BENİM BÜTÜN İLLETLERİMİN TABİBİ AŞKTIR

 

 

Vakt-i şerifler hayr olsun efendim! Hayırlar feth olsun, şerler def olsun. Ne güzel hülâsa edivermişler gönüllerindekini, tasavvuf ehli! Ve hep, artık ezberlenmiş, formüle edilmiş bu sözlerle güzelliklere tâlip olmuşlar, çirkinliklerden kaçmışlar. “Eğer dünya malını gönlüne indirirsen çirkinlik olur, yok eğer onu hayra vesile kılarsan güzellik olur.” meâlindeki Mesnevî sohbetimizi yapmıştık daha önce. Ve devam ediyor Hazret-i Mevlânâ, mal toplamanın faydasının ne kadar olduğunu izâh için.

 

Ger berizi bahra derkûzei

Çent güncent kısmeti yekruzei

 

Denizi bir kâseye dökecek olsan, ne kadar sığar? Ancak bir günlük rızkın kadar. Malûmdur ki gemi, suyun üzerinde, denizin üzerinde gittiği müddetçe su onu kaldırıcı ve gitmek istediği yere ulaştırıcı bir vasıtadır. Ne zaman ki gemide bir delik hâsıl olur, deniz, geminin içine girmeye başlarsa artık o gemi yürümez ve batar. İşte dünya malı seni varmak istediğin yere götüren, götürücü olan deniz gibidir. Onu sen içine almazsan, üzerinde olursan gemi gibi istediğin yere varırsın. Yok, hırsla, tamah ile onu içine almaya kalkarsan geminin su alıp batması gibi dünyada batarsın. Ve kanaat ne tükenmez bir hazinedir. Kanaat yerine, hazineyi, zenginliği malda aramak boştur.

İnsana yaradılışında yükselmek, yücelmek, daha geniş imkânlara kavuşmak arzusu verilmiştir. Bu, hırsla tamah hâlinde olursa o zaman Hazret-i Peygamber"in “İnsanın iki vadi dolusu altını olsa üçüncüyü ister ama bu iyi bir şey değildir.” buyurduğu gibi iyi olmayan insanlar sınıfından oluruz. Ancak dünya malı sadece yükselmek için bir itici güç, âdeta, bir otomobilin marş motoru gibi ilk hareketi verecek güç olarak kabul edilirse o zaman motoru çevirir ve motor yürümeye başlar. Marş motoru ana motoru çalıştırır ve araba gitmeye başlar. Marş motorunu otomobilin motoru yerine kaim edersek o zaman o arabanın motoru da kendi de dağılır gider. Bütün bunlar birer misal ve bu misallerle anlatılmak istenen şey şu: Dünya hâline şükredebilmek için senden daha aşağıda olanlara bakacaksın. Maddî imkân bakımından daha aşağıda olanlara. Âhiret hâlinde yükselmek için ise senden daha yücelere, daha olgunlara bakacaksın. Eğer bunun tersi yapılırsa yani “Ben filancadan daha çok namaz kılıyorum, daha çok ibadet ediyorum, daha çok şöyleyim, böyleyim.” denir ise zarar olur. Bir kere, benlik başlar. Başkasını beğenmemek başlar. Ona “ucb” denir, “kendini beğenme” denir ki gururdan daha özel ve tehlikeli bir histir. İhtiyacından fazla mal vesaire peşinde koşmak sadece hevesi tatmin eder, insanı tatmin eden şey değildir. Hülâsa, ihtiyacıyla nispet kabul etmeyecek derecelere vardırılan her şey hırs ve tamah eseridir. Hırs ve tamah ise insanı hakîkatleri anlama yolunda en büyük esarete müptela kılan şeydir.

 

Kâseyi çeşm i harisan turneşut

Ta sedef kâni neşûd pür dur neşud

 

Hırs ve tamah ehlinin gözü doymaz. Hâlbuki sedef kanaat gösterip kapanmasa idi içinde inci olmazdı. Hazret-i Mevlânâ burada daha başka bir misal veriyor. Malûm, incinin oluşmasında birtakım destanî anlatımlar vardır. Efendim, nisan yağmuru yağdığı zaman istiridye, sedef, ağzını açar ve içine bir nisan yağmurunun düşmesini bekler. O yağmur düşer düşmez de ağzını kapatır ve istiridyenin özelliğinden dolayı o nisan yağmuru tanesi inci olur. Eğer o nisan yağmuru yılanın ağzına damlarsa zehir olur diye şairâne bir izâh vardır. Bunun aslının böyle olmadığı tabii biliniyor. Esasında istiridye, içine giren kum tanesinin zararlarından kendisini korumak için kendi salgıladığı bir maddeyi o kum tanesinin etrafına sarar, işte ona da biz inci deriz. Fakat nisan yağmurunun bereketlerinin karşılığı ve mahlûkattaki sedefin inci yapıcılığı, yılanın zehir akıtıcılığı anlatılsın diye böyle bir efsane kabul edilmiştir. Hazret-i Mevlânâ da bunun misalini açıklayarak bir başka özellikle şöyle anlatıyor: Eğer istiridye ağzına giren nisan yağmuru tanesine veya kum tanesine kanaat edip ağzını kapatmasa idi, birkaç damla daha gelsin, birkaç tane daha gelsin diye beklese idi ağzı kapanmadığı için inci, dürdâne hâsıl olmazdı. İşte sen de karnın doyduktan sonra ağzını açma, açık bırakma. Gözünün doyması için de gözünü hakîkî manzaralara çevir. Bakılması lâyık olan şeylere çevir. Bakılmayacak şeylere çevirme. Yoksa kapatamazsın. Kapatamayacağın zaman da gözün doymaz. Azîz dostlar, iki şey doymaz; toprağın karnı, insanın gözü.

