasavvuf o kadar gönülleri okşayıcı o kadar yüksek bir müessesedir ki onunla ilgili konuşulan, dinlenilen, meşgul olunulan her şey adamın gönlünü okşar. Dolayısıyla da bugün Hz. Mevlana hakkında yazılmış çok kitap varken, onun bu ayinleri böyle güzel izlenebiliyorken gayet tabi insanlar buna geliyorlar. Yani bugün Türkiye"de tekke ve tarikat yasaktır ama bu bir gönül müessesi olarak kimse yasaklayamaz. Çünkü gönül ferman dinlemez. Ha ayinini yapmak teşkilatını yapmak filan yasak zaten. İnanç olarak böyle bir yasak zaten yok. Eğer konuşma imkanı olsa, Konya'ya gelen insanların bir kısmının başka tarikatlara mensup olduğunu da zaten biliriz. Burada bir incelik daha var. Bütün turuk-ı aliyyede Hz. Mevlana bir aşk sembolü olarak daima yüksek bir saygıyla anılır. Zaten bütün Piran-ı ikram hazeratı öyledir ama yani sembolleşmiş isimler vardır. İşte ”terk” de İbrahim Ethem,”irfan”da Bayezid-ı Bestami, “zühd-ü takva”da Cüneyt-i Bağdadi, “himmet” te Abdülkadir-i Geylani, “aşk”ta da Hz. Mevlana. Bunlar sembolleşmiştir. Tarikatı bir akrabalık bağıntısı olarak görürsek, senin baban Hazret-i Albülkadir ise amcanda Hazret-i Mevlana'dır, amca baba yarısıdır, ancana saygı göstermezsen evvela babana saygısızlık yapmış olursun. Ayrıca ehl-i tarik sevgi dolu bir gönle sahiptir, sokaktaki lâlettayin insanı bile severken bir büyük piri sevmemesi mümkün değil. Dolaysıyla Hz. Mevlana"da bu kadar çok kalabalığın sebebi herkesin Mevlevi olmasından kaynaklanmamaktadır.

Semazen: Sultan Veled Hazretleri, Yüce Pir'in vuslatından sonra ihvanı ile Hz. Pirin ardından bu irfani ekolü sistematikleştirerek bir nazari ekol yani “mevleviyye” tarikatı oluşturdu. Peki bu reformcu hareket Hz. Pir'in isteyipte yapamadığı ne yenilik getirdi? O dönemden Cumhuriyet dönemine kadar nasıl bir çizgi izledi mevlevihaneler?

İnançer: Bu bilgi yanlıştır. Bunu her zaman söylüyorlar. Hz. Mevlana"nın ölümünden sonra Sultan Veled Mevlevi tarikatını kurdu. Evvela tarikat turşu değildir kurulmaz.

Şimdi fıkıhta müctehid seviyesine yükselmiş alim içtihat eder. İçtihat usül-ü fıkıha değil füru-u fıkıhta yapılır. Şimdi biz bunları anlamıyoruz falan denmesin bunlar özel bir ilimdir, her ilmin terminolojisi vardır. Bu terminolojiyi de o ilimle meşgul olanlar öğrenmek zorundandırlar. Yani şurda iki tane doktor konuşsa aralarında bir konsültasyan yapsa anlar mıyız konuşmaları? Ama onlar anlıyorlar. Çünkü o ilmin bir terminolojisi var. Tasavvuf aynı zamanda bir ilimdir, bu ilmin de bir terminolojisi vardır. Dolayısıyla usül-u fıkıh nedir, füru-u fıkıh nedir, bunların izahlarına girersek bu sohbetin altından kalkamayız. Nasıl fıkıhta, usülde değil füruda içtihat varsa ve bu müçtehitler istinbat kaidelerine sahip olacak kadar büyük alimlerse… İstinbat kaidesi şu demek: Metinden hüküm çıkarmak. Bizim şu anda toplum olarak büyük bir yanlışımız: Tercüme metinler üzerinden hüküm çıkarmak. ”Gel gel” gibi. Gel gel öyle değil o. Çünkü tercümenin doğruluğunu yanlışlığını bilmiyoruz. Asli lisanı bilmediğimiz için, tercümenin üzerine hüküm bina ediyoruz ve yanlış yapıyoruz. Dolayısıyla istinbat kaidelerine sahip olmak içinse 19 tane ilmi büyük alim seviyesinde bilmek lazımdır, bunun içinde tarih de dahildir mesela. Bu gayet zor bir şeydir. Tasavvufta da içtihat yapılır. Fıkıhtaki içtihat sahiplerine “imam”, tasavvuftaki içtihat sahiplerine “pir” denir. Hz. Mevlana bir Kübrevi şeyhidir. Babası Sultânu"l-ulemâ"nın da şeyhi bir başka pîr olan Necmeddin-i Kübra"dır ve O"nun halîfesidir. Seyyid Burhaneddin de Hz. Mevlana da Kübrevi halifesidir. Sonra seyr-i süluk usulünü değiştiren, ayini de değiştiren bir içtihat yapmıştır. Kübreviyede seyr-i süluk ism-i celalle olmaz. Hz. Mevlana seyr-i süluku sadece ism-i celalle yapmıştır. Bu bir içtihattır. Dolayısıyla içtihat sahibi pirdir, tarikat Hz. Pir"e aittir Hz. Mevlana"ya aittir; Sultan Veled"e ait değildir. Ha peki bunun taazzuv etmesi, organize olması, o Sultan Veled"e âittir. Bitmiş midir? Hayır.

Şimdi fıkıhta mutlak müçtehitler vardır, müntesip müçtehitler vardır. Mesela mutlak müçtehid -biz kendi mezhebimizden konuşursak- İmam-ı Azam hazretleridir. İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed müntesip müçtehittir. Yani hanefiyye ekolü içerisinde ayrıca içtihat etmişlerdir. Ama ana kanal hanefiyyedir. Mevlevilikte de ana kanal Hz. Pir"in içtihatıdır. Onun içinde iki tane daha pir var. Pir-i sani diyemeyeceğimiz çünkü pir-i sani aynı ekol içerisinde bir başka dal yapana denir. Sultan Fatih döneminde Pir Adil Çelebi, 3. Mehmed Han döneminde Pir Hüseyin Çelebi, dergah-ı şerifin 18. postnişini. Niçin bu kadar çok postnişin içerisinde veya diğer dergahlardaki çok meşhur şeyhler içerisinde bu iki zata Pir deniliyor? Pir Adil Çelebi"yle Pir Hüseyin Çelebi"ye. Neden? Çünkü onlar zamanın getirdiği ama hiçbir zaman ilmi ilimle sınırlı olmayan, gönülle ve mutlaka bir haberle o gereken içtihatı yapmışlardır.

Bugün yaptığımız Mevlevi ayini 3 turlu, devr-i veledisiyle, efendim 4 selamlık seması ile sonundaki kur"anı, başındaki naatı… Soruyorlar sık sık Hz. Mevlana böyle miydi? Değildi. Olmaması Hz. Mevlana"ya muhalefet demek değildir. Çünkü o yolun sahibi olan Pir Adil Çelebi onu bu hale getirmiştir. Pir Adil Çelebi"nin de içtihatı vardır. Bunlar çok deruni ve manevi meseleler olduğu için ahaliye açıklanması gereken şeyler değildir çünkü bunlar ilim değildir. Yani laboratuara sokulacak şeyler değildir. Kabul veya reddedilir. Kabul edersen buyur başımız tacı, reddedersen uğurlar olsun. Münakaşa edilmez. Dolayısıyla Mevlevi tarikatının Pir"i Hz. Mevlana"dır, kendi sağlığında oluşmuştur. En basiti sikke, bugün Mevleviliğin sembolü halinde bir külahtır.

