Hazret-i Mevlânâ, gerçek kişiliği ile Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr"de boy gösterir. İlâhî sırları, aşk ehlinin gönlüne oradan seslenir. Ancak ne hikmetse, Mevlânâ"nın adı anılınca, hemen gözümüzün önüne kelebekler gibi uçuşan semâzenler gelir.
Sanki Mevlânâ da oradaymış, onlarla beraber semâ ediyormuş gibi Mevlânâ"nın hayâli, ansızın gözümüzde canlanır. Semâ âyini, bir anda bizi, bu maddî dünyadan bir başka âleme götürür. Âyin başlar başlamaz kendimizi uhrevî bir âlemde, sanki meleklerin arasında buluruz…
Rahmetli Nurettin TOPÇU, katıksız bir Mevlânâ hayranı idi. Fakat semâ söz konusu olunca, hafifçe yüzünü ekşitir, küçümser bir edâyla: «Müslüman Balesi» derdi. Bu sözle halkın, mânâ ve hikmetten ziyade şekle meftûn oluşunu îmâ ederdi. O zaten cenaze törenleri de dâhil, kalabalık merasimlerden hoşlanmazdı. Nikâh salonlarını dolduran aşırı kalabalıklar için: “Böyle manzaralar, sadece işsizi ve aylağı çok olan ülkelerde görülür.” derdi. Hayatında, en az yer verdiği şey mûsıkî idi. Yalnızca ezanla arası iyiydi. Güzel sesle ve usûlünce okunan ezanın, insanı yalnızlıktan kurtarıp, Allah"a yaklaştırdığını, ruhlara ümit ve aydınlık sunduğunu söylerdi.
Hoca"nın son yıllarında, mûsıkî hakkındaki, özellikle Mevlevî mûsıkîsi hakkındaki fikrinin tamamen değişmiş olduğunu gördüm: Mevlânâ"yı Anma Haftası dolayısıyla İstanbul Spor ve Sergi Sarayı"nda (sene 1973) düzenlenen ve bir hafta boyunca süren semâ âyinlerinin hiç birini kaçırmadığını söylemişti. Oysa ben sadece bir akşam orada bulunmuştum ve hocayı, postnişinin hemen arkasındaki birinci sırada otururken görmüştüm. Ne yalan söyleyeyim, biraz da hayret etmiştim. Çünkü semâ âyini hakkında öteden beri ne düşündüğünü yakından biliyordum. O günden sonra, bir araya geldiğimiz ilk sohbet sırasında, biraz da suçüstü yakalanmışım edâsıyla kendisine sordum:
“–Hocam nasıl tahammül ettiniz, iki saat boyunca hiç sıkılmadınız mı?” dedim. O da:
“–O nasıl söz, sıkılmak da ne demek? Zevkle, heyecanla seyrettim. Hiç bitmesin, devam etsin istedim.” diye cevap verdi ve şunları ekledi:
“–Bu mûsıkîde başka bir şey var; insanın iç dünyasını yıkayan, temizleyen bir şey. Semâ âyini, insanı kendi dünyasının ötesine alıp götürüyor. Bu çok esrarengiz ve îzah edilemez bir şey. Bu yaz, Paris"te de bizimkiler âyin icra etmişler. Oradaki dostlar âyinle ilgili haberlerin yer aldığı bazı gazeteleri bana göndermişler. O gazetelerden birinin başlığı: «Semâ eden dervişlerin şahsında, rûhun madde üzerindeki hâkimiyetine şâhit olduk.» şeklindeydi. İşte esas gazetecilik budur. Böyle bir başlık atmak, bizimkilerin hayatta akıllarına gelmez. Aradaki kültür farkını görüyor musunuz? Hâdisenin özünü, püf noktasını, adamlar nasıl da bulup ortaya çıkarıyorlar?!”
Ahmet Hamdi TANPINAR, «Beş Şehir» adlı eserinde Konya"yı anlatırken, semâ âyininden de bahseder ve şunları yazar:
“Mevlevî âyinini son defa dergâhların kapanmasından biraz evvel, bir Kadir Gecesi, Konya"da görmüştüm. Bu kadar sembollerle konuşan bir terkip azdır. Her duruşun, tavrın, kımıldanışın ve adımın mânâsı vardır. O hırkaya bürünüşler, ilk ney sesinde uyanışlar (ölüm ve haşir), kol açışlar ve ayak kilitleyişler (Mevlevî âyininde her Mevlevî, Ali"nin Zülfikar"ı olur) bir kitap gibi derin derin anlatan şeylerdir. Asıl semâa gelince, şüphesiz dünyanın en güzel rakslarından biridir. Mukaddesin iklimini zaptetmiş, orada hilkatin sırrını tekrarlayan bir bale. Yazık ki, Degas cinsinden bir ressamı çıkmadı.
