Dört Kuşu Boğazla - 3-4

Dört Kuşu Boğazla - 3-4

Makam Sevgisi

3. Tavusun Halleri

Mevlânâ hırs bakımından iki kuşu karşılaştırıyor: Kazın hırsı, tavusun hırsı. Kazın hırsı boğaz ve şehvet hırsı idi... Tavus ise baş olma iddiasındadır ve bu hırs berikinden kat kat büyüktür. Bunlardan biri yılansa öbürü ejderha gibidir. Hz. Adem de sürçmüştür, İblis de. Adem"in sürçmesi boğaz ve şehvettendir, İblisinki ise kibir ve mevkiden. Cenab-ı Hak Adem'in suçunu bağışlamış, diğerini lanetlemiştir. Zira ikinci sürçmede şirk vardır. Adem suçunu bilmiş tevbe etmiştir, ancak İblisin kibri onu tevbeden de alıkoymuştur.

Baş olma hırsı öyle bir hırstır ki padişahlar saltanatına ortak olur korkusuyla babalarını bile öldürürler. Bu hırs ateş gibidir her şeyi yakar; kimse bulamazsa kendini yakar, bitirir. Bunun için "Saltanat kısırdır" denmiştir.

 

Halk Avından Ne Fayda

Nam ve şöhret için cilvelenen tavusun amacı halkı avlayıp kendine bağlamaktır ama işin sonunda yine kendisi zararlı çıkar. O, tıpkı tuzak gibidir; neyi, niçin avladığını bilmez. Değil mi ki avladığı şeyden tuzağa bir fayda yoktur. Mevlânâ sözü insana getirerek diyor ki: "Sen de ta doğduğundan beri çevrende insanlar topladın; onları dostluk tuzağıyla avladın ama eline bir şey geçtiği yok. Bu hevesle kimini bırakıp kimini yakalayarak işi çocuk oyununa çevirdin. Aslında bu tuzakla sen kendini avladın, kendini kendi muradından, asıl dostluktan mahrum ettin. Av ararken kendini avlayan avcıya döndün! Faydasızlığı ve zahmeti bakımından halkın avı domuz avı gibidir. Zahmeti sonsuz ama yemesi de haram. Avlanmaya layık olan başkadır ama o da herkesin tuzağına sığmaz. (5/17) Yine Mevlânâ'ya göre şöhret vurgunu olmak bir nevi tutsaklıktır... "Sen bu cihanda boynu şöhretle bağlı nicelerine sultan dendiğini duyarsın. Başında tac var ama boynu tutsak, halksa ona padişah demede. Böyleleri kafir kabri gibidir; dışı süslü, içi ise kahır dolu". (5/17)

 

Kanadını Yolan Tavus

Güzellik, mevki ve servet başkalarının hasedini çektiği için bunlara sahip kişilerin başı rahat görmez. Hasetten kurtulmak için bu tip insanların özellikle mütevazi olması gerekir. Şu nüktedeki tavusun yaptığı gibi:

Ovada bir tavus güzel kanatlarını yolup duruyordu. Onu gören biri sordu:

- Bu güzel kanatlarına yazık değil mi, niye onları telef ediyorsun. Hafızlar Kur'ân arasına koyar, safa ehli yelpaze edinirken sen kendi kanatlarının kadrini bilmez misin?

Tavus bu nasihatlar üzerine ağlamaya başladı ve şöyle dedi:

- Sen renge ve kokuya bakıyorsun. Ama bana her taraftan yüzlerce tehlike bu kanatlar sebebiyle gelmede. Nice avcılar bu kanatlar için tuzak kurmada ve nice okçular bunun için oklarını fırlatmada. Mademki bu tehlikelere karşı kendimi korumaya gücüm yok, o halde çirkin olmam evla.

Peki imkan sahipleri sırf hasetçilerin hasedini çekmemek için bu tavus gibi mi davranmalı? Mevlânâ'ya göre bu, duruma göre değişir. Sabırlı ve mütevazi kimsenin kanadını yolmasına lüzum yoktur, zira o zaten kanadı yok gibi davranır. Hazineyi korumak için viraneye gömerler. İnsan da kanatlarını yolamıyorsa bari şuna buna arzetmemeli, uzlet etmelidir. (5/23)

Eldeki imkanlar ehliyetsizlerin elinde tehlike arz eder. Sözgelimi kendini koruyamayanın güzelliği çocuğun eline kılıç vermek gibidir. Çocuk ya başkasından önce kendini keser ya da başına gereksiz dert açar. Mevlânâ bu mealde şöyle bir nükte anlatıyor:

Çocuğun biri elindeki kılıcı kuyuya atmış. Onu gören biri böyle değerli bir kılıcı niye attığını sorduğunda şu manidar cevabı almış:

- Madem aklım ve kullanacak gücüm yok, silahımı kuyuya atmam daha iyi. Yoksa elimde kılıç olduğunu gören çocuk olduğumu bilmez de beni düşman zanneder. (5/28)

