“Gönül” genel olarak “kalp”, bazen de “nefis” anlamına kullanılan özbeöz Türkçe bir kelimedir. Büyük edebiyat tarihçisi Nihad Sâmi Banarlı”nın Türkçenin Sırları adlı eserinde belirttiği gibi gönül, Türkçenin deyim ve terim geliştirmede en güçlü ve en üretken kelimelerinden birisidir. “Gönül erleri” milletimizin dinî ve millî kimliğinde nasıl önemli bir hizmet görmüşse; gönül kelimesi de kültürümüz içinde çok derin izler bırakmıştır. (Bkz. İstanbul 2009, s. 86-89.)
Gönül kelimesinin Farsça karşılığı “dil”, Arapça karşılığı da “kalp”tir. Ehlikalp ve ehlidil ile gönül erbabı aynı manayadır. Kur'an'da, hadislerde ve Arapça tasavvuf kitaplarında geçen “kalp” kelimesi ile Türkçedeki “gönül” eş anlamlıdır. Nitekim Kur'an'daki: “Kör olan gözler değil, göğüslerdeki kalplerdir.” (Hac, 46.) ayetinde “gönül körlüğü” anlatılmaktadır.
Gönül iman nuruyla aydınlanan kalptir. Genellikle iman nuruyla dolan kalbe gönül; inkâr, küfür ve hevaiyyata meyleden kalbe nefis denirse de “gönlün bilir, gönlüm çekti” gibi deyimlerde geçen “gönül” nefis manasınadır. Gönül, yücelik/ulviyet tarafına; nefs ise süfliyete mütemayil kabul edilir. Mana âlemini kuşatan gönül, Hak yolcusunun varacağı son merhaledir.
Günümüzde gönül insanı denilince aydınlanmış bir kalbe sahip, davranışlarını kalp ve gönül yörüngesinde yöneten, empati yapmasını bilen insan hatıra gelmektedir. Kalbin aydınlanıp sadrın genişlemesi, merhamet, sevgi ve hoşgörü ile olur.
İlk tasavvuf klasiklerinden sayılan el-Luma' müellifi Ebû Nasr Serrâc sahib-i kalp dediği gönül ehlini, kalbinde toplanan manevi ilim, fasih bir beyan ve açık bir lisanla anlatılamayan kişi, diye tarif eder. Cüneyd'in Horasan halkını gönül ehli olarak tanımladığını belirtir. (Serrâc, el-Luma'/İslam Tasavvufu, trc: H. Kâmil Yılmaz, İstanbul 1996, s. 351.)
İnsani fonksiyonların tamamı ruh menşeli ve onun değişik tezahürleridir. Nitekim idrak ve akletme beyin merkezinde tezahür eden ruhi bir eylem olarak aklın; sevme, buğz etme, kabul ve ret ise kalp merkezinde ortaya çıkan ruhi bir davranış olarak gönlün fiilleridir. Böylece hepsinin kaynağı ruhtur. Ruh bedene girip nuru perdelenince nefs, bedenden tecerrüt ile nuru ortaya çıkınca akıl, Hakk'ı ve sıfatlarını bilmesi itibarıyla kalp, Hakk'a yönelip tekrar kuds âlemine kanat açınca yine ruh adıyla anılmaya başlar. (Bkz. Bursevî, Temamu'l-feyz, thk. Ali Namlı, Basılmamış Master Tezi, İstanbul 1994, s. 47.)
Rahman adıyla gönül arasında bir münasebet vardır. Çünkü Rahman ismi istisnasız bu âlemdeki bütün yaratıkları rahmetle kuşatır. Gönül bu tür bir tecelliye mazhardır ve her varlığa şefkat ve merhamet nazarıyla bakmayı telkin eder. Rahman sıfatı, kalbe yufkalık, gönle enginlik verir.
Gönül insanı canını ve malını Allah'a adayarak (Tevbe, 111.) kalb-i selime (Şuara, 89.) eren ve gönlünü, Gönüller Sultanı'na verendir. Rahman tecellisine mazhar, incelik ve zarafet timsali insandır. Tasavvufi telakkide namütenahi sırların taşıyıcısı ve ilahî namenin nüshası insan gönlüdür. (Bkz. Mesnevî, III, 196, b. 2270-2273.)