Hz. Mevlana o günün Konya"sında yerli Rum"lar da dahil herkes kendi kıyafetini giyiyor. Hz. Mevlana da bir Orta Asya göçmeni olduğu için, babası, lalası, kayınpederi onunla beraber gelenler işte Horosan Erenleri diye türbe-i şerifte sol taraftaki sandukaları olan zevat, bunlar da hala kendi memleketlerinin kıyafetlerini giyiyorlar çünkü Konya bir baş şehir. Bir metropol. Herkes geliyor, Bizanslı da Bizanslı kıyafetiyle dolaşıyor. Her türlü insan var fakat Hz. Şems"in gaybiyetinden sonra öyle bir aşkla bağlandığı o zata benzemek, onun gibi olmak, o olmak için başına Tebriz külahı giymeye başlıyor Hz. Pir. Tebriz külahı bugünkü sikkenin daha incesi ve daha sivrisi. Onu giymeye başlıyor. Yolun başı onu giyince onu takip edenler de onu giyiyor. Zaman içerisnde sikkenin üstü, daha doğrusu Tebriz külahının üstü düzleşiyor bu günkü sikke şeklini alıyor. Bu bir rivayet bilgisinden ibaret değil, son dönemin postnişinlerinden Veled Çelebi hazretlerinin kitabında yazıyor bu. Çok gizli bilgi değil bunlar. Yani zaman içinde kıyafetine varıncaya kadar değişebiliyor.

Reformcu hareket. Ben reform kelimesini sevmem. Şu bakımdan: reform, form değiştirme demektir. Allah"ın kitabında, bu kitabı ben indirdim koruyacak olan da benim, diyor. Dolayısıyla bir form değişikliği yapılamaz. “Ya hu ne alakası var bu ayetle Mevlevilik tarikatının kıyafetinin?” Eğer kur"anın bir ayetine bile alaka kurmuyorsa batıldır o. Her ayetiyle her noktasıyla her virgülüyle bir tarikat kur"an'la mutabıktır. Dolayısıyla re-form değildir, form değişmez. Sikkenin üstünün yuvarlak veya düzgün olması bir reform mudur? Değildir. Hz. Pir"in isteyip de yapamadığı şey: Rasulullah efendimizin isteyip de yapamadığı şeydir. Rahmetel lil alemin olarak herkesin Müslüman olmasını istiyordu. Allah Cebrail"i gönderdi: “sen tebliğ ile mükellefsin, hidayeti ben yaparım, Hâdî olan benim” buyurdu. Hz. Mevlana da sadece bunu yapamamıştır. Şimdi baba olarak alalım kendimizi ve böyle 1-2 tane çocuk değil de 7-8 tane çocuk var. Bunlardan 1-2 tanesi de istediğimiz, ama nefsani istek değil objektif ilmi istek, Resulullah efendimiz tarif ettiği, Allah"ın emrettiği tarzda yetiştirme çalışıyoruz, olmuyor iki tanesi. Üzülmekten başka bir şey elimize geçmez, üzülürüz sadece. Bu üzüntüye de mânî olamayız. Hz. Mevlana"nın üzüntüsü bundan ibarettir. Yahu yapmayın yanlışsınız, diye yalvarıyor. Ha bazen Sultan Veled efendimiz asabileniyor. Gayet tabiidir. Ukalanın biri geliyor “yahu sizin yaptıklarını ben bir eşek yükü kitap okudum, hiçbir yerde görmedim.” diyor. Sultan Veled de cevabı yapıştırıyor: ” eşek gibi okumuşsun da ondan.” diyor. Bazen de böyle gerekir.

Dolayısıyla Hz. Pir"in isteyip de yapamadığı bir şey bu genelin haricinde olmadı. Ayrıca irfani ekol nazari ekol haline dönüşmedi. Zaman içinde binasıyla, yani Sultânü"l-ulemâ gömüldüğü zaman, defnolunduğu zaman gül bahçesine Aleaddin Keykubat kubbe yaptıralım dedi. Hz. Pir istemedi. Kendisi defnolunduktan sonra, şimdi herkes zannediyor ki böyle türbe yapıldı, hayır dört ayak üstüne şimdiki sivri külahlı kümbet yapıldı, etrafı açık. Zaman içinde binalar ilave oldu. Semahane oluştu, mescid oluştu, kıraat odası oluştu, bir paşa geldi bilmem ne hediye etti. Bir paşa geldi şadırvan yaptırdı. Zaman içinde onlar oluştu. Yani Hz. Pir göçtü Sultan Veled bunu yaptırdı. Zaten bina olarak, mimari tarz olarak belli böyle olmadığı. Dolayısıyla bu gelişmeler, ihtiyaçtan doğan ilaveler her zaman olacaktır. Mimari de ve binada bu böyle olduğu gibi maneviyatta da böyle olur. Bunların hepsi zamanın getirdiği gelişmelerdir. Bu gelişmelere reform demek döndürmek demektir. Avrupa"da bir reform hareketi olmuştur ama reform hareketi adı üzerinde döndürmedir.

Papanın Allahlık satmasına, tanrılık iddiasına, yanılmaz ve yanıltmaz olduğu iddiasına Martin Luther"in karşı çıkmasıyla, papa da insandır o da yanılır, Allah"ın vekili falan değildir, demek bir itikadi değişikliktir o reformdur. İslam'da, İslami hiç bir müessesede reform olmaz. Çünkü o reform aynı zamanda deforme demektir. Buna zaten Allah müsaade etmez. Reform namı altında değişiklik yaptığın zaman, İslami dairenin dışına çıkarsın, bugünkü Dürziler tipik misaldir. İslam kaynaklıdır. Fatimi halifesi Hakim bin Emrullah"ın zatında Allah"ın tecelli ettiğine inanırlar. Dolayısıyla İslamdan kaynaklanan ama İslam dairesinin dışına çıkan batıl mezheplerden “mücessime”ye girerler, yani Allah"ı cisimlendirme. Ayrıca Mütevekil Alallah"ın veziri Hamza"yı peygamber kabul ettiklerinden, “Hâtemü"l enbiyâ”nın muhalifi olduklarından İslam dairesinin dışına çıkmışlardır. Müslüman değillerdir. İşte reform bu. Kezâ Bahâîlik de böyledir.

Geçen aylarda Lübnan"da bir hadise olmuştu, maalesef CNNTürk spikeri Lübnan"daki “Dürzi Müslümanların” lideri Velid Canbolad şöyle şöyle söyledi dedi. Bir adam hem Dürzi hem Müslüman olmaz. Dürzilerin lideri Velid Canbolad, ha ismi, ismi belli tamam Arapça bir isim. İsmin Müslümanı, gavuru olmaz. İnsanın Müslümanı gavuru olur. Bunu da unutmamak lazımdır.

O dönemden Cumhuriyet dönemine kadar nasıl bir çizgi izledi Mevlevihaneler? Demin arzettim gibi, zamanın getirdiği şeyler oldu, toprak genişledikçe, bu kültür yaşadıkça, o toprağa Mevlevihaneler taşındı. Becs'te bugün Avusturya sınırında var. Belgrat"ta var. Saraybosna"da var. Tito yıktı maalesef Saraybosna"da derenin başındadır Mevlevihane. Hala o köprünün ismi Mevlevihane köprüsüdür ama, Mevlevihane yok.

Semazen: Yapacaklar inşallah

İnançer: İnşallah yaparlar. Saraybosna"dan Belgrat"a, Filibe, Sofya, Yenişehir, Selanik, Atina orada hep Mevlevihaneler var. Tabi Mevlevi tekkesi kurmak çok yüksek kültürlü ve sanatlı insanları da bulmayı gerektirir. Bir mutrib düşün naat okuyacak, Kur"an okuyacak, ney çalacak, kudüm çalacak, başka saz çalacak, bunları çalmayı bilecek kadar musuki bilecek. Hadi semayı öğrettin. Mesnevi okuyacak yani ciddi bir entelektüel kadrolaşma ister. Ne enteresandır ki İzmir"de Manisa"da, Tire"den, eski zamanda bir araba yolu yani veya Amasya da, Tokat"ta, Çankırı"da, Ankara"da birbirine ne kadar yakın yerlerde Mevlevihaneler var. Yani bu kadar yakın yerlerde bile böyle bir entelektüel kadrolar var. Kilis"te var. Urfa"da var. Antep"te var. Halep"te var. Hepsi bir karış yer. Yani böyle bir çizgi izlemiştir mevlevihaneler.