 

Farenin Kibri

Hz. Mevlânâ'ya göre şehvetin açık olanı ve herkesçe bilineni mal, mülk ve kadın sevgisidir. Gizli olanı ise övülme arzusu ve beğenilme duygusudur. Bu ise kibre yol açar. Kibir elbisesi kimseye yakışmaz ama bazıları üzerinde daha da sırıtır. Mesela makam, mevki sahiplerinin kibri hadi neyse de acizlerin kibrine ne demeli? Mevlânâ böylelerin şuna buna dayanarak baş olma hırsını kabağın beyhude gayretine benzetiyor:

"Niyetin kabak gibi her şeyin üstüne çıkmak. Dayanağın ağaçlar ve duvarlar oldu. Aşağılık bir kabaktın sen, nedir bu itibar ve yükseliş. Önceleri bineğin servi idi, ama için boşalınca kuruyakaldın. Rengin yeşilken sarardın, zira o renk sende zaten düzgün gibiydi, geçiciydi." (6/47)

Şimdi bu tür kibrin ilginç bir örneğine, deve ile farenin hikâyesine geçelim. Deve boyuna bakıp övünse bu anlaşılabilir, peki fare nesine övünsün. Fare de övünür mü demeyelim. İşte övüngeç bir fare ve onun kibir sebebiyle düştüğü gülünç durumu anlatan bir hikâye: Bir gün fare çayırda ipini arkasında sürüye sürüye otlayan bir deve görmüş. Fare bu ya, kemirecek bir şey görür de durur mu? Hemen başlamış ipi ağzına alıp kemirmeye. O ipi çekiştirmeye başlayınca uysal devemiz de usul usul ardından gitmeye koyulmuş. Fare bakmış ki koca deve peşine takılmış geliyor, bir hoşuna gitmiş, bir kibirlenmiş ki demeyin gitsin. Böylece o önde bu arkada epey bir müddet dağ bayır gezmişler. Nihayet yolları bir dere kenarına gelince fare derin sudan ürkerek durmuş. Deve:

- E, fare kardeş, ne zamandır seninle dağ tepe dolaşıp duruyoruz, hadi şimdi de şu sudan öbür yana beni geçiriver demiş. Fare:

- Aman, deve ben bu sudan nasıl geçerim! Derinliğini görmüyor musun? Geçmeye kalksam boğulur, giderim, demiş. Deve ayağıyla şöyle bir yoklamış ve demiş ki:

- Neresi derin canım, baksana ancak dizime geliyor.

- Ama dizden dize fark var. Senin dizine gelen su benim bin kere başımdan aşar! Deve bunu üzerine:

- Madem şimdi kibrini bırakıp aczini itiraf ettin, o halde hadi sırtıma atla da seni karşıya geçireyim; bizim gibilerin şanı senin gibi düşmüşlere merhamettir, cevabını vermiş. (2/125)

Ama örneklerimiz hep hayvanlardan olacak değil ya! Şimdiki kahramanımız kibrinin aç bıraktığı bir gösteriş budalası.

 

Bıyığına Yağ Süren Aç

Kibirli bir yoksul bir parça kuyruk yağı bulmuştu. Her sabah bıyığını onunla yağlar parlatırdı. Böylece halka güya yağlı şeyler yediğini göstermek ister, bir sofraya davet edilse kibrinden yanaşmazdı. Ama karnının gurultusu bıyığını yalancı çıkarırdı. Karnı sahibine beddua eder; "Ey Allah'ım sen bu aşağılık adamı rezil rüsvay et ki cömert kimseler merhamete gelsinler." derdi. Bir gün adam yine yemek yenilen bir meclise vardı. Onu da sofraya davet ettiler, fakat bizimki yağlı bıyığını burarak tok olduğunu söyledi. Bu sırada küçük oğlu evden koşarak geldi ve herkesin ortasında babasına dedi ki:

- Baba, baba, ne olur bana kızma! Senin her gün dudağını, bıyığını yağladığın şu kuyruk yağı var ya! Kedinin biri onu kapıp kaçtı, ardından ne kadar koştuysak kurtaramadık.

Oradakiler gülüştüler ve acıyıp onu da sofraya davet ettiler, güzelce karnını doyurdular. (3/128)

 

Boy Meselesi

Mevlânâ yukarıdakine benzer başka bir kibir örneği olmak üzere Belh'in şeyhülislamı Tac-ı Belh'iyi gösteriyor:

Kibirli biri olan bu zat pek kısaydı; buna mukabil faziletli bir insan olan kardeşi Ziya-yı Delk uzun mu uzun. Şeyhülislam kardeşini boyundan dolayı kıskanırdı. Bir gün Ziya kardeşinin yanına girdiğinde orada Belh'in bütün ileri gelenlerinin hazır olduğunu gördü. O içeri girdiğinde herkes kalkıp saygı gösterdi ama Şeyhülislam yasak savma kabilinden doğrulur gibi yapmakla yetindi. Nüktedan Ziya hemen lafı yapıştırdı:

