“HÜCRENÎŞİN MEHMET DEDE'DEN MEKTUP VAR”
Kubbede hoş bir sadâ bırakanlar, mânen aramızda yaşamaya devam ediyorlar. Ölümsüzleşmek bu olsa gerek. Vuslatının üzerinden yaklaşık 55 yıl geçmiş olsa da, mânevî şahsiyetinin izlerini takip ettiğimiz Mehmet Dede'nin, “Nûr-u Dîdem (Gözümün Nûru)” diye hitab ettiği Ülkü (Oral) ARINCI Hanımefendi'deki mektuplarının gün yüzüne çıkmasıyla, bizleri tekrar heyecanlandırdı. Bendenizin dünyaya gelmesinden yaklaşık 30 sene evvel yazılmış bu mektupların örnekleri şahsıma ulaştığında, nasıl bir nimet ile nimetlendirildiğimi görüp, Allah'a Hamd ettim.
Mevlânâ Müzesi'nin 1940'lı yıllardaki müdürü Zeki Oral Bey'in kızı olan Ülkü Hanım'ın, babasının tayini sebebiyle Konya'ya ailecek göç etmeleriyle birlikte, Mehmed Dede ile olan gönül muhabbetleri de başlar aynı zamanda.
Henüz ilkokul çağlarında iken Mehmed Dede'nin dizinin dibinde büyümek, odasına girdiğinde kendisine ikram edilen portakal suyu ilave edilmiş ıhlamurdan içmek ve daha da ötesi, “benim mânevî kızımsın” iltifatına mazhar olmak, paha biçilmez bir manevî zenginlik olmuştur Ülkü Hanım için.
Nezâket ve tevâzûda âbide şahsiyetlerden olan Mehmed Dede, bazen Konya dışındaki dostlarını ziyarete gider, gittiği memleketi de feyziyle pür-nûr ederdi. Bazen İstanbul, bazen Afyonkarahisar nasiplenirdi onun aşk-u muhabbetinden. 1950 yılındaki bir seyehatinde, Mevlânâ Müzesi Müdürü Zeki Oral Bey'e pür-nezaket bir tavırla mektup kaleme alır, Konya'ya dönüşünün niçin uzadığını anlatır:
“Bih (O'nun Adıyla)
Huzur-u Âlîlerine
Çok muhterem Bey Efendi hazretleri. Bilhassa selam ve arz-ı ihtiram eylerim. Konya'dan müfâragat-ı acizânemdenberi (ayrıldığımdanberi) bu zamana kadar zât-ı alîlerinize takdim edemedim (size haber yazamadım). Kusûr-u hakîrânemin affını istirham eylerim.
Afyon'da Gazlıgöl kaplıcasına gittik. Bir hafta kadar orada bulunup Afyon'a geldim. Afyon'dan kulaklık için İstanbul'a gittim. İstanbul'da, Afyon Çelebilerinden Münir Çelebi'nin hanesinde misafir oldum. Kulaklığı tamir ettirip, diğer kulaklık aldım. Bir hafta kadar İstanbul'da kaldıktan sonra Ramazan-ı Şerîf'in üçüncü günü Afyon'a geldim. Ramazan-ı Şerifte kalmaklığı arzu ettiler. Bendenizin de ağrıları münasebetiyle daha kaplıcaya ihtiyacım vardır. Ramazan-ı Şerîfte kaplıca ciheti müşkül olacak. İnşallah nasip olursa Ramazan-ı Şerîften sonra müsaade-i âlînizle gelmiş iken biraz daha kaplıcada bulunmak istiyorum bakalım sağ kalırsam. Cenâb-ı Hak'tan hayırlısı olsun.
Mukaddes Hanım Efendi Hazretlerine hürmetle selam ve dualar eylerim. Kerîme-i âliniz (büyük kızınız) Bedia Hanımefendi inşallah gelmiştir. Selam ve dualar eylerim. Sezai Bey'e lütfen selam ve dualar ve hürmetleri tahrir buyurmanızı temenni eylerim. Baha Bey'e selam ve dualar eylerim. Evlad-ı maneviyemiz Ülkü Hanımı gözlerinden öperek selam ve dualar eylerim. Cümleten afiyet ve saadette daim olarak Cenâb-ı Hakka emanet olasınız azizim bey efendi hazretleri.
25 Haziran 1950
Hakîr-i Âcizî
Mehmet Arısoy”
Mevlânâ Dergâhı'nın son hücrenîşîni olan Mehmed Dede'nin, mes'ûliyet duygusundan ve muhabbetinden kaynaklanan hislerle kaleme aldığı bu mektup, sanki 21. yüzyıl insanına verilen bir âdâb-erkân dersi gibidir, hatta öyledir.