Karşımda kandillerin titrek ışığında dönen, değişen, süzülen, âdeta maddî varlıklardan ayrılan bu insanlar gerçekten aşk şehitleri olmuşlardı ve gerçekten musaffa ruh hâlinde iki yana açık kolları ve rızâ ile bükülmüş boyunları ile döne döne semâvâta çıkıyorlardı…”
O akşam semâda gördüğü insanları, ertesi sabah çarşıda, pazarda, işlerinin başında ve talebesini lisede karşısında görünce şaşırdığını itiraf ediyor. Çünkü onları, rast âyininin sert esen rüzgârıyla birlikte uçup gitmişler sanıyor. Bu ölen ve ertesi sabah yeniden dirilmenin sırrını bilen insanların arasına katılamadığını ve onlarla birlikte o neşveyi yaşayamadığı için üzüldüğünü söylüyor.
Ben de birçok defalar Mevlevî âyininde bulundum. İlk zamanlar, belki de Nurettin TOPÇU Hoca"nın etkisinde kalarak, semâ âyinine bir folklor gözüyle baktığım için, onu sadece güzel bulmuştum. İçinde günah ve ayıp denilecek bir şey olmayan, nezih ve sıradan bir tören gibi algılamıştım. Ancak daha sonraki yıllarda bu işin basit bir sanat olayı olmadığını, gerçekten çok rûhânî ve bambaşka bir hâdise olduğunu anladım. Anladım, diyorsam; işin özünü anladığımı iddia etmiyorum. Meselenin sadece benim ilk düşündüğüm gibi olmadığını, onda algılayamadığım daha başka boyutlarının da bulunduğunu anladığımı söylemek istiyorum. Çünkü bu âyinlerden birinde başımdan geçen bir olayı hiç unutamıyorum. Aradan geçen otuz küsûr sene sonra bile aynı heyecanı yaşıyor gibi oluyorum. Aslında yaşadığım şey heyecan falan değildi. İsmini bilmediğim ve hiçbir zaman bir benzerini yaşamadığım bir hâldi!..
Yine İstanbul Spor ve Sergi Sarayı"ndayız (yeni adıyla Lütfi Kırdar). Yine Mevlevî âyini seyredeceğiz. Üstelik yanımda eşim, öbür yanımda da fakülte arkadaşlarım var. Onlar da aileleriyle birlikte gelmişler. En yakınımda da Yusuf KILIÇ oturuyor. Arka sıralar daha tenha olur, hem oradan yarı kuş bakışı seyrederiz diyerek, arkalarda bir yer bulduk oturduk. Âyin başladı, birinci selâm bitti. İkinci selâmın ortalarına doğru bana bir hâller olmaya başladı. Kendimi bir tüy gibi hafif hissediyorum. Baktım, yerçekimi falan da kaybolmuş. Oturduğum yerden azıcık kımıldayacak olsam, ipinden kurtulmuş bir balon gibi tavana doğru uçacağım. Uçacağım ama, bu sefer yerdekiler tavanda uçan biri var diyerek, beni seyredecekler. Belki âyin de iptal edilmiş, en azından ihlâl edilmiş olacak… Aklım başımda, neler olacağını, benim yüzümden koca salonda nasıl bir panik yaşanacağını inceden inceye hesap edebiliyorum. Yanımdakileri tek tek tanıyorum, bilincim, hâfızam hepsi yerli yerinde. Ancak o anda yaşadığım hâli kimseye belli etmemeye çalışıyorum. Fakat beni yukarı doğru çeken bir mıknatıs var, ondan kurtulmaya çabalıyorum. Kurtulamadığım için de oturduğum banka sıkı sıkıya tutunuyorum. İyi ki, bunlar zemine iyice monte edilmiş, diyorum. Sandalyeye oturmuş olsaydım çoktan havalarda uçuşuyor olacaktım. Uçmamak için var gücümle bankın kenarlarına tutunuyorum. Ve içimden: «Beni bu durumdan kurtar Allah"ım!» diye de yalvarıyorum. Yarım saat süren bu direniş ve Allah"a yakarış sonunda, nihayet eski normal hâlime geri dönebildim. Âyin de son bulmak üzereydi. Baktım, banka tutunmaktan ellerim mosmor olmuş, parmaklarım sızlıyordu. Ellerimi ovuşturdum. Kimseye bir şey belli etmeden yerimden kalktım.
