EY OĞUL! BAĞINI KOPAR VE KURTUL

 

Mesnevî-i Şerîf"in “Bişnev” (dinle, işit, duy!) emri ile başlayıp “Vesselâm!” kelimesiyle biten ilk on sekiz beyti daha evvel de söylediğimiz gibi bizzat Hazret-i Mevlânâ tarafından yazılmış, bundan sonrası ise Hazret-i Mevlânâ tarafından söylenip Hüsâmeddin Çelebi tarafından kaleme alınmış. Ve ilk on sekiz beyit gerek Hazret-i Mevlânâ"nın kaleminden bizzat çıkmış olduğu gerekse bütün Mesnevî"nin özünü kendisinde topladığı için birçok büyükler tarafından ayrıca şerh edilmiş, hakkında eserler yazılmış. Hatta Hazret-i Şârih diye anılan Galata Mevlevîhânesi Şeyhi İsmail Rusûhî Ankaravî Dede Hazretleri dahi Fâtihü"l Ebyât yani beyitlerin açıcısı, açıklayıcısı, girişi meâlinde bir ayrı eser yazmıştır. İlk on sekiz beyitten sonra Hazret-i Mevlânâ söylemiş, Hüsâmeddin Çelebi yazmış.

 

Hazret-i Mevlânâ"nın zaten tahkiye usulüyle -yazım tarzı ve öğreti metodu böyle- yazdığı Dîvan-ı Kebir"de de aynı özellik var. Yalnız Dîvan-ı Kebir bir kişi tarafından değil “Küttâb-ı Esrâr” (Sırların Kâtipleri) denilen kişiler tarafından yazılmış. Mektupları, Mecâlis-i Seb"a"sı, Fîhi Mâ Fîh"i hep aynı mahiyette. Yani kendisi bizzat oturup eser telif etmemiş. İçindeki büyük hazineyi hep dile getirmiş, etrafındakiler yazmışlar. Biz, bundan sonra Mesnevî-i Şerîf"in on dokuzuncu beytinden itibaren sıra ile gitmeye çalışacağız. Fakat daha evvel bazı özelliklere dikkat çekmek istiyorum.

 