- Çok uzun boylusun. Dolayısıyla boyunun yarısını gizlemekte haklısın, dedi. (5/140)

 

Manevi Kibir

Kibrin de binbir çeşidi vardır şüphesiz. Buradaki fare ve bıyığı yağlı biçare bir yana daha çok büyüklere arız olan ve onları bulundukları yüksek yerlerden aşağılara yuvarlayan manevi bir kibir daha vardır. Yüksek yerden düşmek alçaktan düşmeye benzemez; daha vahim sonuçlara yol açar... Hz. Mevlânâ bu tip örnekler arasında ikisini özellikle vurguluyor. Bunlardan biri Belam-ı Baurdur ki meşhur bir veli iken şöhreti onu kibre sevkettiği için ilahi azaba duçar olmuştur. (1/130) Ancak kibirle ilgili olarak Mesnevî'de anlatılan hikâyeler arasında en manidar olanı şüphesiz Harut ile Marut'un kıssasıdır:

 

Harut ve Marut'un Başına Gelen

Büyüklenmenin acı örneği olarak Kur'ân-ı Kerim'de de zikri geçen bu iki meleğin trajik hikâyeleri özetle şöyle: Büyük meleklerden olan Harut ve Marut çeşitli günahlar içindeki insanlara baktıkça onları kınıyor ve; "Şu insanlar ne kadar nankör! Hem Allah'ın nimetlerinden istifade ediyor hem de ona karşı geliyor." diyorlardı. Cenab-ı Hak onlara:

- Siz nurdansınız ve günahtan korunmuş olarak yaratıldınız. Nefis taşıyan insanların imtihanı çetindir, onları günahlarından dolayı kınamayın, buyurdu. Yine dedi ki:

- Sizde bir masumluk görülüyorsa şüphesiz bu benim korumamın sonucudur. Bunu kendinizden bilip kibirlenmeyin. Düşmanınız olan şeytanın hilesinden sakının. Meleklerse ısrarlarını sürdürüp:

- Biz nefis sahibi olarak yeryüzüne insek bile günah işlememiz imkansızdır, iddiasında bulundular. Bu iddia onların felaketi oldu. Nitekim şiddetli rüzgar ağaçları kırdığı halde zayıf otlara acır ve onlara bir zarar vermez. Zira görür ki ağaçların kibri otlarda yoktur. Aynı şekilde ne kadar güçlü olursa olsun ağacın dalları baltayı korkutmaz, o hepsini parça parça keser. Ama balta zayıf bir yaprağa uzanmaz. Ne odunun çokluğu ateşi yorar, ne de kasap koyunun çokluğundan üşenir...

Hasılı Harut ve Marut imtihan edilmek üzere nefis sahibi olarak Babil'e indirildiler. Bunlar başlangıçta insanlar arasında adaletle hükmeden iki hakim idiler. Bu durum şehrin en güzel fahişelerinden birinin gelip onlara görünmesi ve akıllarını başlarından almasına kadar sürdü. İki melek onu elde etmek isteyince kadın kabul şartı olarak şu üç büyük günahtan birini işlemelerini istedi: İçki içmek, zina etmek, adam öldürmek. Melekler üç günah arasında en ehven gördükleri içkiyi tercih ettiler. Ancak sarhoş olduktan sonra kadının kurduğu tuzakla hem adam öldürdüler hem de zina ettiler. Ayıldıklarında derin bir pişmanlığa düştüler ve yaptıkları suçlara tövbekar oldular. Cenab-ı Hak suçlarının cezasını bu dünyada çekmekle ahirete bırakmak konusunda onları serbest bıraktı. Onlar cezalarını burada çekerek ahirete günahsız gitmeyi tercih ettiler ve rivayete göre başlarından asılı olarak Babil kuyusuna baş aşağı asıldılar. (1/131)

Şimdi benzer bir kibir örneğine daha yer verelim.

 

Kibirli Hasta

Başlığa bakıp; kibirli hasta da ne demek, diye düşünebiliriz. Oysa her şeyin kendine göre bir kibri olabiliyor. Tıpkı şu örnekte olduğu gibi: Hz. Peygamber bir hastayı ziyaret etti ve onun dayanılmaz hastalığını görünce:

- Bu hastalıkta bir gariplik var, galiba sen yanlış bir dua etmişsin ki bu derece hasta olmuşsun, dedi. Hasta:

- Evet ey Allah'ın Resulu! Cenab-ı Hakk'a niyaz ettim de: Ya Rab! Harut ve Marut gibi bana da suçlarımın cezasını bu dünyada ver, ahirete kalmasın dedim. Bilmeden belayı satın aldım, şimdi de dayanamaz oldum. Hz. Peygamber:

- Öyle yapma! Karınca dağı çekemez. Sen dünyada da iyilik iste, ahirette de, buyurdu. (2/89)

 

Kibir Alçaltır, Tevazu Yükseltir

Yukarıdaki her iki hadise insana şu hadis-i şerifi hatırlatıyor: "Allah kibr edeni alçaltır, tevazu göstereni ise yükseltir." Cenab-ı Peygamber buyuruyorsa elhak öyledir. Aşağıdaki beyitlerde de Hz. Mevlânâ her şeyin yükselişini önce alçak gönüllülük göstermeleriyle açıklıyor.