İstanbul"da 5 tane olmuş, başka hiçbir şehirde 1"den fazla yoktur. İstanbul dünyada en çok tekkesi olan şehirdir. 364 tane… Ama cemiyete alim ve sanatkar kazandıran büyük bir yuva olarak gerek Mevlevihaneler gerek diğer sair dergahlar bellidir. Mevlevihanelerin birer konservatuar olması doğrudur ama bu bilgi fevkalade eksiktir. Bütün dergahlar öyledir. Bugün sadece Mevlevilik gözle görüldüğü için öyle zannediliyor ve öyle söyleniyor. Türk musukisinde en çok eser vermiş adam Ali Şirügani Dede"dir. İstanbul"da şehremin"de Gülşeni tekkesi şeyhidir. Mevlevilikle alakası yoktur. Cumhuriyet dönemine kadar yapılmış olan 50 küsür tane ayini şerifin sadece 12 veya 13 tanesinin bestekarı mevlevidir, diğerleri mevlevi değildir. Bunun yanı sıra Dede Efendi Mevlevi olduğu halde sair tarikat ayinlerinde kullanılan pek çok ilahi bestelemiştir. Dolayısıyla böyle bir ayrılık gayrılık yoktur. Bu neye benzer biliyor musun, biz çocuğuz senlen kavga ettik sokakta, sen beni bir güzel patakladın, ben ağlaya ağlaya eve dönerken senin bana erişemeyeceğin bir yere geldiğimde köşe başında başımı uzatırım: “ama benim babam senin babanı döver.” Derim. İşte bu seviyedir o. Benim şeyhim senin şeyhinden üstün. Benim Pir"im senden büyük, benim tarikatım seninkinden... İşte bu sokak çocuğu seviyesidir o. Ve tarîkat terbiyesi falan değildir.

Bir padişah yeni tahta çıktığı zaman bütün İstanbul meşayihi kendisini ziyarete, tebrike gidiyorlar. Biraz sohbet edelim, şerbetler, helvalar… Bir ara aklından geçirmiş padişah, bunların içinde en büyüğü hangisi acaba diye. Dağılırlarken vedâlaşma için tekrar musafaha edildiğinde, şeyhin biri padişahın kulağına yanaşmış: ”en küçüğünü göster en büyüğünü göstereyim.” demiş. Küçüğü yoktur hepsi büyüktür. Senin yarin sana benim yarim banadır. Ve ben eğer senin yarine kendi yarim kadar doğru davranmıyorsam, saygılı, terbiyeli davranmıyorsam benim aşktan söz etmeye de hakkım yoktur. Öyle aşk olmaz. Keza sen de benimkine… Benim sevdiğim senin sevdiğinden üstün dediğim anda ben sadece benlik bataklığına düşmüş bir zavallıyım.

Semazen: 30 Kasım 1925 tarihinde tekke ve zaviyelerin kapatılaması ile mevleviyye tarikatı da feshedildi, size göre kurunun yanında yaş da mı yandı, yoksa mevlevi tarikide ajan yatağı ve fitne kazanına karışmış mıydı? Ajanlar olmuş ise emellerine ulaştılar mı?

İnançer: Bana sorarsanız kuru yoktu ki yaş yansın. Siyasi kararlar ilmi olarak irdelenemezler. Doğrudur yanlıştır, denemez. Siyasidir, siyasetçiler konuşur. Bizi işimiz siyasetle değil. “...mevlevi tarikide ajan yatağı ve fitne kazanına karışmış mıydı?” Böyle bir kabulü, kabul etmem mümkün değil.

Semazen: O dönemde bazı karışıklıklar vardı ama.

İnançer: Her dönemde var. Yani Erdebilî tarikatı çok büyük önemli bir tarikattır. Hatta 2. Murat Han, Sultan Fatih"in babası, kayıtlarda var, Edirne"den Hazar Denizi"ne Erdebil"e aşurelik buğday, buradaki buğday bir semboldür, bir çuval buğday gönderiyor yanında da bir çuval altın gönderiyor. O zatın torunu olan Şah İsmail"in babası ve dedesi Cüneyt ve Haydar batıla döndürmüşlerdir. ”Şeyh”liği “Şah”lığa döndürmek için mücadele etmişlerdir. Ondan sonra da Şah İsmail devlet reisi olarak, resmi mezhebi Şia olan bir devlet kurmuştur. Sünni bir velinin torunudur.

Semazen: Şah İsmail Türk de aynı zamanda.

İnançer: Türk tabi. Türk olsa ne olacak? Bir sürü de Türk Yahudi var. Hazar Yahudileri Türk. Gagavuzlar da türk ama Hıristiyan. Irkdaşım olabilir ama din kardeşim değil. Patrik de vatandaşım, ama dindaşım değil. Kurumlara doğru isimler vererek konuşalım.

Dolayısıyla ajan, neyin ajanı? Fitne , neyin fitnesi? Siyasete karışmış şeyhler, dervişler vardır. Bu onların kendi zati meseleleridir. Bir tarikatın siyasete karışması mümkün değildir. Çünkü tarikat ebedi hayatı ilgilendirir, siyasetse dünya hayatıyla sınırlıdır. Çünkü dünyadaki insanların dünyadaki hayatlarının refahı, güzelliği, hürriyeti gibi yüksek kavramların en iyi şekilde temini, ilmi ve sanatıdır siyaset. Tamamen ebedi hayata, bak dikkat buyurun ahirete demiyorum, ebedi hayata dönük bir faaliyettir. Dünyası ma"mur olanın ahireti ma"mur olur. Buradaki ma"mur olma: Allah"ın dediği istikamette, efendimizin ”beni bu ayet ihiyarlattı. ”buyurduğu “Festekım kema ümirte” “Emrolunduğun gibi istikamet sahibi ol” Bunu temine çalışan, kendi meşrebine göre temininin şartlarını veren müesseselerdir tarikatlar. Siyasete karışmaları mümkün değildir. Ferdi olarak siyasete karışanların kendi meseleleridir. Müessesede böyle bir şey yoktur. Dolayısıyla Mevlevi tariki de ajan yatağı ve fitne kazanına karış mıymı? Sualinde ajan yatağı ve fitne kazanı olan tarikatler var, diye bir mana çıkar ki bunu kabul etmem mümkün değil. Hiç olmamıştır.

Ha mesela İstanbul Meclis-i Mebusanı'nı İngilizin bastığı zaman oturumu yöneten Balıkesir mebusu Abdülaziz Mecdi Efendi bir Şa'bani şeyhidir, o ayrı mesele. T.B.M.M"de reis vekili Abdülhalim Çelebi"dir. Keza Urfa mebusu Saffet efendi, şeyhtir.

Tabi birinci T.B.M.M"yi siyasetten falan üstün tutmak lazım o bir ölüm kalım mücedelesi. Ama normal Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda Balıkesir mebusu Abdülaziz Mecdi Efendi, meclis reis vekili olarak oturumu yönetirken İngiliz meclisi başmış ve kapatmıştır. Bu Şa'banilğin ya da başka bir tarikatın siyasete karıştığının göstergesi olmaz, o bir hizmettir. Siyaset de bir hizmettir. Bir tarikat mensubu o hizmete girebilir, soyunabilir ama tarikatını karıştırırsa sulanır. O ne siyaset olu ne tarikat olur. O da marace"l bahreyne dahildir, yan yanadır ama birbirine karışmaz.