Mesnevî-i Şerîf Hazret-i Mevlânâ"nın diğer eserlerinden daha başka türlü bir eser olarak kabul edilmiş ve böyle olduğu hiç münakaşa edilmemiştir. Mesnevî-i Şerîf"teki mevzular aynen Dîvan-ı Kebir"de de vardır. Dîvan-ı Kebir"de bir gazele sıkıştırılmış mevzu Mesnevî-i Şerîf"te, meselâ bir hikâye hâlinde söylenmiştir. Fakat azîz dostlar, bazı nutukların -malum, evliyâ sözleri olan şiirlere nutuk denir-  bazı ilâhilerin, bazı bestelerin, bazı kitapların kendine mahsus birtakım özel canları vardır. Hazret-i Mevlânâ"nın diğer eserleri de değeri Mesnevî"den hiç aşağı olmamasına rağmen Mesnevî"de gizli ve aşikâr bir irşad özelliği vardır. Yani Mesnevî didaktiktir, Dîvan-ı Kebir liriktir sözü yanlıştır. Dîvan-ı Kebir"de de lirizm vardır, Mesnevî-i Şerîf"te de. Dîvan-ı Kebir"de didaktik bir taraf vardır Mesnevî-i Şerîf"te de. Ama Mesnevî-i Şerîf"in ayrı bir "mürşid kitap" olma özelliği vardır ve bunun içindir ki, Dîvan-ı Kebir"le, Fîhi Mâ Fîh"le Mecalisi Seba"yla, Mektubat"la meşgul olunmuş fakat gerek Mevlevî tekkelerinde, gerek diğer mahfillerde Mesnevî ayrı bir incelemeye ve ayrı bir öğretiye tâbî tutulmuştur. İşte bu özelliklerinden -anlayabildiğimiz veya anlayamadığımız- dolayı Mesnevî, kendine mahsus, özel bir irşad metodu takip eden bir kitaptır. Mevzuları Dîvan-ı Kebir"in mevzularından hiç ayrı olmamasına yani kısaca âyet, hadîs tercüme ve şerhi açıklamasından ibaret olmasına rağmen Mesnevî kitabı bir mürşid kitaptır. Lisanı, o günün konuşulan Horasan Farsçasıdır. Bugünün anlayışı ile “Hazret-i Mevlânâ Türk"tü, Anadolu"da yaşıyor idi, lâkabı dahi Anadolulu mânâsına Rûmî idi, niye yabancı dille yazdı?” deniyor. Yabancı dille filân yazmadı Hazret-i Mevlânâ. Anadili olan Horasan Farsçasıyla yazdı, Belhli Farsçasıyla. Çünkü Horasan"da o asırlarda yani bundan yedi asır önce Türkçe değil, Horasan"a mahsus Farsça konuşuluyor idi. Dolayısıyla anadilinde yazdı. Tabii Türkçe, Rumca ve Arapça da biliyordu. Ve enteresandır, gerek Mesnevî-i Şerîf"te gerek diğer eserlerinde geçen Arapça beyitler, mısralar Halep Arapçası. Çünkü malum, Arapçanın da pek çok şive, lisan özellikleri var. Bir Berberî Arapçasıyla Hicaz Arapçası, bir Kûfe Arapçası, bir Mısır Arapçası birbirine benzemez. Mesnevî-i Şerîf"te olsun diğer eserlerinde olsun Hazret-i Mevlânâ"nın Arapçası Halep Arapçasıdır, çünkü özel tahsile Halep"e gitmiştir Hazret-i Mevlânâ. Tabi başka lisanlar da kullanıyor, meselâ günün komşu lisanı olarak kabul edilebilecek Rumca kullanıyor. Rumca lisanının getirdiği değişiklikleri yakinen bilenler Hazret-i Mevlânâ"nın kullandığı Rumca kelime, deyim ve ifadelerin yedi asır önce Anadolu"da kullanılan halk Rumcası olduğunu da tespit etmişlerdir. Dolayısıyla Hazret-i Mevlânâ yabancı dil kullanmamıştır. Bu çok mühim bir özellik çünkü bu hususta pek çok mevzu ile yeterince alâkalı olmayan kişiler dahi fikir beyan ediyorlar. Zamanın şartlarını iyi bilmek, kullanılan lisanın, o zamanlar yabancı lisan mı herkesin anlayacağı bir lisan mı olduğunu iyi tayin etmek lâzım. Ve Hazret-i Mevlânâ on sekizinci beyitte “Ham olanlar, pişkin ve olgun olanların hâlinden anlarlar mı? Mademki anlamazlar, öyleyse sözü kısa kesmek lâzım vesselâm.” dedikten sonra pişkin ve olgun zâtların sözlerinden ve hâllerinden anlayabilmek, istifade edebilmek için ne gibi hâller takınılması lâzım geldiği hakkında bize nasihatlerde bulunuyor. Ve buyuruyor ki:

 

Bend bügsîr bâş âzâd ey püser

Çend bâşî bend-i sim u bend-i zer

(Ey oğul! Bağını kopar ve kurtul. Ne zamana kadar altın ve gümüş kaydında kalacaksın?)

 

