TASAVVUF VE GENÇ [1]
Nefsi tezkiye ve ruhu tasfiye yöntemi olan tasavvufun temel kavramlarından biri de velâyet kavramıdır. Velâyet, sûfîler arasında Allah'a yakınlık bağlamında kullanılmıştır. Bu bakımdan sûfîler, Allah'a yakın olduğunu düşündükleri kişileri velî sıfatıyla nitelendirmişlerdir.
Hakikatte genel mânâda bütün mü’minler Allah'ın velisidir ve Allah'a yakındır. Fakat bu durum, özel mânâda bazı kulların Allah'a diğerlerine göre daha yakın olmadığı anlamına gelmez. Yani bazı kullar, Allah'a daha yakındır. Bunlar da Kur'an-ı Kerim'de mukarreb[2] sıfatıyla nitelendirilir. Mukarreb olanların Allah’a yakınlığı hem dünyada vuku bulan hem de ahirette devam edecek şekilde oluşan bir yakınlıktır. Aslında olaya şu açıdan bakmak daha isabetli olur: Allah'ın herhangi bir kula yakınlığından ve uzaklığından bahsedilemez. Allah bütün mahlukâta aynı şekilde yakındır fakat bazı kullar Allah'ın bu yakınlığının farkında değildir. Bazı kullar da Allah'ın kendilerine olan bu yakınlığının idrakindedirler. Bu idrak etme durumu da o kulların hallerine ve makamlarına göre farklı şekillerde ortaya çıkar. İşte sûfilerin velî sıfatıyla işaret ettikleri insanlarda, Allah'ın yakınlığının bilincinde olma hâli üst seviyededir. Allah'ın yakınlığının bilincine üst düzeyde sahip olan bu kullara Allah bazı ikramlarda bulunabilir. Bu ikramlar da tasavvuf literatüründe kerâmet olarak isimlendirilmektedir.
Halk arasında bir galat-ı meşhur olarak evliyâ denilince akla saçı sakalı ağarmış, beli bükülmüş, elinde baston, sırtında cübbe, başında sarık olan bir pîr-i fâni tipi gelir. Ve evliyâ olarak nitelendirilenler temsîlî çizimleri hep yaşlı olarak resmedilir. Gençlere evliyalık ve Allah’a yakınlık kapısı kapanmış zannedilir. Hâlbuki “yaşlı evliyâ” profili gerçeğin tam olarak resmi değildir. Sanılanın aksine yediden yetmişe herkesin Allah ile arasında bir velâyet bağı kurabilmesi ve “Allah’ın velisi” olabilmesi ihtimal dâhilindedir. Bu mevzûda ihtiyarların gençlere herhangi bir üstünlüğü yoktur. Mesele, nefse hâkim olma husûsunda gösterilecek dirâyet meselesidir. Meselâ; Kehf sûresinde kıssası anlatılan mağara ehli, sayıları belli olmayan birkaç gençten ibârettir. Allah, imanlarını kurtarmak için devrin zâlim Roma idarecisinden kaçan bu kullarını “fetâ”[3] olarak nitelendirir. Fetâ kelimesi de hem kaliteli bir nitelik hem de taze bir nicelik yani gençlik ifade eden bir kelimedir. Yani mağaraya sığınanlar hem ahlak bakımından gençtir hem de başlarında henüz ihtiyarlığın ateşi tutuşmamıştır. Allah, görünüşte mağaraya ama hakikatte kendisine sığınan bu bir avuç gence herkese nasip olmayacak büyük bir ikramda bulunmuş ve onları kaçtıkları zulüm devri geçip gidene kadar 309 sene mağarada uykuya daldırmıştır. Ashab-ı Kehf’in bu durumu gençlerin de Allah’a kurbiyet bağı kurabileceğine ve Allah’ın gençlere de mânevî ikramlarda bulunabileceğine dair kuvvetli bir Kur’ânî delildir. O halde eğer takvâ ipine sarılabilirlerse “Gençler de evliyâ olabilir!” Nitekim sufilerin hayatlarının anlatıldığı tabakât kitaplarında genç velilerle alakalı pek çok ilginç olaya rastlamak mümkündür.
