Uçsuz bucaksız bir ormanda azılı bir arslan yaşamaktadır. Ormandaki tüm hayvanlar, korku içindedirler. Böyle yaşamaktansa bir çâre ararlar. Düşünür, taşınır, aralarından bir heyet seçerek arslana gönderirler:
-Ey ormanlann şahı arsl., hergün içimizden birini yakalıyor, yiyorsun. Buna bir diyecegimiz yok, fakat bu zahmet niye? Sen tahtında otur, biz, sana her gün içimizden birini yollarız, sen de rahatça yersin. Böylece, biz de sen de huzur içinde ömrümüzü geçiririz, derler. Bu teklif arslanın hoşuna gider. Kabul eder. Artık her sabah bir hayvan arslana teslim olmaktadır.
Günlerden bir gün, sıra tavşana gelir, fakat o ağırdan alır. Hayvanlar:
-Eh ne yapalım, kısmet böyle. Çoğumuzun rahatı için birimizin ölmesi gerek. Haydi vakit geçirmeden yola düş. Arslanı kızdırmayalım, derlerse de tavşan işi yavaştan alır, pek aldırmaz görünür. Hayvanlar telaş içindedirler. Nihayet yalvara yakara tavşanı yola düşürürler.
Tavşan, kayıtsız, seke oynaya arslanın huzuruna gelir ama, vakit de bir hayli ilerlemiştir.
Açlıktan ateş püsküren arslan, kükrer;
-Nerede kaldın? Bu gecikmene sebep ne?
Tavşan, yalancı bir telaşla terlerini siler, boynunu büker:
-Aman efendim, ben saygıda kusur etmedim. Sabah erken yola çıktım ama, diger bir arslan yolumu kesti, elinden kurtuluncaya kadar neler çektiğimi bilemezsiniz!
Arslanın öfkesi büsbütün başına vurur:
-Kim bu küstah? Bu ormanda yalnız benim hükmüm geçer. Kimmiş o çabuk söyle?
Tavşan durumdan memnun, hep öteki arslanı över, böylece arslanın haysiyetini gıcıklar. Arslan dayanamaz:
Düş önüme göster bu alçağı, der. Yola düşerler. Tavşan arslanı bir kuyunun başına getirir:
-İşte sultanım, bu kuyunun içinde. Bakınız nasıl da kurulmuş.
Arslan, hırsla kuyunun içine bakar. Suda kendi aksini görür. Hırlamaya başlar, kuyudaki görüntüsü de hırlar. Tavşan fırsatı kaçırmaz:
-Görüyor musunuz efendim? Size nasıl da meydan okuyo!.
Arslan büsbütün hiddetlenir, gözleri döner. “Bir diyarda iki sultan olamaz, parçalamalıyım onu...” diye mırıldanır, ardından da: Gümm! diye kuyuya atlar.
Herşey bitmiştir artık... Tavşan yemyeşil çayırlarda seke seke hayvanlara kurtuluşu müjdeler.
Hz. Mevlânâ şöyle ekler:
“Ey kişi, Sen bu dünya kuyusunun dibine, hırsla tamahla atlamış, mahpus bir arslansın. Nefsini yen de tavşan gibi hür dolaş... Senin tavşan nefsin sahrada yiyip içmekte, zevk ve safa etmekte. Sen ise şu dedikodu ve münakaşa kuyusunun dibindesin” (Mesnevi, C. I, beyit: 900 vd.)
AÇIKLAMA
Hz. Mevlânâ"nın sözünü ettiği bu azgın “nefs aslanı” ne demektir acaba? Nefsin tanımı, eğitimi ve iyileştirilmesi konusu üzerinde tasavvuf düşüncesi çokça durmuştur. Nefisle mücadele olgun insan olma savaşıdır.