O gece, âyinde postnişîn olarak Midhat Beharî Bey bulunuyordu. Kendisi, Yüksek İslâm Enstitüsü"nde hocamızdı. Kandillerde ve belli günlerde ziyaret ederdik. Bir ziyaret sırasında ona, başıma gelen bu olayı sordum, doyurucu bir açıklama bekledim. O sadece: «Zaman zaman insanda buna benzer hâller olur. Bu, içinizin temizliğine delâlet eder.» diyerek, kestirmeden bir cevap verdi.
Bunu ben hiçbir zaman kendimden bilmedim. Kendi irademe bağlı bir şey olsaydı, onu tekrar tekrar yaşayabilirdim. Oysa bu hâl, hiç de benden kaynaklanan bir şey değildi. İşin aslı neydi, niçin öyle yerçekimine ters bir çekime uğradım ve neden ondan sonra aynı şeyi bir daha yaşayamadım?
Aradan geçen bunca zamana rağmen bunu hâlâ çözebilmiş değilim.
Ancak, Şeyh Gâlib"in semâzenleri tasvir eden şu müseddesi, olayla ilgili bazı ipuçları veriyor gibidir:
Kimi mest-i muhabbet hâne-i hammârdan gelmiş
Kimi medhûş-i hayret şûle-i dîdârdan gelmiş
Kimi hurşîde benzer âlem-i envârdan gelmiş
Kimi varmış diyâr-ı vahdete tekrârdan gelmiş
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhî hep külâhîler
Acep heybet, acep şevket, acep tarz-ı ilâhîler.
Kelâm-ı samtı deryâlar gibi pür cûş söylerler,
Muhabbet râzını birbirine hâmûş söylerler,
Beherdem hûş-i derdin sırrını bîhûş söylerler,
Rumûz-i aşkı cümle bîzehân u gûş söylerler
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhî hep külâhîler
Acep heybet, acep şevket, acep tarz-ı ilâhîler.
Melekler reşk ider bir tavr u âdâb u rüsûmî var,
Melekler mâlik olmaz deff ü ney, tabl u kudûmî var,
Semâ meydânının hem mihr ü meh, çarh-ı nücûmî var,
Husûsâ içlerinde zât-ı Mevlânâ"yı Rûmî var.
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhî hep külâhîler
Acep heybet, acep şevket, acep tarz-ı ilâhîler.
Gençliğinde iyi bir semâzen olarak tanınan son postnişîn Midhat Beharî Bey de şöyle diyor:
Sanma beyhûde döner vecde gelen âşıklar,
Mest-i cânân olarak, akla vedâ eylerler.
Nâyden bâng-i elestîyi duyup âh ederek,
Hakk"ı âğûşa sarar, öyle semâ eylerler.
Hazret-i Mevlânâ"nın din anlayışı, hayattan kopuş ve kaçış demek değildir. Onun din anlayışında, hayat olaylarını bütünüyle Allah"la beraber yaşamak vardır. Hayatı Allah aşkıyla kucaklamak vardır. İnsan bu ilâhî aşk içinde kendini kaybettikçe gerçek hayatı ve gerçek insanı bulur. Varlık denilen bu âlem, ancak onu yaratanla birlikte, yani hayatın gerçek sahibiyle birlikte yaşanırsa bir anlam kazanır. Yoksa dünyaya geliş, sahibinin içinde bulunmadığı boş bir evi ziyaret etmeye benzer ki, böylesi çok sıkıcı ve zahmetli bir ziyarettir!
Niçin her işe besmeleyle başlıyor, sonunda «elhamdülillah» diyoruz?
Çünkü her varlık, onu var edenle birlikte bütünlük kazanır:
Her nefeste Allah âdın de müdâm,
Allah âdıyla olur her iş temâm.