Ab zi- bâlâ be-pestî der-reved

An ki ez-pestî be-bâlâ ber-reved

Gendüm ez-bâlâ be-zîr-i hâk şeved

Ba'd-ez-ân o hûşe vü çâlâk şeved

Dâne-i her meyve âmed der-zemin

Ba'd-ez-ân serha ber-âverd ez-defin

Asl-ı nimethâ zi-gerdûn tâ-be-hâk

Zir âmed şüd gıdâ-yı cân-ı pâk

Ez-tevâzu çün zi-gerdûn şüd be-zîr

Geşt cüzv-i âdemi hayy-ı dilir

Su önce yüksekten aşağı aktığı içindir ki sonra tekrar aşağıdan yukarıya yükselir. Yani önce yağmur olarak yağar daha sonra buhar ve bulutlarla tekrar göklere yükseltilir. /Buğday da çiftçi tarafından toprağa atılır; o yüksekten gelip toprağın altına girer, sonra oradan baş kaldırır... /Her meyvenin tohumu önce yerdedir, bilahere başını oradan çıkarıp yükselir/ Bütün nimetlerin aslı göktendir ama onlar toprağa girdikten sonra temiz cana gıda oldular. /Bu nimetler tevazuyla gökten aşağı indikleri içindir ki yiğit bir insanın parçası olma şerefine eriştiler. (3/18)

Yağmur gibi yüksekten yere inmek... Meyve gibi toprağa düşmek... Bunları yapmak her kişinin kârı olmasa gerek. Ne yazık ki pek çok insan bir mevki ve itibara erişince geçmişini unutur ve yersiz bir kibre kapılır. Ama az da olsa geçmişini unutmayanlar da var tabii. Şimdi bununla ilgili önce olumsuz sonra da olumlu birer örnek görelim.

 

Ben O Değilim

İki çocuk birbirleriyle şu yollu anlaşmışlar: Şayet birimiz ileride yükselir mevki sahibi olursa diğerini himaye etsin. Ve eğer aradan zaman geçtiği için bir tanımama söz konusu olursa hatırlanma parolamız da şu olsun: "Ben oyum!"

Bu anlaşmanın üzerinden yıllar geçmiş ve her iki çocuk birbirini unutmuş. Ama ne zaman ki içlerinden biri vezir olup bütün memlekette namı sanı bilinir hale gelmiş, beriki de hem çocukluk arkadaşını, hem de onunla olan sözleşmeyi hatırlamış. Bir iltifat ve himaye ümidiyle kalkıp onun kapısına varmış. Lakin bakmış ki vezirde hiçbir ilgi ve tanıma emaresi yok... Zavallı, kendini hatırlatabilmek için; "Ya hu, demiş, galiba beni tanımadın, ben oyum, ben oyum. " Bunun üzerine vezir öfkeli bir şekilde:

- Tamam anladık! Sen hala osun ama ben artık o değilim, cevabını vermiş. Şimdi de her zaman "ben hala oyum" diyen bir örnekten, Mesnevî'de sıkça hikâyeleri anlatılan Ayaz'dan söz edelim:

 

Ayaz'ın Çarıkları

Gazneli Mahmut bir gün ava çıkmıştı. Veziriyle birlikte giden hükümdar bir ara maiyetini kaybetti. Her ikisi çok susamış olduklarından gördükleri bir Türkmen çadırına girdiler. İçerde Ayaz isimli çocuktan başkası yoktu. Çocuk kendisinden su isteyen misafirlerine:

- "Babam yakındaki kaynaktan su almaya gitti, birazcık bekleyin şimdi gelir, diyerek onları lafa tuttu. Tatlı sohbetinin ve anlattığı hikâyelerin tesiriyle vaktin nasıl geçtiğini fark edemediler. Az sonra Ayaz içeri girip bir testiyle su getirince hükümdar:

- İçerde su varken bizi ne diye beklettin, diye çıkıştı. O da:

- Affedin sultanım. Geldiğinizde çok terliydiniz, o haldeyken su içseydiniz hasta olurdunuz. Bu yüzden sizi bir bahaneyle oyalayıp terinizi soğutmak istedim, dedi.