Gönül, Hak binasıdır. Kâbe'yi Hz. İbrahim, gönlü Allah inşa etmiştir. Allah'a olan bütün zahiri yönelişlerin merkezi Kâbe, bâtıni yönelişlerin merkezi ise kalp; yani gönül Kâbe'sidir. Çünkü gönül Hakk'ın tecelligâhıdır. Yunus'un gözünde gönül, Kâbe'den üstündür.
Gönül mü yeğ Kâbe mi yeğ
Eyit bana ey aklı eren
Gönül yeğ durur zîrâ kim
Gönüldedir dost durağı. (Yûnus Emre Dîvânı, haz. Mustafa Tatcı, II, s. 352, 366/7.)
Çünkü insan bu durağa gönüller yapmaya gelmiştir:
Ben gelmedim dâvî için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmağa geldim. (Yûnus Emre Dîvânı, II, s. 176, 179/2.)
Gönül Allah'ı sevip şehvet, servet ve şöhret gibi dünya putlarından arınırsa Kâbe olur. Aksi takdirde puthane olur. Bu yüzden: “Allah'ın insan göğsünde iki kalp yaratmadığı” (Ahzab, 4.) ayetinden yola çıkılarak kalbin masivaya yönelik sevgi ve ilgilerden arındırılması üzerinde sıkça durulur. Gönlün, heva ve hevese kurban edilmemesi istenir. Çünkü nisyan ve gaflet özelliği insana kulluk görevini unutturuverir. Onun bu zaafını tashih ve tamir etmenin yolu ibadet ve zikirden geçer. Hayatın temel gayesi de budur. Namaz, oruç, zekât ve hac ile zikir ve tesbihat âdeta gönül Kâbe'sinin bekçileridir.
İnsanın kalp ile ilgili iki davranışı vardır. Birincisi kalbi zarif ve nahif ilahî sevgi çiçeklerine yol bırakmayan ayrık otu niteliğindeki hoyrat dünya sevgisinden arıtmak ki buna tahliye denir. İkincisi de ayrık otlarından ayıklanan gönlü muhabbet-i ilahiyye çiçekleri ile donatmak bunun adı tecliyedir. İbadet ve taat ile arınmaktır. Nitekim şair bu anlayışı şöyle nazmetmiştir:
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecelli ede Hakk
Padişah girmez saraya hâne mamur olmadan
Kur'an'da: “Ey iman edenler, sabredin, sebat gösterin, düşman için murabata yapın; nöbet tutun, hazırlıklı olun” (Âl-i İmran, 200.) ayetindeki ribat, zahiri manaya göre sınır boylarında düşman gözetleme yeri; murabata nöbet bekleme işidir. Nasıl zahiri düşmanın vatan mülkünü harap etmemesi için nöbet gerekiyorsa, gönül mülkünün nefs ve şeytan düşmanından korunması için uyanık olmak gerekir. Bursalı İsmail Hakkı bu ayetin tefsirinde şu görüşlere yer verir: Vücudunuzu ve zihninizi koruyun, ibadet sırasında nefislerinize dikkat edin. (Ruhu'l-beyn, II, 157.)
Allah Rasulü'nün günahları yok edip derecelerin yükselmesine vesile olan ameller arasında saydığı şu üç şeye dikkat etmek lazımdır: “Zorluğuna rağmen güzelce abdest almak, camilere yönelen adımları çoğaltmak ve namazdan sonra diğer namazı beklemek; işte bu sizin için ribat; yani gönlü korumak için nöbet tutmaktır.” (Bkz. Müslim, Tahâret, 41; Tirmizî, Tahâret, 39.)
Anlatıldığına göre İbrahim Edhem yaya olarak hacca giderken binitli bir bedeviye rastlar. Bedevi kendisine nereye gittiğini sorunca o: “Kâbe'ye” der. Bedevi: “Böyle binitsiz yaya hâlinle mi?” diye sorunca İbrahim Edhem der ki: “Benim birtakım binitlerim var ki ben, lâzım oldukça onlara binerim. Bir bela ile karşılaşınca sabır binitine, bir nimete erince şükür binitine, bir kazaya duçar olunca da rıza binitine binerim.” Bu sözler karşısında irkilen bedevi: “Meğer yaya olan sen değil, benmişim” der.