Ne yazık ki, Zeki Oral Bey'in Ankara'ya tayini çıkması ile birlikte, ailecek yüreklerinin bir kısmını Konya'da bıraktıkları yıllar başlayacaktır. Oral ailesi için Ankara demek, Mehmed Dede'den ayrılıp gurbette yaşamak demekti.
O dönemin en önemli haberleşme aracı olan mektup, Mehmet Dede ile kurulan irtibatın en duygusal ifadesiydi. Mehmet Dede'den gelen mektubun akşamı, Ankara bir başka oluyordu. Sanki bütün Ankara, gelen mektuba selam duruyordu o gün. Sanki bu mektup, Mevlânâ Dergâhı'nın zarfa konulup gönderilmiş hâliydi.
1955 Ramazanı yaklaştığı günlerde, Ülkü Hanım her ne kadar genç kızlığa adım attığı mevsimin arefesinde ise de, gönlü Kubbe-i Hadra'nın son emanetçisi Mehmed Dede'de idi. İçindeki yanardağ patladı ve babasıyla oturup Mehmed Dede'ye mektup yazdılar. Dede'sini Ramazan'ı beraber geçirmek üzere Ankara'ya davet ediyordu.
Mektup, Konya Postanesine ulaşıp, ilgili postacının çantasına girmişti bile. Aslında o çanta, Oral ailesinin yüreğini taşıyordu. Dergâh'ın kapısını açar açmaz karşısında postacıyı gören Mehmed Dede, mütebessim bir halde, postacıyı içeri davet etti, meşhur ıhlamurundan ikram ederken, bir yandan eline aldığı zarfı incitmeden açıyordu. Aslında O, Oral ailesinin yüreğini açıyordu.
Postacı, Mehmed Dede'nin gözlerindeki buğuyu izlerken, elindeki ıhlamurun soğuduğundan bile haberdar olmamıştı. Usulca yerinden kalktı Mehmed Dede, mektubu önceki haliyle katlayıp, Kur'ân-ı Kerîm'in arasına iliştirdi. Sanki O, mektubu Allah'a emanet ediyordu.
Ankara, haber bekliyordu. Ankara Postanesi'nin kapısına gelen çuvallar arasında, acaba hangisi müşerref olmuştu Mehmed Dede'nin mektubuyla.
Daha önceki mektuplar ev adresine gönderilmişken bu mektup, Ceylânî Bey isminde bir aile dostları tarafından, Zeki Bey'in çalıştığı kuruma elden getirilmişti. Önce Zeki Bey haberdar edilmişti bu davetin durumundan.
Zeki Oral, eve gelip ceketini vestiyere astığında, cebindeki emaneti çıkarıp masada ders çalışan Ülkü Kızının önüne koyuyordu. Mektubun kimden geldiğini okuyunca içindeki, hazineyi hemen babasına verdi. Osmanlıca yazıyordu. Bu, kıyamete kadar devam edecek bir heyecanın depreştiği ânlardan biri olmuştu “Nûr-u Dîde” için. Mehmed Dede konuşuyordu:
“Bih (O'nun Adıyla)
Huzur-u âlîlerine bilhassa selam ve arz-ı hürmetler ve dualar eylerim. Taraf-ı acizîlere suâl-i şerîf buyurulur ise (benim durumumu soruyor iseniz), duâ-yı âliyelerinizin berekâtıyla bihamdülillah Teâla şimdilik bulunduğum halime teşekkürden acizim. Ma'lûm-u arifâneleriniz vechiyle ihtiyarlık âlemi. Bir vaktim bir vaktime müsâvî gelmiyor. Kâh hasta, kâh sağ. Bulunduğum halin teşekküründen acizim. Cenâb-ı Hak, bu halden de geri koymasın. Vaktim hıtâmında (ecelim geldiğinde) iman-ı kâmil ve hüsn-ü hatîm (güzel bir son) ihsan buyursun ve zât-ı âlîleriniz de cümleten hukuk-i helal buyurunuz (hakkınızı helal ediniz). Refîka-i âlîleri hanım efendi hazretlerine (eşinize) bilhassa selam ve dualar ve arz-ı hürmetler eylerim. Kerîme-i muhteremeleri, Nûr-i Dîdelerimiz (gözlerimizin nuru) Ülkü Hanım'a mahsûsan selam ve dualar ile çeşm-i envârlarından bûs eylerim (nur gözlerinden öperim).