Dolayısıyla kuru-yaş meselesi yok. Ben kuru da kabul etmiyorum yaş da kabul etmiyorum. Öyle icap etti. Ayrıca tekkelerin başına gelen ilk bu değildir bu sefer çok uzun bir zaman oldu, 80 sene. 1826"da sultan Mahmut yeniçeri ocağıyla beraber Bektaşi tekkelerini de kapattı, ama Bektaşilik bitmedi. Yani gönül ferman dinlemez.

Semazen: Daha yakın bir tarihe gelecek olursak, malum 28 şubat kararları ile cemaat ahalisine bir takım baskılar söz konusu oldu. Ne tesadüftür ki aynı dönemden sonra mevlevi sema topluluklarında bir artış oldu. Bu artış edeb meydanından ziyade pazar meydanına yaradı gibi gözüküyor. Siz bu pazar kapma mücadelelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnançer: Bilmiyorum. Ben cemaatten olmadığım için bana bir baskı olmadı. Böyle bir şey bilmiyorum. Olmuş olabilir olmamış olabilir.

Mevlevi sema topluluklarında bir artış olması, nüfüsun artışı olarak görülebilir, serbest kalmaları olarak da görülebilir. Benim mesela dışarıda Almanya"da tanıdıklarım var. Tennure giyiyorlar, sema ediyorlar falan filan ama tarikatları Nakşibendi. Orta Asyalı bir Özbek şeyhe bağlılar. Dedim, “peki o ne bu ne…” “Böyle olunca devlet bize karışmıyor” dediler, orada da. Yani dolayısıyla bu sema topluluklarının hepsinin Mevlevi olduğu kabul edilemez, ayrıca Mevlevi şeyhi var mı ki, Mevlevi topluluğu olsun?

Edep meydanından ziyade pazar meydanına yaradığı doğru. Tasavvufta bir kaide vardır: “La talebe ve la red“ (istersem dilimi reddedersem elimi kessinler). Bir şey istemek ayıptır. Galiba ihtifallerin yapıldığı salonda bir akşam mesnevi sohbetinde söyledim: Allah"tan cennet istiyorsan başka hiç kimseden bir şey istememeyi öğren, diyor Hz. Mevlana. Hiç kimseden bir şey istemeyeceksin.

Bir zat, zengin bir adamdan çok para istemiş, bir ihtiyacı var, düğün yapacak, ev kuracak, dükkan açacak neyse… Ha inşallah maşallah demiş, yaparız, dur bakalım. Bir bakmış o zengin camiye girmiş, vakit namazı bitmiş dua ediyor gayri ihtiyari böyle yüksek sesle, o da arkasında duymuş. İşte Yarabbim birazcık daha para ver. Bak benden de isteyenler var, onlara vereyim… Adamın aklına gelmiş arkadakinin “ya ben niye bundan istiyorum? Onun istediğinden isterim”.

Dolayısıyla bu işten para kazanmak veya seyahate gitmek için yapılıyor ise adamın büyük zararına sebep olur. Patinaj falan olmaz. Alçaklığa düşmek olmaz. Çukura düşer! Zemin kaybeder. Ha bir şey yaptın verdiler mi; reddersen de terbiyesizliktir. Veren elin Allah ihsanının bir vasıtası olduğunu bileceksin. Verirlerse eyvallah, istersen tuu yazıklar olsun! Sistem ve kaide budur.

Pazar kapma mücelesini nasıl değerlendiriyorum? Değeri yok diye değerlendiriyorum. Sıfır bile değil eksi. Ben bunu memur olarak da bakanlığıma ilettim. Nevşehir valisi Konya valiliğine bir yazı yazmış. Kaç sene önce… “Yav önüne gelen sema ediyor bunun belli bir ölçüsü olsa gerek, siz biliyorsunuzdur heralde bunu”, diye Konya Valiliği bakanlığa yazmış, bakanlık güzel sanatlar yazmış, güzel sanatlardan da bana yazdılar. Ne yapmak lazım, diye. Ben de şöyle bir misal verdim: “Başbakanlığa bağlı bir genel müdürlük var. Bu 1-2 senede bir imtihanlar yapıyor. Mehmet beyin derneği, Tuğrul beyin derneği, Ali derneği, Veli derneği… Bu dernekler imtihan oluyorlar. Bu imtihanı da kültür bakanlığının uzmanları yapıyor. Sen benim milletimin asli malı olan filanca folklor oyununu doğru oynuyor musun? Yoksa bir takım münasbetsizlikler mi kaptın? İmtihan ediliyorsunuz. Ha Mehmet beyin derneği güzel yapıyor. Tuğrul beyin derneği yapamıyor. Dışarıya çağrılmalar oluyor. Mesela İsviçre"de falan halk oyunları festivali oluyor. Mehmet beyin derneğini çağırmışlarsa, bakılıyor listeden, müsaade ediliyor. Tuğrul beyin derneğini çağırmamışlarsa sen benim folklorumu temsil etmeye yeterli değilsin deniliyor”. Bu iş böyle.

Ayrıca 200-300 senelik bir yazma kitabı koltuğunun altına alıp çıktığın zaman gümrükte 7 sülaleni kurutuyorlar. Peki 700 senelik Mevlevi ayinini önüne gelen adamın önüne geldiği şekilde yapmasına niye müsaade ediyorlar?

Bugün Türkiye"de kanunen, işte bakanlar kurulu kararı, meclis, şu bu… Kültür Bakanlığına bağlı Konya Tasavvuf Müziği Topluluğu var, İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu var, bunlar devlet memuru sıfatında devletin kontrolünde doğru iş yapan insanlar, bunlar imtihanla bu işe girmişler. Bunlar imtihan yapsınlar. Ayrıca tennure giymek, sikke giymek, kıyafet kanununa aykırıdır ve kıyafet kanunu anayasayla korunmuş bir kanundur. Nasıl önüne gelen sikke giyiyor? Savcılar ne iş yapıyor? Ha bana savcı gelip sorduğu zaman ben, beni tayin eden bakanlar kurulu kararını gösteririm. Devletimin hükümeti sana bana müsaade etmiş, bu işi yap, diye. Nerede? Salonda, kontrollü. Memurum ben. Amirimin, genel müdürlüğümün izni olmadan vilayet hududu haricine çıkamam. Bu bir kültür; yazık, ölmesin, çok güzel… Sistemde ve kararda hiçbir bozukluk ve yanlışlık yok. Ama Kapodokya"daki meyhanede burada rakı içiyorlar, burada dansöz, oynuyor orada sema ediyor. Nasıl böyle bir şeye müsaade ediliyor! Yapmayın müsaade etmeyin. Sonra maalesef bu kadar yapamadılar İl Kültür Müdürlükleri, “sema yapılacak yerler” hiç olmazsa meyhane olmasın diye kontrol ettiler. Burada yapılır burada yapılmaz, diye. Ona da ben itiraz ettim. Bu söylediklerimin hepsi devlet arşivinde var, resmen yazdım bunları. İl Kültür Müdürleri nereden biliyorlar bu kültürü? Nihayet idari amirdir İl Kültür Müdürü, nereden bilecek? Ama bu bir ihtisas. Yalnız bir ümit var. Çok şükür Selçuk Üniversitemizde bir Mevlana Araştırma Enstitüsü kuruldu. Bu enstitüyü gerek üniversite içerisinde gerek bakanlıkla, protokol vs. bunların usulleri var, yapılır. Bu enstitü imtihan yapar. Ne, nerde, nasıl yapılır, buna müsaade eder. Bunun doğru yolları çünkü evrakla belli. Yapılır, biter,gider. O zaman bu da bir Pazar olmaktan çıkar. Ha bu pazar sadece semadan ibaret de değildir. Bütün Konyalılardan şikayetçiyim. Ben ve Ahmet (Özhan) belediye meclisi kararı ile Konya"nın fahri hemşerisiyiz, elimizde beratımız var. Yani ben kendi hemşerilerimden şikayetçiyim.

Mevlana kasabı, Mevlana böreği hatta böreği ve pidesi de değil, Sadece Mevlana… Garson bağırıyor: ”yarım Mevlana kes!“ Bu çok büyük bir terbiyesizliktir. Esas pazar bu. Mevlana şekerine kızardım vaktiyle, şekeri şimdi öpüp başıma koymaya başladım. Mevlana kasabı… Mevlana mı kesiyorsun be!