Çocuğun zekasına hayran kalan sultan annesinin izniyle onu yanına aldı. Hızla yükselen Ayaz kısa süre sonra sultanın gözdelerinden biri oldu. Artık iyi yiyecekler yiyor, iyi kıyafetler giyiyordu. Fakat Ayaz tuhaf bir adet edinmişti. Her gün mutlaka odasına çekilir ve kimseyi de oraya yaklaştırmazdı. Onun kısa sürede yükselmesini çekemeyen diğer vezirler bu durumdan şüphelendiler ve sultana:

- Sultanım, Ayaz her gün sizin hazinenizden bir şeyler çalıyor ve onları kendi odasına taşıyor. Suçunu gizlemek için oraya kendisinden başka kimseyi de sokmuyor, kilit üstüne kilit vuruyor, dediler. Sultanın genç Ayaz'dan yana şüphesi yoktu ama yine de durumun aydınlanması için onları haklı bulur gibi yaparak:

- Madem öyle, odasına bir baskın yapın ve onu suçüstü yakalayın. İçerde her ne bulursanız onları da aranızda paylaşırsınız, dedi. O hasetçiler odaya doğru koşmaya başladılar. Bir yandan da bulacakları serveti kendi aralarında paylaşma planları yapıyorlardı. Oda kapısını sıkı sıkıya kilitlenmiş bulunca içeride bir hazine olduğuna dair kanaatleri daha da kuvvetlendi. Zorla kilidi kırarak içeri girdiler fakat çıplak odada yırtık bir çarıkla eski bir posttan başka şey bulamadılar. Her tarafı kazdılar, didik didik ettiler ama hiçbir şey çıkmadı. Hepsi sonunda Ayaz'ın suçsuzluğuna kani oldu ve utanarak sultana döndüler. Sultan işi anlamamazlığa vuruyor ve:

- Hani bulduklarınız nerede? Hem niye böyle yüzünüz asık, diyordu. Gazneli Mahmut daha sonra Ayaz'a odadaki çoban giysilerinin ve onları her gün ziyaretinin sebebini sordu. Ayaz dedi ki:

- Sultanım, her gün bu odaya girip çıkmamın sebebi şudur. Çarığıma postuma bakarım da, "Ey Ayaz, sen düne kadar bir çoban çocuğuydun. Şu çarığın ve postun bunun şahidi. Sakın kibre kapılıp, eskiden ne olduğunu unutma, şimdiki saltanatına aldanma, diye kendi kendime nasihat ederim. İşte sultanım aslında ben o çarıkla o posttan ibaretim. Gerisi hep senin lutfundur. " (5/74)

 

Kibirde Çevre Etkisi

Kibrin kaynakları nelerdir? Bir kısmına yukarıda örnekler verdik. Kimine zenginlik, kimine şöhret, kimi için de soy sop bir gurur ve kibir sebebi. Başkalarının sahte iltifatları ve yapmacık saygısı da kibir sahibi için gerçekte bir felaket. Mevlânâ kibrin kötülüğü ve övgünün de zararı hakkında şunları söylüyor:

"Ey Firavun tabiatlı! Halk sana secde ediyor diye övünmedesin ama bilmiyorsun ki onlar aslında senin canını zehirlemede. Padişah başka padişahı yakalasa öldürür ama bir yoksulu bulsa ona şefkat eder.

Kibir Hakk'a şirk koşmaktır. Cenab-ı Hak başka suçu affetse bile kendisine başkaldırmayı ve şirki bağışlamaz. Sendeki benlik duygusu bir merdiven gibidir; merdiven ne kadar yüksek olursa düştüğün vakit kemiklerin o kadar çok kırılır." (4/106)Burada bahsi geçen durumun en iyi örneği acaba kimdir? Aradan geçen binlerce yıla rağmen hala o düşüşüyle hatırlanan bu bedbaht kahramanın adı Firavun. Şimdi onun düşüş hikâyesinden bazı tablolar aktaralım:

Hz. Musa kendisini Hakk'a davet için geldiğinde Firavun onu aşağılamak için tanımazlıktan gelip:

- Senin soyun sopun nedir, kimlerdensin, diye sordu. O da:

- İmran'ın oğluyum, deyince:

- A, demek sen benim kulum İmran'ın oğlusun. Şu halde sen kulumun kulusun, diye onu aşağılamaya kalkmıştı. Onun bu kibri tıpkı; ben ateştenim diye aslıyla kibirlenen şeytanınkine benziyordu. Hz. Musa:

- Hayır, ben senin kulun değilim. Ben ve sen her ikimiz aynı Yaradanın kuluyuz, diye bu kibri cevapladı. Hz. Mevlânâ bu hikâyeyi naklederken çevrenin insanın kurtuluş veya mahvoluşunda ne kadar etkili olduğuna delil olmak üzere iki tip üzerinde duruyor: Asiye ve Karun. Hz Musa'nın mucizeleri karşısında aciz kalan Firavun bazen ona meyl ediyordu. Bir gün ne yapması gerektiğini eşi Asiye'ye sorunca:

- Bu davet senin için ne büyük nimet, hiç durma, hemen itaat et, cevabını aldı. Firavun tam bu tavsiyeye uymak üzereydi ki durumu öğrenen vezir Haman koşup geldi ve üstünü başını yırtarak kendini yerden yere atmaya başladı. Diyordu ki:

- Bu ne büyük zillet, bu ne büyük alçalma. Senin gibi bir tanrı nasıl bir kula itaat edebilir? Ona baş eğeceğine sen de ben de ölelim daha iyi.

