Röportaj: Muhammed Akaydın
Sizi tasavvuf alanındaki çalışmalarınızdan biliyoruz lâkin kendi dilinden Mustafa Kara'yı tanıyabilir miyiz?
Efendim nüfus cüzdanına göre 1951 yılında Rize'de doğdum. İlkokuldan sonra hafızlığımı babamın yanında tamamladım. Sonra İstanbul İmam – Hatip Okulu… Sonra Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü…1974'te mezun oldum. Daha sonra İslam Enstitüsü'nde tasavvuf tarihi asistanı oldum. Bu mezuniyetle Bursa arasında iki ayrı lisede öğretmenliğim var. Şebinkarahisar Lisesi ve İspir Lisesi… Bunlar kısa süreli. 1977'den beri de Bursa'da Süleyman Uludağ Bey hocamla birlikte. 1977'den beri tasavvuf tarihi alanında çalışıyoruz.
Bursa bu alanda çok münbit bir arazi… Burada karar kılmanızdaki etken bu mudur acaba?
Yok. Öyle bir tercihim yok. Sadece hocam burada idi. Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü'nde Süleyman Uludağ benim hocamdı. Hocam 1975'te buraya tayin oldu. 1977 yılında ise bütün Yüksek İslam enstitülerinde asistanlık imtihanları açıldı. Süleyman Hocam burada olmasaydı ben belki diğer enstitülere de girebilirdim. Zaten İspir'deydim. Erzurum'da girebilirdim, İstanbul'da girebilirdim, Konya'da girebilirdim. Ama
hocam burada olunca Bursa'yı tercih ettim. Yoksa Bursa münbit bir yerdir, ilk başkenttir, oraya gideyim diye düşünmedim. Öyle düşünsem İstanbul'u düşünürüm tabi ki birinci olarak. Dolayısıyla buna "kader" diyelim.
Hocam tasavvuf hakkında bilen, bilmeyen herkes bir şeyler söylüyor. Siz işin uzmanı olarak tasavvuf hakkında neler söyleyebilirsiniz? Tasavvuf nedir? Amacı nedir?
Tabii söyleyecek çok şey var ama aslında iş sadece tasavvuf da değil, mesele dindir. Mesele tasavvuf eğitimi değil din eğitimidir. Yani ana başlık budur aslında. Dolayısıyla bizim esas meselemiz din ve din eğitimidir. Ama tasavvuf, bu din eğitimini kendine göre kristalize ettiği için, kendine göre değişik yöntemler, usuller bulduğu için tasavvufî eğitimi biraz öne çıkıyor. Yoksa esas mesele dediğim gibi dindir ve din eğitimidir. “Kalb-i selîm”e ulaşma çabasıdır.
Peki din eğitimi nedir?
Din eğitimi herhalde beden eğitimi değildir. Yani din eğitimi, bir gönül eğitimidir. Bir kalp eğitimidir. Bir beyin eğitimidir tabiri caizse. Söz konusu bir gönül eğitimi olunca da ister istemez tasavvuf öne çıkıyor. Yani tasavvufun vurguladığı, altını çizdiği, gündeme taşıdığı konular, insan eğitimi için bulduğu yollar önem arz ediyor. Dolayısıyla da her zaman aktüalitesini koruyor. Peki, tasavvuf niye aktüalitesini koruyor? Çünkü insan eğitimi her zaman söz konusudur. İnsan eğitimi, gönül eğitimi, din eğitimi her asırda gündemde olan konulardır. İnsan var olduğu sürece de gündemde olacaktır. Haliyle de tasavvuf her zaman gündemde olan bir konudur. Tarikat konusu da her zaman gündemde olan bir konudur ama aynı zamanda istismar edilen bir konudur. Her zaman gündemde olan bir konuyu istismar edenler de çok oluyor.
O zaman istismara açık diyebilir miyiz?
Tabii istismara açık ve o istismardan beslenen insanlar oluyor. Bunu da unutmamak gerekiyor.
Geçen sene Mevlana'nın doğumunun 800. yılı dolayısıyla UNESCO tarafından tüm dünyada Mevlana yılı ilan edildi. Son yıllarda özellikle Mevlana ile birlikte ciddi bir rağbet var tasavvufa. Gözlemlediğim kadarıyla dinden daha çok rağbet var tasavvufa. Benim sormak istediğim şu; acaba gerçekten tasavvuf, dinin önüne mi geçmeye başladı?