-Bana bir Mevlana ver

-Ne yapıcan ki?

-Yiyeceğim…

Yarısı peynirli yarısı kıymalı olan pideye Mevlana diyorlarmış. Allah Allah, esas pazar bu. Bu kadar büyük saygısızlık olmaz.

Eğer çocuğun sana karşı bir saygısızlık yaparsa ona öğretmek ve düzeltmek için bir takım müeyyideler uyguluyorsun değil mi? Bu müeyyideler o çocuğun menfaatine mi değil mi? Ama çocukken onu aleyhine görür ve bekli de sana kızar. Büyüdüğü zaman babam iyi ki böyle yapmış diyecek.

Bugün Türkiye"de her bir işyeri belediye açısından, sağlık açısından ruhsat muhsat bir şeylere tâbi. Ben belediyede memurum. Geldin bana: “ben Mevlana kasabı açacağım, ruhsat ver. - Git yavrum adını değiştir öyle gel vermiyorum.” dediği zaman kim ne diyebilir? Nüfus memurluklarında bile istediğin ismi koyamıyorsun. Bazı isimler var, koydurmuyor onları. Bunun da kriteri var. Türkiye"de Türk büyüklerini koruma kanunu var. Ayrıca dinen ve dince kutsal sayılan şeyler ticarete alet edilemez, var. Niye alet ediliyor, niye bu kanun çiğneniyor, nerde savcılar?

Semazen: İslam'ın teröre ve savaşlara karıştırılmasına ne diyorsunuz?

İnançer: Bak Kur"an-ı kerimde bir ayet var. Hatta ayetin bir bölümü “es-sulhu hayr” “hayır sulhtedir” veya “sulh hayırdır” bitti.

Resulullah efendimiz bir gazadan dönerlerken “küçük cihad bitti büyük cihada giriyoruz”, buyuruyor (Bedir savaşından sonra). Büyük cihadı daha büyük bir harp zannediyor ashap, “hayır” diyor. Büyük harp: nefsinle mücadeledir. Bitmeyen bir mücadeledir. Her harp biticidir. işte 1. cihan harbi 2. cihan harbi 4 sene 5 sene sürüyor, bitiyor. İşte Vietnam harbi bitti. Bosna harbi bitti, Allah bir daha da göstermesin. Savaş biter aslolan sulhtür. Dolayısıyla İslam kelime manasında “selamet” vardır. Salim olmak ve selamete ermek vardır İslam kelimesinde. Kelime manasında bile mücadele -bırak terörü- olmayan bir müesseseyi terörle paralel tutmak kadar kabaklık olamaz. Ayrıca terör kelimesinin lügat manası, korku demektir. Dışımızdakiler kendi ahalilerini İslam ile korkutmakla ne yapıyorlar? Bu, terörün alası değil mi?

Peki bugün böyle yapılıyor mu? Yapılıyor. Neden yapılıyor? Çünkü karşıdaki cahil ama sen de cahilsin. Neden?...

Sen Resulullah'ı ne kadar tanıyorsun, dinini ne kadar biliyorsun? Eğer sen iyi bir Müslüman olsaydın batı dünyasına kendini sömürtmezdin. Mehmet Âkif Bey"in dediği gibi: “Dolaştım diyâr-ı küfrü, hep kâşâneler gördüm. Diyâr-ı İslâm"da ise virâneler gördüm.” Sonucuna gelmezdin. Pekiyi evvelden böyle miydi? İslam medeniyet ve tefekkürü güneş gibi parlarken batı, Orta Çağ"ın karanlıklarında sürünüyordu. Sonra batı, hırsızlıkla zengin olup (özellikle Amerikan yerlilerinden çaldıkları altınlar ve doğal zenginliklerle) başta İslam coğrafyası olmak üzere sömürmeye başladı. İyi ve doğru Müslüman olunsaydı, Hollanda, Endonezya"ya gidemezdi. İngiliz Hindistan"a gidemezdi. Amerika Irak"a gelemezdi. Sen yeterince Müslüman değilsin.

Mekke"den doğan güneş, 23 sene sonra bütün Hicaz bölgesini, 30 sene sonra İran"dan Mısır"a kadar… 30 sene…Kasidiye savaşı İran"dır. Amr ibnü"l Asr ile Mısır bitti. Ondan sonraki 10 senede Atlas okyanusu… işte o güneşle aydınlanıverdi. O güneşin önüne söz dinlememe yani asi olma ve nefs bulutları koyduk. Kararıverdik. Mısır"dan Atlas okyanusuna gidinceye kadar bir tane harp göstersinler bana, hiç harp yoktur. “Aman iyi ki geldiniz Müslümanlar, hoş geldiniz safa geldiniz”, hepsi böyle bütün Kuzey Afrika. Endülüs"e yani İspanya"ya geçmede ”i"lâ-yı kelimetullâh“ gayreti ile Allah ve Resûlüne ölesiye itaat var. “Yakın gemileri! Ya muvaffak olacağız ya öleceğiz, gemilerle geri dönmek yok! Yakın gemileri!”, demiştir Tarık bin Ziyad. İşte esas budur, yani harp kazanarak değil, gönül kazanarak…

Tarihte bir gayrimüslimin yaptığı toplu katliâmı, hiçbir Müslüman"ın yaptığını gösteremezsin. Yoktur. Bir tane göstersinler hadi. Dolayısıyla efendimizin 23 gazasının hiçbirisi, teknik tabirle söyleyeyim, tecavüzi değildir, tedafüidir, yani defetmek içindir. Tecavüz etmek için değildir. İslam kaidesine göre harp şöyle yapılır: “Kardeşim ya Müslüman ol ya da benim emniyet sistemim içinde yaşayacağın için bunun bir masrafı var, bu masrafa iştirak et. Müslümansan zaten bendensin kardeşimsin. Etmezsen kendi dininde yaşa.” Eğer bu teklif kabul edilmezse harbe cevaz verilir. Hz. Ömer"in Kudüs"te yaptığına bakalım. Bunun daha ötesi var mıdır?

2. Muaviye hazretlerinin, “dikkat buyurun” 2. Muaviye hazretleri. Birincisinden bahsetmiyoruz. 2. Muaviye hazretlerinin bir meselesi vardır: Kayseri"de kalabalık bir Müslüman tüccar grubu kiliseye girmişler, “namaz kılacağız biz” demişler. O zaman da Kayseri Bizans"ın, ödleri kopuyor İslam devletinden “tamam peki kılın” demişler. Şam"a döndüklerinde 2. Muaviye hazretleri soruyor: ”Ne halt ettiniz siz?“, “E napalım ya emire"l-mü'minin ,namaz kılacaktık”, ”Kiliseden başka yer bulamadınız mı? Başka yerde kılaydınız niçin insanları rahatsız ediyorsunuz? (Bak bak niçin insanları rahatsız ediyorsunuz?) Siz orada namaz kıldınız yarın öbür gün onlar gelip bizim camimizde ibadet etmek isteseler, mütekabiliyet esasına göre müsaade etmem lazım. Gidin başka yerde yapın yahu. Ömer böyle mi yaptı?”, diyor. “Kudüs"te böyle mi yaptı Ömer?” diyor. İslam budur…

Bugünkü tatbikattan İslam budur demek cahillikten ibarettir. Resulullah efendimiz “mü'minin basiretinden korkun çekinin” buyuruyor. Var öyle müminler. Bunlardan bir tanesi de eski boksör Muhammed Ali Clay…

11 eylül de ikiz kuleler... tabi herkes ikiz kulelerden bahsediyor, Pentagon"dan bahseden yok, o da ayrı bir oyun. Aklı biraz evvel olanlar onu da bir tetkik etsinler. İkiz kulelerin harabelerini gezerken bir gazeteci yaklaşıyor: “Mensup olduğunuz dine bağlı insanların yaptığı bu hal karşısında ne düşünüyorsunuz?” diyor. Clay"in cevabı da heralde Resulullah efendimizin de çok hoşuna gitmiştir. “Sizin dininize mensup Hitler"in yaptıkları hakkında siz ne düşünüyorsanız ben de onu düşünüyorum.” diyor.