 

Her kiracamei zi aşkı çak şüt

Ozi hırs u ayb külli pak şüt

 

Her kimin elbisesi aşkın pençesi ile parçalanırsa o kimse hırstan da tamahtan da bütün ayıplardan da tertemiz olur. Hazret-i Mevlânâ bu beyti ile bir suali cevaplandırıyor. Hırsın, tamahın fenalığını anladık. Peki, bundan kurtulmak için ne yapacağız? İşte Hazret-i Mevlânâ en kolay tavsiyeyi yapıyor: Aşk... Aşk... Aşk… Ve devam ediyor:

 

Şad baş ey aşkı hoş i sevdaima

Ey tabibi cümle illet hayima

 

Ey faydası hoş olan ve bütün illetlerimizin, marazlarımızın, hastalıklarımızın devası olan aşk, şâd ol sen! Aşk, bir adamın yakasından tutup onu kendine doğru çekmeye başlayınca o kişiyi bir elbise gibi kaplamış olan hırs ve tamah, mal ve servet bağımlılığı ve bunun gibi bütün ahlâkî ayıplar yok olur, çıkar. Elbisenin yırtılıp çıkması gibi... Ve bütün illetlerin hekimi aşktır. Ey aşk, sen şâd ol!

 

Ey devai nahvetü na mu suma

Ey tü eflatu nu calili suma

 

Bizim kibir ve azametimize ilaç olan ve bizim için Eflatun ve Calilus olan aşk, sen çok yaşa! Hazret-i Mevlânâ bu son iki beyitte aşka methiyeler söylüyor. Ve aşkın, mal hırsı ve tamahına ilaç olduğu gibi kibir ve azamete de ilaç olduğunu, Eflatun ve Calilus gibi bizim hastalıklarımıza deva olacağını söylüyor.

Malûm, Eflatun -Platon- eski Yunan filozoflarından. Eski tâbiriyle hikmet-i işrak yani doğuş felsefesi denen bir özel felsefî okulun, ekolün kurucusu ve hâlâ tesiri devam eden çok mühim bir feylesof. Ancak burada filozofî açıdan değil hikmet açısından ele alınmıştır. Yani bu beyitte bir hakîm olarak yer almıştır. Çünkü, malûmunuz, tasavvufla felsefe birbirinden ayrı şeylerdir. Bazen günlük hayatımızda tasavvuf felsefesi diye kullanılıyor. Tasavvufun felsefesi olmaz. Tasavvuf ve felsefe kaynakları itibariyle farklı şeyler olduğu için birbiriyle bağdaşmaz. Tasavvufun felsefesi, felsefenin tasavvufu yoktur. Olmaz böyle bir şey! Çünkü felsefenin menşei, doğuşu akıldır. Tasavvufun doğuşu ise vahiydir. Yani, Resûlullah Efendimiz"den intikalen bize gelen sözlerdir, emirlerdir, nasihatlerdir, vs.

Filozoflar, dikkat buyrulursa hep birbirlerini nakzederler. Yani onun filanca tarafı eksik, berikinin falanca tarafı eksik diye. Hâlbuki mutasavvıflar hep birbirlerini tamamlarlar. “Onunki öyle güzel, benimki böyle güzel, ötekininki öyle güzel.” derler. O ona, o ona, o ona “Doğrudur, yanlış değildir.” derler. Dolayısıyla nakz yoktur. Beyitte sözü geçen Calilus ise Bergamalı bir hemşehrimiz. Miladî 130-200 yılları arasında yaşamış Bergamalı mühim bir hekim ve Hipokrat"tan sonra en büyük hekim sayılır. İşte Hazret-i Mevlânâ aşkı biri hakîm, biri hekim olan iki büyük zâta benzetiyor. Aşkta öyle bir kudret, öyle bir çekicilik, öyle bir yola getiricilik, düzelticilik vardır ki Eflatun"un felsefeyle, Calilus"un tababetle yapamadığı ruhanî ve cismanî tedavileri aşk, icrâ eder. İşte onun için “Ey tabibi cümle illethâ-yimâ, benim bütün illetlerimin tabibi olan aşk!” diyor.

Efendim, aşk bahsi daha devam eder, çünkü evvelimiz aşk, hâlimiz aşk, istikbalimiz aşk. Aşk olsun efendim...

 

Keşkül Dergisi

 

Yazar: Ö. Tuğrul İnançer
http://akademik.semazen.net/ sitesinden 21.11.2024 tarihinde yazdırılmıştır.