Böylece Asiye'yi dinleyince kalbi yumuşayan Firavunun kibri yine köpürdü ve vezirinin tavsiyesine uydu. (4/108) Mevlânâ bu örnekle her insan için onu iyilikten ve itaatten alıkoyan bir Haman olduğuna dikkat çekiyor. Zira birçok insanın handikapı; "Çevredekiler ne der?" sorusudur. Nitekim Hz. Peygamber"in amcası Ebu Talip de imana davet edildiğinde aynı talihsiz cevabı vermişti: "İman ederim ama başkaları ne der?" Bu gün de bir doğruyu dile getirme noktasında aynı handikapı hem kendimiz hem de çevremizde sık sık yaşamıyor muyuz? Başkaları ne der, demeden önce Allah ve resulü ne der, diyememek ne kadar acı.

 

Telkinin Etkisi ve Vehimli Hoca

Firavun örneğinde de olduğu gibi insanın iyilik ve kötülüğünde, sağlık veya hastalığında çevrenin ve özellikle telkinin büyük payı vardır. Aşağıdaki ilginç hikâyede bir yandan aşırı vehim sorgulanırken diğer yandan telkinin ne kadar tesirli olduğuna başka bir örnek veriliyor:

Dersini hiç aksatmayan bir hoca vardı. Ne bir gün geç kalır ne de hasta olurdu. Dersten bıkan çocuklar: "Şu hoca bir kere olsun hasta olsa da biz de bir gün dinlenebilsek…" diyorlardı. Sonra hocayı vehme düşürüp hasta etmek için kendi aralarında gizlice bir plan yapıp anlaştılar. Sabah hoca her zamanki gibi erken vakitte hanımı tarafından okula uğurlandı. O dış kapıda belirince çocukların biri;

- Hayrola hocam, yüzünüz niye böyle sararmış, yoksa hasta mısınız? diye sordu. Hoca onu tersledi:

- Ne hastalığı, densizliği bırak da git yerine otur. Sonra bir grup öğrenci okul kapısında diğer bir grubu da içeri girip yerine oturduğunda aynı şeyleri tekrar ettiler. Hocanın kalbinde bir vehim meydana geldi ve her soruda bu vehim iyice büyüdü. Artık kendini gerçekten hasta hissetmeye başladı, rengi soldu kalbi daraldı. Hemen eve döndü ve yatağa yöneldi. Onun böyle zamansız döndüğünü gören karısı merakla:

- Hayrola bey, bu zamansız dönüşün sebebi ne, diye sordu. Hoca kızgın kızgın homurdandı:

- Kör müsün be kadın! Hasta olduğumu görmüyor musun? Yüzümün rengine bir baksana. El alem hastalığımı görüp bana üzülürken sen benimle aynı çatı altında olduğun halde durumumun farkında değilsin. Hemen yatağı döşeği hazırla, yatayım da belki baş ağrım hafifler dedi. Beride bu hileyle mektepten kurtulan çocuklar güle oynaya evlerine döndüler. Kendilerine niye döndüklerini soran annelerine oynadıkları oyunu anlattılar. Çocuklarının hareketinden dolayı özür dilemek üzere hocayı ziyarete giden hanımlar onun gerçek bir hasta gibi kana tere batmış bir şekilde yattığını ve inleyip ofladığını gördüler. Onlar;

- Hocaefendi, hayırdır, sizde böyle bir rahatsızlıktan haberimiz yoktu, dediler. O da bundan kendine bir pay çıkararak dedi ki;

- Ben kendimi ilme adadığım için içimdeki hastalığın farkına varmamışım. İnsan kendini bir işe kaptırınca böyle olur. Nitekim savaşta öyle yiğitler olur ki elleri ayakları kesilir de bunu fark etmez savaşa devam etmek isterler, dedi. (3/58)

Yukarıda da belirttiğimiz üzere Mevlânâ bu hikâyeyle telkinin insan üzerindeki etkisine dikkat çekmektedir. Nitekim ona göre Firavun"un kendisinin Tanrı olduğuna dair vehmi halkın gösterdiği tapınması neticesi idi. Bu örneklerden ve hadis-i şeriften anlaşılıyor ki çevremizdeki her insana iyi hasletler yakıştırmalı, söz ve davranışlarımızla onlara iyi olduklarını telkin etmeliyiz. Zira insanlar zamanla kendilerine biçilen rolü benimserler ve o doğrultuda hareket ederler. Bir suçlu bile kendisine namuslu bir insan muamelesi yapıldığında çok zaman bu güvene layık olmaya gayret eder.