Bâyezid der ki: “Gerçek ârif bir tek kaygı taşıyan ve ilgisi gözünün gördüğüne ve kulağının duyduğuna kaymayandır.” Dünyevi aşk ve sevgiler bile ortak kabul etmez. Nitekim bir şarkı sözü bu konuya ışık tutmaktadır.
Bir gönülde iki sevdâ olmaz
Kimi Mecnun, kimi Leyla olmaz.
Gönülde daima tek sevda bulunmalıdır. O da Allah'a kulluktur. Bir bedevi gelip Hz. Peygamber'e sorar: “Ben orucumu tutar, namazımı kılarım. Bunun dışında pek fazla bir ibadetim yok. Çünkü fakir bir adamım. Hac ve zekâta gücüm yok. Kıyamette benim yerim neresi?” Hz. Peygamber tebessüm ettikten sonra buyurur ki: “Gözünü haramdan ve insanlara küçümseme nazarıyla bakmaktan; kalbini haset ve fesattan, dilini yalan ve gıybetten korursan yerin cennettir.” (Ebû Tâlib Mekkî, Kûtü'l-kulûb, Beyrut 2005, II, 356; Gazzâlî, İhyâ, Beyrût ts., Dâru'l-ma'rife, IV, 149.)
Gönlü olgunlaştırmanın yollarından biri diğer gönüllere değer vermektir. Onları hor görmek ve yıkmak en büyük günah; yapmak ise en büyük sevaptır. Mevlana der ki: “Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, arştan da üstündür, kürsüden de, levhden de, kalemden de. Hor bile olsa gönlü hor tutma, o horluğu ile gene de pek üstündür. Yıkık gönül Allah'ın baktığı varlıktır. Onu yapan can ne kutludur. Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü yapmak Allah katında hacdan da, umreden de değerlidir.” (Divân-ı kebir, VII, 609, b. 8077-88.)
Gönül bir sevgi ve merhamet merkezi olduğundan hassas bir terazi gibidir. Bu yüzden insanlara gönle danışmaları tavsiye edilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber: “Müftüler her ne kadar fetva verseler de sen gönlüne danış!” (Dârimî, Büyû', 2; İbn Hanbel, IV, 238.) buyurur.
Gönlün gayp âlemine bakan bir penceresi vardır. Buna “gönül gözü” denir. Nitekim Hz. Peygamber'in: “Gözüm uyur ama kalbim asla uyumaz” (Buhârî, Teheccüd, 16; Müslim, Müsâfirin, 125; Ebû Dâvud, Tahâvet, 79; Tirmizî, Mevâkit, 208; Neseî, Leyl, 36.) sözü buna işarettir. Gönül gözü gönlün berraklığı ile alakalıdır. Gönlü uyanık olanın gözü uyusa bile gönlünde binlerce göz açılır. Mevlana: “Gönlün uyandı mı güzelce uyu. Artık gözünden ne yedi kat gök kaybolur, ne de altı cihet!” der. (Bkz. Mesnevî, III, 896, 1222-1225.) Gören baş gözü değil, gönül gözüdür. Yunus bunu şöyle ifade eder:
Yûnus şimdi sen Hakk'a er
Dün ü gün gönlün Hakk'a ver
Gönül gözü görmeyince
Baş gözü görmeyiser. (Yûnus Emre Dîvânı, II, s. 39, 24/5.)
Gönül gözünü dinî hayatın merkezine alan halkımız, gönül ekseninde engin bir dil ve literatür oluşturdu. Gönül onun dünyasında göz oldu, Hakk'ı gördü, söz oldu gönüllere ulaştı, öz oldu kulak duvarını aştı, dil oldu gönül telini titretti. İmam Ali'nin buyurduğu gibi kalpten çıkan söz kalbe ulaşır. Ağızdan çıkan söz ise kulak duvarını aşamaz. Aşağıda sıralayacağımız deyimler gönül dilinden bir kesittir.