Ülkü Hanım, ma'lûm-u âlîniz vechiyle zât-ı âlinizden bi'lvekâle (zat-ı âlinize vekaleten) Ramazan-ı Şerîfte beraber bulunmak üzere tahriran davet buyuruyorlar. Çok memnun ve müteşekkür oldum. Fakat zafiyet ve dermansızlık cihetiyle bulunduğum yerden ayrılmaya cesaretim yoktur. Kusura bakmayınız. Daima gönüller beraberdir....”
Mektubun geri kalan kısmını pek dinleyememişti Küçük Hanımefendi. Kulaklarına ağır bir uğultu çökmüş, gözleri ne yapacağını şaşırmıştı. Takati kalmamış, ağlamaya bile dermanı yoktu. Zeki Bey, kızının bu durumunu görmezlikten geliyor, normalmiş gibi davranarak mektubu okumaya devam ediyordu:
“...Zât-ı âlinize de bu âna kadar arîz-ı takdîm edemedim, mazûr görünüz, kusura bakmayınız. Kerîme-i muhteremeleri Bedia Hanımlara ve mahdum-u âliyeleri Sezai Bey'lere ve Bahaeddin Bey'e cümleten selamlar ve hürmetler ederim.
Ceylani Bey, Hz. Mevlana'yı ziyaret için Konya'ya gelmişler idi. Bu arîza-i acizânemi onlara takdim ediyorum (bu aciz mektubumu ona-Ceylani Bey'e- takdim ediyorum) .
Kusûr-u hakîranemin affıyla cümleten afiyet ve saadette daim olarak Cenâb-ı Hakk'a emanet olasınız Efendim Hazretleri.
19 Nisan 1955
Hakîr-i Âcizî Mehmet Arısoy”
Zarfta ikinci bir mektubun varlığından haberdar olmamıştı bile küçük Hanımefendi. Babası, eline aldığı diğer mektubu okurken, onun gözleri dalıp gitmişti başka âlemlere:
“Bih (O'nun Adıyla)
Ülkü Hanım Efendi'ye.
Nûr-u Aynim (Gözümün Nuru) Ülkü Hanım.
Leyle-i Reğaib tebriğini hâvî (Reğaib kandili kutlamasını ihtiva eden) mektubunuzu aldım. Afiyet haberlerinizden çok memnun oldum. Sizin de mübarek günlerinizi tebrik eylerim. Cenâb-ı Hak afiyet ve safây-ı hatır ile böyle çok mübarek günler ile müşerref buyursun. Çok muhterem anneniz hanım efendiye hassaten selam ve hürmetler ve dualar eylerim. Hemşire-i muhteremeniz Bedia Hanımlara, Sezai Beylere ve Baha Beye cümleten selamlar ve dualar ve arz-ı hürmetler ederim. Bu hakîr dedenizi Ramazan-ı Şerîfi beraber çıkarmak için hane-i âliyenize davet buyuruyorsunuz. Bu davetinizden çok memnun oldum. Çok teşekkürler eylerim. Kalbler ve gönüller daima beraberdir. Fakat ma'lûm-u âlîniz vechiyle, ihtiyarlık âlemi. Vücudumda bir dermansızlık ve bir zafiyet ve romatizma ağrıları münasebetiyle bulunduğum yerden ayrılmaya takatim yoktur. Bu sebepten gelemeyeceğim, hoş görünüz. Ma 'zûrum, kusura bakmayınız. Cümleten afiyet ve saadet ve safây-ı hatırda daim olarak Cenâb-ı Rabbül Âlemîn Hazretlerine emanet olasınız, Nûr-u Dîdem (gözümün nuru ) hanımefendim.
19 Nisan 1955
Aciz Dedeniz
Mehmet Arısoy”
Yazılanları okuyamasa da, kendisine hitaben yazılmış olan mektubu her akşam uyumadan önce eline alıp, babasının okuduğu cümleleri tekrar hayal edip okuyormuş gibi yapıyor, sonra odasındaki küçük, kibar ahşap dolaba koyuyordu.
Bu böyle iki sene devam etti. 1957 yılının Nisan Ayı'nda, Dedesi'nin Hakk'a yürüdüğü haberini alınca, o malum dolabın kapağını açıp, mektupları alıp annesinin sandığına koydu. Bir daha da açmaya cesaret edemedi...
(Elli yılı aşkındır, okyanusun dibindeki inci-mercan gibi duran bu mektupların birer kopyasını bendenize gönderince (2010 yılı), bizim fakirhâne de nasibini aldı aynı heyecan dalgasından…)
Lokman Derya SOLMAZ
solmazlokman@gmail.com