 

Bir Hatıra

Yıllar önce çalıştığım üniversitede Marksizm militanı olan ve eyleme katılan bir öğrencimin disiplin soruşturmasını yapmak üzere görevlendirilmiştim. Emniyetteki sorgusunda çocuk bütün sıkıştırmalara direnmiş, suçlamaları inkar etmişti. Bu bedbaht gence çok acıyordum. Odama geldiğinde gözlerinin ta içine sevgi ve şefkatle baktım ve ona dedim ki:

- Şimdi beni iyi dinle ve ona göre cevap ver. Ben senin yalan söylemeyecek dürüst bir insan olduğuna inanıyorum. İşte kağıdım, kalemim, eyleme katılıp katılmadığın konusunda her ne söylersen onu gerçek kabul edip raporumu ona göre yazacağım. Sana hiçbir şeyi ikinci defa sormayacağım. Şimdi seni dinliyorum.

Kendisini azarlanmaya ve sıkıştırılmaya hazırlayan öğrenci bu jest karşısında sendeledi ve katıldığı eylemle ilgili her şeyi itiraf etti. İtirafın getireceği bir dönemlik uzaklaştırma cezasını biliyordu. Buna rağmen kendisine duyulan güveni kaybetmemem için o bedeli ödemeyi tercih etmişti.

 

Baş Olmaktan Baş Olmaya Çok Fark Var

Değerli okuyucu, araya giren yan bahisler bizi biraz konumuzdan uzaklaştırdı ama yine şu kibir bahsine geri dönelim. Şimdi efendim, Musa da bir topluluğun başı, Firavun da. Ama biri hidayete götürmekte öbürü dalalete. Firavun gibi baş olmaktansa olmamak çok daha iyi. Mevlânâ böylelerin halini çeşitli şeylere benzeterek diyor ki: "Gerçi keçi de koyunlara kılavuz olur ama onları kasabın yanına götürür. Sonra da sakalını tarar da kurumlu kurumlu 'ben önde gidenim' der. Önde giden ama ölüm ve dertten yana önde giden. Sıdk ile yola gir de sakalı bırak.

Ta şevi çün bûy-ı gül bâ-âşıkan

Pişüvâ vü rehnümâ-yı gülsitan (5/3358)Benliği ve teşvişi terk et de aşıkları gül bahçesine çağıran gül kokusu gibi ol; onlara kavuşma yolundan yana rehberlik et".

Tamah

4. Karganın Halleri

En başta belirtmiştik; kesilmesi gereken dört kuştan biri olan karganın kusuru uzun ömre tamahı idi. Mevlânâ'ya göre onun gak gak diye bağırması kendisi için uzun bir ömür dilemesindendir. İblis de "kıyamet gününe kadar beni yaşat" demişti. Oysa İblisin ölmesi yaşamasından hayırlıdır. Zira ömür de ölüm de ancak Hak'la olunca güzeldir. Ömür Hakk'ın yakınlığıyla can bulur, değer kazanır. Karganın ömrüyse pislik yemekle geçer. İşin garibi dünya ve hayata bağlılığın yaşlılarda daha fazla olmasıdır. Mevlânâ bu duruma örnek olarak kocayıp dişleri dökülen köpeğin hırsından gübreye saldırmasını gösteriyor... Böylesi yaşlılar "ömrün uzun olsun" denince sevinirler. Oysa Hazrete göre bu dua değil bedduadır. Nitekim dilenciye ekmek veren bir Geylanlı kendisine:

- Allah seni evine ulaştırsın, diye dua edilince demiş ki:

- Ev dediğin o benim bildiğim virane ise Allah oraya seni ulaştırsın. Zira oraya ulaşmaya hiç hevesim yok demiş... (6/48) Karga bahsinde teberrüken bu birkaç alıntı ile yetinelim. Zira Mevlânâ'nın gerek hayat gerekse ölüm hakkındaki fikirleri bir hayli uzun ve onları Hayat ve Ölüm başlığı altında ayrıca ele alacağız.

Cenab-ı Hak insana yukarıdan beri sayılan bütün bu nefsani kusurları temizleyecek bir imkan bahşetmiştir ki adına tevbe diyoruz.

 

CEVHER BEYİTLER

49

Kargalar öterse bülbüller susar:

Çün şitâda zâğlar pür-cûş olur

Uzlet eyler bülbülân hamûş olur 2/20

Her mevsimin ve her iklimin müşterisi başkadır. Bahar bülbüllerin velvelesiyle inler. Kış mevsiminin saltanatı ise kargalara aittir. Karganın sesi yükselince bülbüle de susmak ve bir kenara çekilmek düşer. Yani iyilik iyilikle kötülük kötülükle beraberdir. Bülbül nasıl baharı özlerse iyiler adalete ve güzelliğe âşıktır. Karga tabiatlıların baharı ise kıştır. Biraz hava bulanıp,soğuk rüzgarlar esmeye görsün kenarda köşede saklı kargalar nasıl da birden çoğalır ve bahara lanetler yağdırırlar. Eh, bahar ülkesine bülbül kış harabesine karga yakışır. Senin içinde de bir bahar ve güz var. Kalp bahçeni ihmal etme ki meydan kargalara kalmasın.