Gönül beklemek gönülden Hakk'ı çıkarmamaktır. Allah'ın hikmet ve kudretini, sanat ve kuvvetini görmek için O'nun bin bir tecellisini düşünerek halleri sağlamlaştırmaktır. İslam'ı yaşayarak kalb-i selime ulaşmış, gönlünde herkese ve herkesin gönlünde kendisine yer olan Allah dostları ise gönüller sultanıdır.
Gönül hâline varmak, huzura varmak anlamınadır. Dünya ve masivayı gönlünden çıkararak kalbi temizlemek ve böylece kalbi sadece Allah'a ve Hz. Peygamber'e bağlamak demektir. El kârda, gönül yarda. Kişi eliyle günlük maişetini temin mücadelesiyle meşgul iken gönlün kendi âleminde olması anlamına gelen bu anlayış Kur'an'daki: “Hiçbir alış veriş ve ticaretin Allah'ın zikrinden alıkoymadığı nice erler vardır.” (Nur, 37.) ayetinin gereği olan bir gönül diriliğidir. İnsan zihni ve kalbi, meşguliyet durumuna ve verdiği öneme göre işinden ve çevresinden etkilenmektedir.
Gönül yapmak, insanları sevindirmek ve kırık kalpleri onarmak demektir. Gönül Hakk'ın tecelli yeri olduğundan saygındır. Gönle girmek, gönül imar etmek son derece önemlidir. Nitekim Allah dostlarından Hacı Bayram Veli, yazdığı Muhammediyye adlı eserini kendisine takdim eden halifesi Yazıcızade Mehmed Efendi'ye: “Oğlum, bununla meşgul olacağına keşke bir gönül hakketseydin. Yani bir gönül imar etseydin!” demişti. O büyük veli kitap telifini küçümsediğinden değil, gönle girmeye verdiği önemden böyle söylemişti. Nitekim Yunus bu gerçeği şöyle ifade eder:
Gönül yapmak Halil'im Kâbe bünyad etmekten yeğdir
Dil-i mahzunu şad etmek kul âzâd etmekten yeğdir
Derviş, kazan, ye, yedir
Bir gönül ele getir
Yüz Kâbe'den yeğrektir
Bir gönül ziyâreti (Yûnus Emre Dîvânı, II, s. 366, 380/4.)
Gönül yapmak ne kadar güzelse gönül yıkmak o kadar günahtır. Hele hele yüreği yufka, yıkık gönüllere dokunmak o kadar büyük vebaldir.
Fukara gönlüne her kim dokuna
Dokuna sînesi Allah okuna
Gönülden gönüle yol vardır. Allah'ı sevenler dilden çok kalp ile anlaşırlar. Birbirini sevenler eş zamanlı olarak aynı duyguyu hissederler.
Gönül etmek himmet edip manen desteklemektir. Böyleleri birbirlerini gönülden dua ile teyit ve bütün insanlığa teveccüh ederler. Gönül ve kalp dili en iyi anlaşma aracıdır. Çünkü gönüller dil dudak deprenmeden sessizce anlaşırlar.
Kalpten masivayı çıkarıp gönlü ilahî aşk ve zikir ile dolu hâle getirmeye gönül paklamak denir.
Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Sıkça görmeyi istemek sevme alametidir. Seven sevdiğini görmek ister. Gözden, etraftan uzaklaşmak gönül ve sevgi uzaklığına işarettir.
Gönül vermek, birisine canla başla sarılmak, âşık olmak ve bir işe bütün varlığı ile koyulmak demektir.
Gönül ehli, gerçeğe ulaşanlar ve gönüllerinde daima tevhit hazzı bulanlardır. Ehlidil denilen bu insanlar tevhit gerçeğine ermiş bahtiyarlardır. Şairin dediği gibi: Ehlidildir diyemem sinesi saf olmayana. Ehlidil olmak için sadır ve sineyi pak kılmak gerekir. Çıfıt çarşısı hâline gelmiş ve her türlü ilgi ve sevginin kök saldığı bir sinenin sahibi, gönül ehli sayılamaz.