Az önce söyledim ya tasavvuf aynı zamanda istismara açık bir konudur. Sorunuzun son cümlesine gelirsek tasavvufun dinin önüne geçmek gibi bir hedefi olamaz. Bu varlığının sebebini inkar etmek olur. Yani tasavvuf ciddiyetine paralel olarak, bir o kadar da istismara açık bir konudur. Bütün söylediklerin ondan kaynaklanıyor. İşte insanlar Mevlana'yı alıyorlar ve onu kendilerine göre yorumluyorlar. Mevlana büyük bir deha, bu dehayı kendi beyinlerine göre yorumlayarak ondan nasipleniyor. Nasiplenmesi de kendi çapına göre oluyor tabi ki. Hatta o kadar çok istismar ediliyor ki, Mevlana'yı isteyen öteye, isteyen beriye çekiyor. Efendim kebapçıların adına dâhi Mevlana diyorlar. Bunların hepsi istismardır. Bu ondan nemalanmak demektir. Yine de bütün bu istismarlara rağmen Mevlana'nın gündemde olmasını ben artı olarak değerlendiriyorum. Bütün bunları tasvip etmesem de yine de Mevlana'nın çok çok sulandırılmış şekli bile insanlara bir şeyler verir ve vereceğine inanıyorum. En azından bazı insanlara bir şeyler vereceğine inanıyorum.
Günümüzde İslam diniyle tanışmanın ilk adımı daha çok tasavvuf oluyor. Yani dinin temel prensipleri daha geriden geliyor diye düşünüyorum. Bu ilk tanışmayı nasıl yorumlayabiliriz acaba?
Bu bazıları için geçerlidir. Herkes için geçerli değildir. Tanışma, yabancılar için olabilir ama yerliler için o kadar da değil. Bizim yaşlılar genelde 50-60 yaşlarından sonra tasavvufla, tarikatla tanışıyor. Bir çoğu emekli olduktan sonra tanışıyor. Yabancılara açılan pencere tasavvuf penceresi ve ihtida eden insanların da mühim bir kısmının (hepsi değil) tasavvufun penceresinden İslam'a girdiğini biliyoruz. Yani önce onlara tasavvuf ulaşıyor. Tabiri caizse önce onlara Mesnevi ulaşıyor. Kuran ulaşmıyor. Kuran geride kalıyor. Önce Mesnevi'yle tanışıyorlar. Önce Fusus'ul Hikem'le tanışıyorlar. Anadolu için düşünürsek Yûnus'la tanışıyorlar. Sonra Kuran'la tanışıyorlar. Aslında önce Kuran'la tanışması sonra tasavvufla tanışması daha uygun olur ama bu bizim elimizde değil. Hidayet ışığının nerede ve ne zaman yanacağını önceden kestirmek mümkün değildir.
Dine göre tasavvuf, tabiri caizse ana yemekten sonra gelen tatlı mesabesinde değil mi? Yani belli bir mertebe kat ettikten sonra tasavvuf mevzu bahis olmalı diye düşünüyorum. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Tabi öyle olması daha uygun olur ama bu her zaman hayata uymuyor. Hatta dediğin gibi adam hiç Kuran, peygamber, Allah, kitap duymadan Mevlana diye birini duyuyor. Hatta Mevlana da değil Rûmi… (Batı'da Mevlana Rûmi ismiyle tanınıyor.) Mevlana da kendi dergâhına götürüyor onları ama herkesi götüremiyor. Bir kısmını götürüyor, bir kısmı orada kalıyor. Dolayısıyla en iyisi budur dediğiniz şeylerin hepsi hayatta karşılık bulmuyor. Tamamen farklı bir yerden geliyor. Ha bu farklı yerden gelmenin bir bedeli oluyor, doğru. Bazıları zorluk çekiyor. Normalde merdivenleri bir bir çıkmak gerekiyor. Bu şekilde iki – üç basamak atlıyorsun ama düşüyorsun sonra. Dolayısıyla her şey istediğimiz düzende olmuyor. Ne olursa olsun bir insanın Mevlana ile tanışmış olması artı bir şeydir. Sema, sulandırılıyor ve şu an berbat bir hâlde ama buna rağmen o sema yine de bir şeydir, bir cazibe merkezidir. Evet, ideali düşünmek lazım, bilmek lazım ama realitesini de görmek.