Meselâ; Molla Câmî’nin (ö. 1492) Nefahat isimli kitabında naklettiğine göre bir genç Mekke'ye varınca bir bölük pîri, Makam-ı İbrahim’de otururken bulur ve gidip yanlarına oturur. Aralarından biri Kur'an okumaya başlamak için besmele çekince besmeleyi duyan genç garip bir hâle düşer ve feryadı basar. Pîrler derler ki “Ey genç, sana ne oldu ki feryadı bastın! Daha Kur'an'dan bir ayet okumadık!” Genç şöyle cevap verir: “Semâlar ve yerler onun ismi ile durur, eşyanın kıyamı da onun adıyladır.” Bu cevap üzerine o pîrler ayağa kalkıp bu rakîk kalpli genci aralarına alırlar ve ona izzet ve ikramda bulunurlar.[4]
Cüneyd-i Bağdadi’nin dostlarından ve velilerin büyüklerinden Ebubekir Kettânî Hızır’la görüşen biridir. Kendisi Hızır’ın şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bir gün Yemen’de San’a mescidinde idim. Orada cemaat toplanmış Abdurrezzak isimli âlimden hadis dinliyorlardı. Mescidin bir köşesinde onlarla ilgilenmeyen ve başını yakasının içine çekmiş kendi hâlinde oturan bir genç vardı. Gencin yanına gittim ve dedim ki: ‘Halk Abdurrezzak’tan hadis dinliyor ama sen burada oturuyorsun.’ Gencin cevabı şu oldu: ‘Ben burada Rezzak’tan dinliyorum, sen ise beni Abdurrezzak’tan dinlemeye davet ediyorsun!’ ‘Doğru söylüyorsun; peki, ben kimim biliyor musun?’ ‘Sen Hızır’sın!’ dedi ve yine başını yakasının içine çekip kendi haline döndü.[5]
Klasik tasavvuf kitaplarından biri olan et-Ta’arruf isimli eserde mümin bir gencin hâliyle ilgili şu ilginç anekdotlar anlatılır:
Kelâbâzî, İbrahim b. Şeybân’dan nakille şöyle anlatıyor: “Köyde iken yanımda bir genç bulunurdu. Bu genç ailesinden ayrılmış, mescidde kendisini ibadete ve taata vermişti. Ona hayran olmuştum. Bir gün hasta oldu. Ben de cuma namazını kılmak için kasabaya gitmiştim. Kasabaya gidince cumadan sonraki namazımı orada kılıp geceyi oradaki dostlarımın yanında geçirmek âdetim idi. O gün ikindiden sonra içime bir sıkıntı düştü. Yatsıdan sonra köye geldim. Genci sordum. “Rahatsız olduğunu zannediyoruz” dediler. Yanına gittim, selâm verdim ve musâfaha yaptım ama tam el sıkma anında ruhunu teslim etti. Gasl (yıkama) etme işini bizzat kendim yaptım, Nâşına su dökerken yanlışlık yaptım. Eli elimde olduğu hâlde sağ yanına su koyacakken sol tarafına su döktüm. Genç, elini elimden çekti, hatta cenazenin üzerini örten şeyler bile yere düşmüştü. Yanımdakiler kendilerinden geçerek yere düştüler. Sonra genç gözlerini açarak bana baktı. Son derece korktum. Hemen cenaze namazını kılıp cesedi kabre indirdim. Yanlarını toprakla kapatmaya başladım. Bu sırada yüzünü açtım. O da gözlerini açtı ve dişleri görünecek kadar tebessüm etti. Üzerini düzledik ve toprakla kapattık.”[6]
Yine Kelâbâzî, naklen şöyle bir hâdise anlatır: “Bir vadide yolculuk yaparken, üzerinde yırtık bir aba bulunan güzel yüzlü bir genç yanımıza geldi ve: “Burada ölebileceğim temiz bir yer var mıdır?” diye sordu. Hayretler içinde: “Evet, var.” dedik ve yakınımızda bulunan çeşmenin yanını gösterdik. Genç çeşmeye vardı, abdest aldı ve Allah’ın dilediği kadar namaz kıldı. Bir müddet genci bekledik. Fakat yanımıza gelmediğini müşahede ettik. Kalktık, yanına vardık ama onu ölü olarak bulduk.” [7]
Hâsıl-ı kelam; nefis terbiyesi ve ruh tasfiyesi olarak tarif edilen tasavvufî hayat, sadece ihtiyarların gündeminde olmamalıdır. Gençler de eğer nefislerini terbiye edebilirlerse büyük mânevî makamlara ulaşabilirler. Bunun için ihtiyarlamayı beklemeye gerek yoktur. Hatta nefsi, kişiyi hedefine ulaştıracak bir binek olarak düşündüğümüz zaman gençlerin bu konuda ihtiyarlara göre daha avantajlı oldukları söylenebilir. Çünkü gençlerin bineği daha güçlü kuvvetlidir; ihtiyarların bineği ise zayıftır. Güçlü binek, yani nefis, eğer yuları sahibinin elinde olursa hedefine daha süratli bir şekilde varabilir. Daha doğrusu nefsinin hegemonyasından kurtulan bir genç, mânevî makamlara yükselme konusunda ihtiyarlara göre daha şanslıdır. İhtiyarın bineği, yani nefsi, zayıftır. Nefsinin arzu ve istekleri zaten azalmıştır. Nefsine muhalefet konusunda eforu düşmüştür. Bu efor düşüklüğü ile o, daha yavaş yol alır. Gençlere tavsiyemiz, binekleri zayıflamadan dizginleri ele alıp süratle Allah’a doğru mânevî olarak yol almaları ve tasavvufu gündemlerinden uzak tutmamalarıdır.
Kendimizi ve nefsimizi tanıma hususunda gayretli olmalıyız. Enerjimizi iyiye, hayra, güzelliğe yönlendirmeliyiz. Unutmamalıyız ki ölenler hep ihtiyar değil, gençlikte de ölüm var. Dua ve muhabbetle efendim.
[1] Bu yazı Özgür Müslüman Dergisi’nin Eylül 2022, yıl 6, 21. sayısının 31-34. sayfaları arasında yayınlanmıştır.
[2] Âl-i İmrân, 3/45.
[3] El-Kehf, 18/10.
[4] Nureddin Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-üns min hazarati’l-kuds, trc. Lâmî Çelebi, haz. Abdulkadir Akçiçek, Huzur Yayınları, İstanbul 2020, s. 225.
[5] Câmî, Nefahâtü’l-üns min hazarati’l-kuds, s. 329.
[6] Kelâbâzî, et-Ta’arruf, (Doğuş Devrinde Tasavvuf), haz. Süleyman Uludağ, Dergâh yay., İstanbul 2019, s. 242.
[7] Kelâbâzî, et-Ta’arruf, (Doğuş Devrinde Tasavvuf), s. 241.