Nefs, kısaca kişinin niteliklerinin, huylarının kötü yönlerine verilen addır. Mesela böbürlenme, kendini beğenmişlik, öfke, kin tutma, dedikodu, çekememezlik, geçimsizlik, zorluklara tahammülsüzlük bunların başlıcalarıdır. Bunların azgınlaşması insanın değerini düşürür. İçimizde iyilikler de vardır kötülükler de. Bizim varlığımız, bu iki zıt kuvvetin mücadele sahnesidir. Yüce Allah “Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra da onu aşağıların aşağısına indirdik” (Tin 95/4-5) buyurur. Bize düşen, aklımızı ve irademizi kullanarak içimizdeki iyinin üstün gelmesini sağlamak, aşağı seviyeye düşmemektir. Onun için de nefsin kötü hâlleriyle mücadele etmek şarttır.
Aslında, yaradılışımızdaki nefsâni güçler iyiye yöneltilebilir. Bunlar potansiyel enerji gibidirler. O bakımdan nefsin ölmesi değil, ıslah edilmesi söz konusudur. “Ölmeden evvel ölmek” mecâzi bir ifadedir. Nefsin öldürülmesi demek, onun iyileştirilmesi, kontrol altında tutulması demektir. Hz. Peygamber şöyle buyurur. “Güçlü pehlivan, güreşte rakibini yenen kimse değildir. Asıl pehlivan, öfke anında nefsine hakim olabilendir.” (Buhari, edeb, 76).
Mesela asabi, sert mizaçlı, aniden parlayıveren insanlarda taşkın bir enerji var demektir. Bunun gelişigüzel kullanılması zarara sebep olabilir. Tamamen yok edilmesi ise, pısırıklık, uyuşukluk ve hakkını savunamamaya yol açar. Burada orta yol, o enerjiyi ve tepkiyi yerinde, zamanında ve ölçülü kullanmanın yolunu öğrenmektir. Bu da bir irade eğitimiyle olur. Hz. Ömer İslâmiyet"e girmeden önce sert mizaçlı, atak bir kimse idi. Müslümanlıktan sonra bu özelliği kaybolmadı, fakat ıslah edildi ve iyiye yöneltildi. Böylece son derece adil, enerjik ve şefkatli bir insan tipi ortaya çıktı. Devletin başında iken, sırasında, geceleri yoksullara sırtında un taşıdı.
Nefsin en büyük hastalıklarından biri kibir, yani büyüklenme ve kendini aşırı beğenme, herkesten üstün görmedir. Hikâyemizdeki aslanın hastalığı böyledir. Kibir insandaki yaratıcı güçleri öldürür. Çünkü gerçekte sâhip olmadığı şeylere sâhip olduğunu zanneden kişi, bunları elde etmek için çalışmayacak, böylece de kabiliyetini körletecektir.
Kendini beğenmişliğin pençesine düşen, dünyada kendinden başka saygı ve hizmete layık insan görmez. Herkesi kendisine borçlu sanır, kimsenin yardımına koşmaz, kimseye elini uzatmaz. Veya bunları yerine getirse bile, başkaları kendisine minnet duysun diye yapar.
Kendini beğenmişliği yenmek, tevâzu yani alçakgönüllülükle gerçekleşir. Bunun en büyük belirtisi de insanlara karışmak, kalabalığın içine girip, onlara sırf Allah"ın hoşnutluğu için hizmet sunabilmektir. Büyükle büyük, küçükle küçük olmasını bilmektir. Onları hakir görmeden, aşağılamadan onlara yaklaşabilmektir. Bir Kur"an ayetinde şöyle buyrulur: “Yeryüzünde kendini beğenmişlik ve azametle yürüme. Çünkü ne kadar hızlı yürüsen toprağı yaramazsın. Boyca da asla dağlara ulaşamazsın.” (İsra 17/37)
Alçak gönüllülüğün bir şartı da şudur: Sokakta kime rastlarsak rastlayalım, onun Allah katında bizden daha üstün olabileceğini düşünmeliyiz. Kimbilir, belki bizim bilmediğimiz çok iyi bir yönü vardır. Veya şimdiki hâlde kötüyse de, ileride bizden daha iyi bir kimse olabilir.