Az önce tasavvufa ilginin 40'lı, 50'li yaşlarda olduğunu söylediniz. Birçok tasavvuf dersinde gençlerin tasavvufa yoğun ilgisini gözlemliyorum. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Bu yeni bir şey. Ayrıca din, sadece bilgi değildir. Din, bilgi artı duygudur. Siz sadece bilgiyi aktarırsanız insanlara, insanlarda bir boşluk, bir açlık meydana gelir. Sadece dünyayı öne çıkarırsanız dengesizlikler zuhûr eder. Bu tasavvufî muhitler o duyguyu öne alıyor âdeta… Yani bilgi artı duyguyu tasavvufî muhitler, duygu artı bilgiye çeviriyor. Bu da insanlar için fevkalade önem arz ediyor. İnsanın duygu boyutunu atlayarak bir şey yapamazsınız. Gençlerin tasavvufa yönelmesinin önemli sebebi budur. Yani bizim duygu ayağımızın ihmalinden kaynaklanıyor. Mesela tekkelerde bu duygu boyutu önemli bir şekilde işlendiği için, bizim bütün güzel sanatlarımız tekkelerde bir numaradır. Yani bütün büyük sanatkârlar hep bu orijinlidir.
Büyük bestekârlara bakın, büyük şairlere bakın, büyük hattatlara bakın hepsi tekkededir. Hepsi tekkeden feyz almıştır. Şeyh efendiye müntesip değilse bile o tekkeden feyz almıştır. Feyz almayan bir şair yoktur Osmanlı kültür hayatında. O kültürü almayan bir hattat olamaz, bir musikişinas olamaz. Niçin? Çünkü tekkede insanın duygu boyutunu doyuran, tatmin eden bir atmosfer vardır. O atmosfer, onları tatmin ediyor ve yine o atmosfer onları ve diri tutuyor. Dolayısıyla insanlar niye oraya yöneliyor? Çünkü orada açlığını gideriyor. Midesini nasıl lokantada doyuruyorsa, duygusal boşluğunu da, sohbet ihtiyacını da, dostluk atmosferini de orada hissediyor ve hâliyle oraya doğru yöneliyor. Bu yönelişlerin çok oluşu onların hepsinin mutasavvıf olduğunu da göstermez.
Burada şunu merak ediyorum. Evet, tasavvufa ilgi var, tekkelere ilgi var ama tarikatlara ya da şeyh efendilere intisap noktasında o ilgiyi göremiyorum. Şunu demek istiyorum; tasavvufla tarikat arasındaki fark nedir?
Aslında çok farklı değil. Evet, insanların aradığı a tarikatı, b tarikatı, c tarikatı değil ama insanların aradığı o gönüllerdeki boşluğu doldurmak. Netice de onun dolması da bir tarikat muhitinde oluyor. Aslına bakarsan bugünkü insanların bir çoğu tesadüfen oralara takılıyor. Tekkeye takılan insanların çoğu hakikatte tarikat, tasavvuf, tekke, şeyh gibi kavramları bilmiyor. Bugün Menzil diye bir yer var ve kalkıyor Menzil'e gidiyor insanlar. Menzil'e özellikle ilk defa giden insanların mühim bir kısmı oranın bir Nakşi tekkesi olduğunu bilmez hele de Hâlidi tekkesi olduğunu hiç bilmez. Oraya giden insanın bilmeye de ihtiyacı yok. Adamın derdi başka. Oraya giden adamın derdi iç alemindeki güzellikleri duymak, yaşamak. İç alemindeki boşlukları doldurmak. Eğer o yoksa ne Menzil'le derdi var ne a tarikatıyla ne b tarikatıyla. Dolayısıyla insanların bir kısmının özel olarak filan tarikatı seçtim de, o tarikata gireceğim diye bir tercihi yok. Aradıkları sadece içlerindeki boşluğu gidermek. Eğer onun da yolunu bulmuşsa oraya intisap ediyor ve yürüyor. İntisap eden herkes yürüyor mu? Hayır, herkes de yürüyemiyor. Yürümek ayrı bir şey çünkü. Ama neticede bir arayıştır bu. Zaten tasavvufî eğitimde de arayıp bulmak esastır. Yani tesadüfen bir yere gitmek değil, tasavvuf erbabının da söylediği budur. Yani, herkes kendi yerini, kendi mürşidini kendisi arayacak, kendisi bulacak. Bunu bir kısım insanlar bilerek yapıyor ama çoğu bilmiyor. Evet, genel kaide budur: Herkes kendi mürşidini arar bulur. Peki, nerede bunlar? Hepsi yer altında. Hepsi illegal. Hepsi yasak. Bu ortamda kişi nasıl arayacak, nasıl bulacak? Burada ciddi bir problem var.