Kaç tane adam öldü ikiz kuleler de? Belli değil. Hadi bir kaç bin olsun diyelim. Doğrusunu öğrenemeyeceğiz hiçbir zaman, çünkü onun içinde bir katakulli var. Hitler kaç bin tane adam öldürdü? Kendi milleti dahil. Kanbur, kör, sakat, topal, çolak, deli... Almanlar"dan da öldürdü, sade Yahudileri öldürmedi ki, kobay yerine koydu insanları, o da Hıristiyan. Hz. İsa"nın dinine mi konuşacağız şimdi, estağfirullah. Ayrıca Hz. İsa"nın dini de değil şimdiki Hıristiyanlık o ayrı mesele.

Semazen: Bazı cemiyetler edebi ve ahlakı irşad etmeleri gerekirken din bezirganlığı yaparak çeşitli büyük sermayeler kuruyor, yatırımlar yapıyor, adeta kendi içerisinde bir devlet kurma hevesi güdüyorlar. Üstelik pazarladıkları din ise ithal bir din. Türk Milleti nasıl gavur olmayan bir İslam'a kavuşabilir? Ne zaman müslüman bir Cumhuriyet'imiz olacak?

İnançer: Sermaye falan kelimeleri girdiği zaman din kaçar. Yani nasıl ilim ve sanata siyaset bulaşırsa ve ilim ve sanat oradan kaçarsa, çok dünyevi bir kelime olan “sermaye” kelimesiyle “din” kelimesi yan yana gelmez. Böyle yapanlar var, yanlış yapıyorlar. Böyle yapılıyor diye din düşmanlığı yapanlar var onlarınki de ayrı bir yanlışlık. Paranın dini olmaz, insanın dini olur. Parayı köpeğe atsan yemez. Neyzen Tevfik öyle demiş “ulan nerde basıldığını bilmesem sana Allah diyecem.” demiş.

Ne zaman Müslüman bir cumhuriyetimiz olacak sualinin cevabı da deminki cevabın içinde vardır. Cumhuriyetin Müslüman"ı olmaz. İnsanın Müslüman"ı olur. Cumhuriyet, monarşi, mutlak monarşi ,parlamenter sistem, konfederal devlet, federe devlet... bunlar insanların devlet sistemleri hakkında kurmuş oldukları sistemlerdir. Dünya rahatlığı teminine yöneliktir. Bunun müslümanı gavuru olmaz.

İslam kaidesine göre devlet nasıl idare edilir? diyecek olursak, bunun bugünkü karşılığı cumhuriyettir. Yani “şûra” idaresidir. Ama bu şûra idaresi bu kadar büyük bir memlekette bu kadar ayrı adetlere sahip bir memlekette, doğrusu oluyor mu? Bana sorarsan olmuyor. Yani Edirne"deki pirinç eken bir çiftçi için çıkarılan kanun Afyon Karahisar"da afyon eken veya Hakkari"de buğday ekene de tatbik edilirse olmuyor. Bunu daha genişlet… Daha mahalli, ama bu mahallilik yarın öbür gün ayrılığa sebep olur endişesi taşınıyorsa o zaman ayrılığa sebep olmayacak aradaki harcı doğru bulun. Şu binada kaç bin tane tuğla var? Ama harç bir tane, dikkat buyurun. Tuğlalar ayrı ayrı ama aynı harçla birleşince bina oluyor. Osmanlı"da kaç tane topluluk, kaç tane dil vardı? Ama hepsi Devlet-i Osmaniye"nin vatandaşıyım diyordu. Ermeni"den Nafıa nazırı vardı. Fener Rum beyleri padişahın resmi tercümanıydılar. Bak dikkat buyur, Fener"de oturan Rumlar değil, “Fener Rum beyleri”. İmparatorluktan kalma, hepsi konakta oturuyordu, birkaç tane taş konak hala duruyor Fener semtinde. Ayrı konakta oturuyorlar, saygı görüyorlar. Neden? Devletimin ahalisinden.

Resulullah efendimiz hicret buyururlarken kılavuzu kılavuzu Abdullah b. Uraykıt müşrikti. Ama en iyi kılavuzdu. İşini en iyi yapan adamdı. Müslüman"dan seçmedi efendimiz. İşi en iyi yapanını seçti. Bakın Resulullah efendimizin 40 yaşından evvelki hayatında, daha sonra inzal olacak olan ayetlere muhalif tek hareket bulamazsın. “Emaneti ehline veriniz” ayet-i kerimesi, Mekke"nin fethi günü Kabe"nin içindeyken inzal olunmuştur. Osman bin Muazzın anahtar meselesiyle bağlantılı olarak. Tefsirleri açıp okusunlar öğrenmek isteyenler… Emaneti ehline veriniz. Hicret, Mekke"nin fethinden kaç sene önce? 10, fetihten kaç sene önce bile efendimiz emaneti ehline veriyordu. Müslüman ve gavur, Allah ile kul arasındaki ilişkidir. Beşeri ilişkilerde Müslüman-gavur olmaz. İnsan vardır. Bunu anlamıyoruz, bunu bilmiyoruz. Çünkü Müslümanlık ve gavurluk bir sıfattır. ”Zat” ise değişmez, sıfat değişir. Bugün gavur dediğin adam “la ilahe illallah Muhammeden Resulullah” der, senin kardeşin olur. Ne oldu? Sıfatı değişti. Ayyaş, “tevbe yarabbi içmeyeceğim artık, sen de bana yardım et ded”i, ayyaş sıfatı kalktı. Sıfatlara fazla itibar etmeyeceğiz, zata itibar edeceğiz. Kötü sıfatları iyiye çevirmek için çalışacağız. Dolayısıyla idarenin, eşyanın, paranın dini olmaz, insanın dini olur.

Vaiz Cemal efendi vardı. Ramazanda vaaz ederken hanım gelmiş ona sormuş: “Ramazan geldi evde kedi var. O da oruç tutacak mı?” Yahu hanım insanlar oruç tutar “hayvanlar” oruç tutmaz, derdi. Ne manaya anlarsanız artık…

Semazen: BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO'nun "Somut Olmayan Sözlü Baş Eserleri Ödülü"nü alan ülkeler arasında bu yıl Türkiye de vardı. 'Mevlevi Ayini', UNESCO nezdinde kültür mirası olarak kabul edildi. Bu ödülün anlamı nedir? Bu kültürü yozlaşmaktan kurtarabilecek mi? Ve neden hep bir kurtarıcı bekleriz, neden biz sahip çıkamıyoruz, engellerimiz nedir?

İnançer: Ben bu işle birkaç yıl meşgul oldum bakanlık görevi olarak, bunun iç yüzünü çok iyi biliyorum. UNESCO"nun burada koyduğu kriter şu: “Devlet kösteği ve desteği olmaksızın ahalinin kendi içerisinde yaşattığı geleneksel sanatlar”. Bunlar içinde dünya çapında iki tane geleneksel sanat tespit etmiş: Birisi Hindistan"ın bir bölgesinde hiçbir okulu şusu busu olmayan, nesilden nesile intikal eden özel bir tiyatro biçimi. Yani özel bir dansla beraber özel bir tiyatro oynanıyor. Bizim Karagöz"ü de çok desteklediler ama Yunanlılar"dan dolayı bozuldu iş. Çünkü Yunanlılar da okulu var. Okul olunca geleneksel sanat olma vasfını kaybediyor.