Efendim insanlarda mal toplamak, servet bir araya getirmek ve istikbali için o serveti o malı veren Allah"a değil de o servete ve mala güvenmek gibi bir acayiplik vardır. Hâlbuki güzelliğine bir sivilce yeter, malına bir kıvılcım yeter. Dolayısıyla mala servete değil de o malı ve serveti verene güvenmek varken böyle gafletler her zaman işlenmektedir. Hazret-i Mevlânâ mal toplamayı, mala esir olmayı, olgunların ve pişkinlerin sözlerini ve hâllerini anlamaya mânî bir hâl olarak anlatıyor. Sûre-i Âl-i İmrân"da “Kadınlara, evlatlara, altına, gümüşe, değerli atlara, ekin ve tarlalara mâlik olmak arzusu insanlar için süslü, güzel arzulardır. Hâlbuki bunlar sadece dünya hayatına ait geçici faydalardır, dönüp varılacak bütün güzellikler, kalıcı güzellikler ise Allah"ın nezdindedir.” diyor. Âyetin devamında Cenâb-ı Hakk bir nasihatte daha bulunuyor kullarına, bizlere; merhametinden, inâyetinden, lutfundan dolayı. “Size bunlardan; kadınlar, evlatlar, kantar kantar altınlar, gümüşler, kıymetli hayvanlar, tarlalar vs.den daha hayırlısını haber vereyim. Takva ehli için çok daha kıymetli şeyler vardır. Altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler...) En mühimi Allah"ın rızası… Allah kullarını hakkıyla görücüdür, diye âyet bitiyor. İşte dünya metaına, geçici olan şeylere geçici değerler vermek, geçici olmayan bāki olan şeylere de bāki değerler vermek için bir başka âyette de hakîki sevgiliye kavuşabilmek için sevgili zannedilen şeyleri vermek lâzımdır.  “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar iyiliğe ermiş olamazsınız.” Zaten daha Kur"ân-ı Kerîm"in başında “Malın fazlasından –kullanmadıklarından değil- bizzat nafakalarından başkalarını rızıklandırırlar. Mü"minler onlardır.” Kendi yiyeceğinden, içeceğinden dahi başkalarını rızıklandırmak. İşte böylelikle Allah"ın beğenmediği, dünya için lâzım olan ama rızaya faydası olmayan, Hakk yolunda kullanılmazsa sadece bir şehvetle mal hırsına tâbi olunursa insana hiçbir şey kazandırmayacak olan mal hırsı âriflerin, âlimlerin sözlerini ve hâllerini anlamaya mânî teşkil eden bir esaret hâlidir. Onun için diyor ki Hazret-i Mevlânâ: “Bend-i sim ü bend-i zer” Altın ve gümüş bağları, bentleri. Bunlardan kurtulmak lâzımdır. Allah yolunda yürüyecek olanların ayaklarının serbest olması lâzımdır. Hürriyet sahibi olmaları lâzımdır. Bir büyük zâta sormuşlar “Efendim sizin silsileniz nereye bağlı?” diye. Tabii bir silsileye bağlanmak, yani bir yol göstericinin ardına takılarak o yol göstericiye tâbi olarak yolda yürümek şarttır, elzemdir. Bu mânâda değil ama bir başka mânâda yani konuştuğumuz mânâda o büyük zâtın verdiği cevap çok enteresan. Sizin silsileniz nereye bağlı, sualine verdiği cevap: “Bir yere bağlı olanlar, varacakları yere varamazlar.”

 

Tasavvuf yolunda, seyr u sülûkta ilerlemek ve o ilerlemenin sonlarında daha hızlı yol katedebilmek için her türlü bağdan kurtulmuş olmak lâzımdır. Bunu çok büyük bir zât söylüyor. Şah-ı Nakşibend Hazretleri söylüyor. Allah yolunda yürüyecek olanların ayaklarının hiçbir yere bağlı olmaması lâzımdır. Nerde kaldı ki, dünya malı…

 

Hazret-i Ali (k.v.c) Hazretleri"nin “Ey altın ve gümüş, git başkalarını avut. Çocuk gibi ben sana avunacaklardan değilim.” sözü meşhurdur. Altın ve gümüşle simgelenen, sembolize edilen dünya malına bağlı olmak kişinin yaşı kaç olursa olsun çocukluktur, olgunluktan uzak hâllerdir. Olacak ama sadece ve sadece cüzdanda, vicdanda değil! Kasada olacak, masada olacak, gönülde olmayacak. Kâinat senin olsa, sen Allah"ın olacaksın. Bütün mesele bu. Yoksa bu sözleri yanlış anlayıp "bir lokma, bir hırka" sözünün yüceliğini anlamadan tembelliğini bahane edenlerin fikirleri, fikir bile değildir. “Helâl mal, sahibi için ne güzeldir.” meâlinde bir hadîs var. Mal, toplanmak için değil hizmet etmek içindir. Hizmete aracı olması içindir ve o zaman da zaten bir esaret söz konusu olmaz.

 

“Dehrin metaı” diye bir söz var. Dehr; dönen, devreden, geçici olan âlem. Bu âlemin malları çocukları aldatan oyuncak gibidir. Ona müptela olanlar, bu oyuncaklarla avunmak isteyenler büyüklerin idrakine vasıl olamazlar çünkü onlar çocuk seviyesindedir. Ancak çocuktaki saflıktan uzak bir çocuk seviyesinde.

 

Allah malı da mülkü de, hakkı da batılı da, nuru da zulmeti de, akı da karayı da hakkıyla bilenlerden ve ona göre hareket edenlerden eylesin bizi.

 

Hoş olun, hoş kalın efendim!

 

Keşkül Dergisi

 

Yazar: Ö. Tuğrul İnançer
http://akademik.semazen.net/ sitesinden 03.12.2024 tarihinde yazdırılmıştır.