 

50

Alçaltan yükselme:

Ser-nigûn oldu edip âheng-i zîr

Zann eder kendin ola bâlâ mesîr 4/3729

Düşkünlükten düşkünlüğe de fark var. Kimi düşkün kendi durumunun farkındadır. Asıl düşkünlük ise boyuna alçalırken kendisini yükseliyor sanmaktır. Günahkârın günahı gizlemesi de bir meziyettir. Bedbaht ise kendi herzeleriyle övünür ve "ey insanlar, bakın ne güzel boynuzlarım var" diye kepazeliğini cümle âleme yayar.

 

 

51

Nereye koşuyorsun:

Niceler bî-câ idüp azm-i sefer

Menzil-i maksûdunu eyler güzer 4/3257

Pek çok insan yakında olanı uzakta arar. Hazine eşiğinin altındadır ama hırs ve sabırsızlık onu uzaklara doğru sefere çıkarmıştır. Doktoru hemen yanıbaşında iken o semt semt doktor arar. Okunu vuracağı ava değil vuramayacağına atar. Böylece ömür sermayesini yele verir ve elinde yol yorgunluğu kalır.

 

 

52

Suç ipte mi, sende mi:

Merresenra nist cürmî ey anûd

Çün türa sevdâ-yı ser-bâlâ nebud 3/4243

Ey gayretsiz heveskar! İşte direk işte ip. Çıkmak istiyorsan durma ipe asıl. Ama sende o gayret yoksa suçu ipin çürüklüğüne direğin yağlı oluşuna bağlama. Anlaşılan sen bir kalpazansın, yükselmeye niyetin ve o yolda akıtacak terin yok ki böyle bahanelere sığınmadasın. Maddi manevi her yükselişi sen böyle bir ip bil. İplerin başı da Allahın kelamı. Ona sarılırsan bu nefs çukurundan çıkarsın. Hala o çukurdaysan bari o ipe bühtanda bulunma da kendi nefsini kına.

 

 

53

Pencereni açmazsan:

Nûr-ı tâbândan size yokdur nasib

Beste revzen mâhdan bulsun mu zîb 3/2844

Ey nasipsiz! Hem pencereni sımsıkı örtüyor, perdeleri çekiyor hem de ay ışığından nur umuyorsun. Dışarıda dolunay pırıl pırıl olmuş neye yarar. Sen yol vermedikçe o kapından içeriye giremez. Bu dünya gecesinde de iman nuruyla aydınlanmak istiyorsan gönül pencereni Hakka ve hakikata aç, gözünden o örtüyü kaldır.

 

 

54

Eğer çalacaksan..:

Tâ-be-key ey sârık-ı na'l-i hârân

Düzd isen ol sârık-ı la'l-i girân 4/1118

Ey nal hırsızı! Ne zamana kadar böyle adi şeylerle ömür tüketeceksin, beyhude heveslerle kendini harcayacaksın. Yakalandığında o adi nal elini kestirir, boynunu vurdurur. Çalıyorsan bari bir yakut çal ki cezasına değsin. Hırslarını isteklerini çocuk oyuncağı gibi değersiz şeylere yöneltme. Ahiret ve ebediyete yönelt ki harcadığın ömür sermayesine bedel olsun.

 

 

55-57

Dert devaya davettir:

Kanda derd olsa devâ andan ayan

Kanda pestî olsa âb oldu revân 1/1957

Kanda derd olsa devâ anda gider

Kanda fakr olsa nevâ anda gider 3/3232

Doğmadıça tıfl-ı pâkize-dehen

Bestedir pistân-ı mâderde leben 3/3235

Sen sanır mısın ki dert kötüdür. Hayır! Dert devaya bir davetiyedir. Dert ve düşkünlük yer alçağına benzer, deva ise suya. O yüzden nerede dert varsa deva oraya koşar. Neresi alçaksa su oraya akar. O halde derdini sev,ilâhî rahmeti celbeden kırıklığını nimet bil..Zira İlahi yardım ihtiyaca göre tecelli eder. Dertli ol ki o seni iyileştirsin, fakir ol ki doyursun. Görmüyor musun, o ipek ağızlı bebek doğmadıkça annenin memesi kupkuru. Ne zaman ki bebek ağzını açar, Cenab-ı Hak o ağzı beslemeye anne memesini memur eder. Çocuk büyüyüp eli ayağı tutmaya başlayınca ona; madem artık aciz değilsin git de artık ekmek ye derler. Bebek gibi aciz ol, tam bir teslimiyetle Hakka karşı ağzını aç! Ta ki sana sebep memelerinden süt gibi nimetler aksın.

 

Yazar: Cihan Okuyucu
http://akademik.semazen.net/ sitesinden 21.11.2024 tarihinde yazdırılmıştır.