Mevlevi tekkelerinde dahi, devletin dahli yok eskiden beri. Tekkeyi bir örgüt olarak kabul edersek kişiler kendileri örgütleniyorlar. İsteyen geliyor istemeyen gelmiyor. Tenkit eden ediyor, seven seviyor hiçbir şey yok. Bugün tekke bile yok ama hala sema devam ediyor. Okulu yok şusu yok busu yok ama insanlar bunu hala öğreniyorlar. Yani sadece ahalinin kendi kültürüne sahip çıkması lazım. UNESCO"nun kriteri bu…

Türk musukisinin radyodan çalınmasının yasaklanmış olduğu zamanlar olduğu halde, cumhuriyet dönemine kadar bestelenen ayinden daha çok, cumhuriyetten sonra bestelenen ayin var. En son geçen sene verdi, Ahmet Çalışır"ın şahane mi şahane bir Hicazkar ayini var. Ekişehirli Zeki"nin (Atkoşar) var kaç tane, rahmetli Çinuçen (Tanrıkorur) ağabeyin var. Allah ömür versin Cüneyd (Kosal) ağabeyin var. Allah rahmet eylesin Doğan (Ergin) ağabeyin var. Var oğlu var... Bunların çoğunun yaşı cumhuriyetten sonra, çoğu 1923"ten sonra doğmuş insanlar. Bu ne bu? Bu kültürün bizatihi kendini yaşatıyor olması, devlet desteği olmadan, ölçü bu. Bunun için Mevlevi ayininin UNESCO tarafından bir halk kültürü olarak korunması desteklenmesi gerekir. Bir halk kültürü olarak kabul edildi durum bundan ibaret.

UNESCO bu kültürü yozlaşmaktan kurtarabilir mi? Bu kültürü yozlaşmaktan sadece bu kültürün sahipleri kurtarabilir.

UNESCO"nun yaptığı bir tespitten ibarettir. Neden bir kurtarıcı bekleriz, neden sahip çıkmayız? Tembelliğimizden, mirasyediliğimizden…

Semazen: Bu bizim için utanılacak bir şey değil mi? Kendimiz sahip çıkamıyoruz da UNESCO sahip çıkıyor.

İnançer: Hayır, o manada utanılacak bir şey değil. Biz kendimiz sahip çıktığımız için UNESCO bizi taktir ediyor. Öyle düşünmek daha doğru olur. Yani hiçbir devlet desteği olmadan bu kadar yasaklara vesaireye rağmen, bu sema musukisiyle, ayiniyle yaşıyor, ahali arasında yaşıyor. Biz musukiyi de semayı da devletten öğrenmedik, hocalarımızdan ağbilerimizden öğrendik. Yani mevcudu devlet değerlendirdi, gerisini istemiyor. Kurulduğumuzdan beri de hiç yeni adam alınmadı. İhtiyarlıyoruz artık. Biz iyice ihtiyarlayınca ne olacak? Ha gençler zevk alarak yetişiyorlar. Bana öğret diyorlar, öğretiyoruz.. Yani bu bakımdan biz kendimizi korumuşuz zaten. Ne kadar? İmkanlar elverdiği kadar. Yeterli mi? Değil. Ne yapmalıyız? Bu imkanlara rağmen korumalıyız değil, bu imkanları genişletmeliyiz. Siyasetse siyaset, ilimse ilim, sanatsa sanat… Evvela bu işin düşmanları var. Bunların neye düşman olduğunu tespit etmeliyiz. Bir tek sebebi var.Ben tespit ettim; “cehalet”. Bilmiyorlar… Her bilen seviyor. Öğreteceğiz, bu öğretme yolunu doğru tespit edeceğiz.

Maalesef bir çok yanlışlıklar yapılıyor. Hala türbe-i şerife gelen teyzeler Sultânü"l-ulemâ"nın sandukasını ayakta biliyorlar. Rahmetli Mehmet Önder kitap yazdı, düzelmiyor. Niçin bu kadar yanlışlıklara çok fazla itibar ediyoruz da doğruya itibar etmiyoruz anlamak mümkün değil. Sultan Veled tarikat kurdu diyorsun. Sultan Veled kurmadı yanlış bilgi. Hala Hz. Mevlana, Selahaddin-i Zerkubi'nin altın döverken çıkarttığı çekiç seslerini duyup semaya başladı diye anlatılıyor. Böyle değil ki. Hep sema ediyor Hz. Mevlana. Bu anlatılan menakıbta, Selahaddin-i Zerkubi Konevi"nin o aşkı görüp o aşktan hissemend olup “ne dükkan lazım ne altın lazım.” demesi anlatılıyor orada. Hz. Mevlana"nın sema'a başlaması anlatılmıyor ki yani bunu bile doğru anlamıyoruz. Aralıkta gösterilen çizgi filmde maalesef öyle bir yanlışlık var.

Bildiğiniz gibi Mesnevi-i Şerif"in ilk 18 beyitini, Hz. Pir sarığının arasından çıkarıp Çelebi Hüsameddin"e vermiştir. Bundan ne anlıyoruz? Mesnevi-i Şerif, bir başucu kitabı değil, bir baş tacı kitabıdır.

Semazen: Son yıllarda Hz. Mevlana'ya -özellikle karakterine- çok ağır ithamlar söylenmektedir. “Hz. Peygamber (SAV)'e de iftirada bulunulabiliyor ümmetine neler yapmazlar ki” diyerek sineye mi çekmeliyiz; yoksa edeb dahilinde nasıl cevap vermeliyiz? Hz. Mevlana'yı biz savunabilir miyiz?

İnançer: Estağfirullah o bizi savunur inşallah. Ağır ithamlar… Mesela ben sana söyleyeyim. Beni Boğaziçi Üniversitesinde bir konferansa çağırdılar, orada bir sualde Hz. Şems"le aralarındaki o yüksek münasebeti başka türlü sordu çocukcağız. Ben de gayr-i ihtiyari cevap verdim: “oğlum aklı apış arasında olanlar bunu akıl edemezler. Bizim aklımız başımızda. Aklı apış arasında olanlara bir şey söyleyemeyiz. Geçiniz.”

Hz. Peygambere tabi iftirada bulunacaklar. Efendimize iftirada bulunan Kaab bin Eşref namında bir herif vardır. Büyük şair. Şiir sanatında büyük; kendi küçük bir herif. Efendimiz birkaç sefer haber gönderdiği halde bu terbiyesizliğe devam edince bir gün efendimizin bu hududuna dayanınca, ”Muhammed'i Eşref'in zulmünden kurtaracak bir adam yok mu?” deyiveriyor mecliste. Kaab bin Eşref'in akrabası olan bir zat çıkıyor: “Ya Resulullah bana biraz müsaade edin.” diyor. Çünkü herif çok zengin etrafı korumalı, surla çevrili bir evde oturuyor. Yakında diyor, düğünü var, işte kızını oğlunu bir şeyini evlendirecek, bir şey olacak, o vesileyle ben giderim hallederim, diyor. “Sen bilirsin” diyor Peygamber efendimiz. Neyse gidiyor, giriyor eve gebertiyor. Efendimiz müsaade ettiği için. Hz. Mevlana da müsaade buyurursa yaparız.

Sineye çekmeli miyiz? Hayır. Resulullah efendimizin bir hadislerinde (gayet sahih): “Bir kötülüğü elinizle yok edebiliyorsanız edin. Elinizin gücü yetmiyorsa dilinizin gücüyle yapın. Ona da gücünüz yetmiyorsa kalbinizden buğz edin” diyor. “Efendim işte ben elimlen mani olamıyorum, kalbimden buğz etsem ne olacak etmesem ne olacak?” Sakın ha, böyle bir şey diyemeyiz. Madem ki efendimiz kalbinizden buğz edin dedi o buğz etmenin mutlaka bir tesiri olur. Yalnız burada sorulacak sual şu: “Acaba hepimiz bir gönül beraberliği içinde miyiz?” Anladın mı eksikliğimizi?

Edep dahilinde cevap vermeliyiz. Ancak edep nedir? Kaab bin Eşref"in kafasını kesmek de edebe dahildir. Kime göre edep? Edep objektif değildir. Terbiyesizleşmeden, vakarını bozmadan, İslamiyetine halel getirmeden… Bunlar edep dahilindedir. Ama ilmen cevap vermek en iyisidir. O anlamasa da bir başkası anlar. Ha terbiyesizse, hadsize haddin bildirmek öksüze kaftan giydirmek gibidir. Âkif beyin bir şiiri vardır. İşte öyle bir şey olsa “döverim” diyor, “Dövemezsin” diyorlar, “Hiç olmazsa söverim”, diyor. Hiç olmadı söveriz. Onlara sövmek sevaptır ha. Hiç korkma sevaptır.

Semazen: Hadis ilminde “senedi” diye adlandırılan bir yöntem var. Eldeki hadisin sahihliğini ispat etmek için Hz. Peygamber (SAV)'in vecihine uygun olup olmadığı tetkik edilir. Bu bilgiden şuraya gelmek istiyorum, Hz. Mevlana'nın yaşadığı dönemin mutasavvıf âlimlerin eserlerine baktığımız zaman, genel geçer bir ifade olan hikayeleme ve örnekleme üslubunu kullandığını görüyoruz. Ancak Mesnevi'deki bazı hikayeler ne dönemin lisan-ı ifadesine ne de dönemin diğer sufi âlimlerinin ifadeleri ile uyum göstermektedir, hatta ve hatta Mesnevi'nin diğer bütün bölümlerindeki anlatım zerafetinden bile uzaktalar. İslamiyat'ta musiki'nin helal mi haram mı olduğuna dair çok ılımlı bir kıstas bulunmakta: Eğer bir musiki icrası esnasında insan halet-i ruhiyesinde kedere, öfkeye, şehvete ve benzeri nefsî günahlara yakşaltırıyor ise bu haram bir musikidir; tam tersi selamet, sevinç ve esenlik ile Yaradan'dan uzaklaştırmak yerine O'nun güzelliğini ve zerafetini gösteriyor ise o musiki helal musikidir. Bu görüşü musikiden çıkartırsak hemen herşeye uygun düşmekte olduğunu görüyoruz. Mesnevi'de kimi hikayeler şehveti cezbedecek düzeydeler. Sizce bu üslup Hz. Mevlana ile uyuşmakta mıdır? Bu hikayeleri içeren beyitlerin kendilerine ait olduklarından nasıl emin olabiliriz?

İnançer: Evet İslamiyet"te Allah dedirten musuki helal, yallah dedirten musuki haramdır kısaca. Valla ben Mesnevi-i Şerifi 18 defa okudum, hiç şehveti cezp edecek bir hikaye görmedim. Bu bakış açısından mı kaynaklanıyor, bilmiyorum.

“Ben yarimi gömleksiz sevmeyi severim” diyor mesela. Aradaki gömleği perde olarak görmeyip de, kadını çıplak severim diye anlıyorsa, o kadında kalmıştır. Onun aklı şehvetindedir daha. Dolayısıyla bu üslup tabi Hz. Mevlana ile uyuşmaktadır. Ön sözünü iyi okusunlar Mesnevi-i Şerifin. “La teşbih Kur"an gibidir”. Allah"ın hem “Mudill” esmaı hem “hâdî” esmaı tecelli eder. Bu kitap diyor Hz. Mevlana, mü'minin imanını; kafirin küfrünü arttırır. Kur"an-ı kerim öyle değil midir? Ebu Cehil"in küfrünü arttırdı. Ebu Bekir"in imanını arttırdı. Sen Ebubekir olmaya bak. Ebu Cehillikten kaç.

Tabi bu hikayeleri içeren beyitlerin hepsi kendine aittir. Çünkü Mesnevi-i Şerif'in en eski metni elimizdedir. Çelebi Hüsamettin efendimizin sağlığında yazılmış metin elimizde olduğu için, hiç bir karışıklık yoktur. Keza Kur"an-ı Kerim'e o kadar benzer bir hali vardır ki Mesnevi-i Şerif'in, aslında bunu bir makale yapmak lazım. Kur"an ile Mesnevi-i Şerif arasındaki benzerlikler. Mesela mübarek sarığından çıkarıp verdiği ilk 18 beyit “b”ile başlar ”mim” ile biter. Vesselam"ın “mim”i ile. Besmele de “b” ile başlar rahimin “mim”i ile biter. Kur"an-ı Kerim'in ilk inzalinden sonra bir müddet geçmiştir, inzal kesilmiştir, vahiy kesilmiştir. Buna fetret devri denir. Birinci ciltten sonra da Mesnevi-i Şerif kesilmiştir. Epey bir zaman geçmiştir aradan, ikinci cilt sonra başlamıştır. Aynen dibacede yazdığı gibi: “Yolunu sapıtmış olanları iyice sapıttırır; yolunu düzeltmek isteyenlerin de elinden tutar Mesnevi-i Şerif”.

Semazen: Son olarak Hz. Mevlana "Ölümümüzden sonra, mezarımızı yerde arama. Bizim mezarımız arif kişilerin gönülleridir" demişti Divan-ı Kebir adlı eserinde. Bu devirde nerede ne işler yapmaktadır bu ârif kişiler, nasıl keşfederiz gönüllerindeki Aşk mezarını?

İnançer: Aşkın mezarı olmaz, aşk hep yaşar. Aşkın sembolünün mezarı olur. Yahu hepimizin gönlünde bir parça Mevlana yatıyor. Buraya gelen her insanda yatıyor. Merak ediyor, hiç alakası yok. Neyi merak ediyor? Hz. Mevlana"yı merak ediyor. Demek ki gönlünde yer var. Kiminde o kadarcık meraktan ibaret. Kiminde daha büyük meraktan ibaret. Ha bir tane daha Mevlana arıyorsun, Allah bir tane yaratır bir daha yaratmaz. Bu devrin Mevlanası da vardır. Senin vüs"atin kadardır. Bulacaksın onu.

Ne diyor bir rubaisine Hz. Pir efendimiz: “Ey oğul yarini bulduysan niye şıkır şıkır oynamıyorsun, bulamadıysan niye başını taşlara vurarak aramıyorsun? Ya ara bul ya bulduğunu duyur. “ diyor. Bulduğunu duyurmak siyasi olarak yasak ama arayıp bulmak yasak değil. Bul, sende kalsın… Davul çalma tehlikeye uğramamak açısından, ama arayıp bulmak var.

Nasıl keşfederiz? Aşkın nasılı olmaz. Ama en azından rabbimize niyaz ederiz sığınırız. Bizi bulmasını söyleriz. Bir zat söyleyim, 60 ihtilalinde bir çok insan ihtiyati olarak hapse alındı. Tevkif edildi. Mahkum değil de mevkuf Olarak. Bunların bir tanesi bir şeyh efendi. Hapisteki bir adam da ona orada intisap ediyor. Sonra elini kaldırıp dua ediyor: “Ya Rabbim duamı kabul ettin teşekkür ederim, ben uzun müddet dua etmiştim, bana bir mürşit gönder, mürşit gönder, diye.” diyor. Teşekkür ederken şeyh efendi kızıyor: “Ulan kerata” diyor, ”Bana bir mürşit gönder diye dua edeceğine, beni bir mürşide gönder diye dua etseydin ya, belki sen dışarı çıkardın, senin yüzünden ben de hapse girdim” diyor şakayla karışık da olsa. Yani Cenab-ı Hak'tan ümidi kesmeyip O"ndan bir mürşide ulaştırılmamızı niyaz etmeye devam edeceğiz. Böyle olur.

Sussam gönül razı değil, söylesem çare değil.

Neş'e tahsil ettiğin sâgar da senden gamlıdır

Bir dokun bin aaah işit kâse-i fağfûrdan

 

Ropörtaj: Zafer IŞIK – Mehmet Emin HOLAT

 

Yazar: Ö. Tuğrul İnançer
http://akademik.semazen.net/ sitesinden 21.11.2024 tarihinde yazdırılmıştır.