Her ne kadar devrim kanunları geçerli olsa da günümüzde artık bir serbestlik var. Tekkeler tekrardan açılıyor. Gerçi hepsi kültür merkezi olarak kullanılıyor günümüzde. Herhalde artık o yerler tekke vasfını yitirdi, öyle değil mi?
Tabi yani. Tabelasında ya kültür merkezi yazıyor, ya filan vakıf yazıyor, ya filan dernek yazıyor. Ama ne olursa olsun neticede yasak. Mesela menfur ve makbul cemaatler var. Makbul dediğimiz cemaatler dâhi ne dediklerine çok dikkat etmek zorundalar. Aksi takdirde bütün cemaat bir anda büyük sıkıntıyla karşılaşabiliyor. Dolayısıyla bu konuda ciddi bir problem var. İllegalite problemi Türkiye'deki tasavvufî hayat için, tasavvufî hayatın kalitesi için çok ciddi bir problemdir.
Çözüm nedir peki?
Çözüm belli. Legal olması gerekiyor. Bu din ve vicdan hürriyetidir. Din ve vicdan hürriyetinin bir parçasıdır. Dünyada hiçbir insanı mezhebinden, tarikatından dolayı kimse sorguya çekemez, çekmemelidir. Ama bizim Türkiye'de bu böyle değil. Dolayısıyla eğer din ve vicdan hürriyeti varsa bu engelin de kalkması lazım. Ha bu engel kalkarsa bütün dünya pes pes pembe mi olacak? Yok, öyle bir şey. Her şey düzelecek, her şey süt liman olacak. Böyle bir şey değil ama her şeyden önce yasak bu problemi büyütüyor. Dolayısıyla zamanla bu problem çözülecek. Benim inancım o. Şu anda çözülmüyor, çözülemiyor. Ama zamanla er geç, eğer bu din ve vicdan hürriyetinin bir parçası ise, “İnsanların mezhebine ve tarikatına dokunamayız” esası gerçekten bir insan hakkı olarak algılanırsa, algılanacaksa bu er geç çözülecek. Ama ne zaman çözülür zaman gösterecek elbet. Kehanette bulunmak istemem ama er geç çözüleceğine inanıyorum.
Bununla da ilgili bir açılım olacak diyorsunuz…
Kesin olacak ve olursa da bunun ilk başlatıcısı Bülent Ecevit olacak. Gönülden “tarikatlar serbest olmalıdır” diyen ilk başbakan odur. Doğru demiştir ama orada kalmıştır. Bunu 80'li yıllarda söylemiştir ama 2000'li yıllardayken böyle bir çalışma yapmadı tabi. Ama doğruyu kim söylerse söylesin doğrudur.
Peki, konu açılımdan açılmışken bir öğretim üyesi olarak bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Aslında söyleyecek fazla bir şey yok. Az önce de söylediğim gibi insan hakkı olarak anlaşılan, din ve vicdan hürriyeti olarak anlaşılan bu konularda insanların rahat olması kadar tabii bir şey yoktur. Bu hangi alanda olursa olsun. Yani her şeyden önce bu açılımların olabilmesi için bir defa bu kindarlığın ortadan kalkması lazım. Yani esas oraya bakmamız lazım. Yani insanlar arasındaki bu kin nedir? Birbirimize karşı beslediğimiz bu anormal bakışın sebebi nedir? Oraya inmemiz lazım. Bu kanunla olmaz, yönetmelikle de olmaz, Anayasayla da olmaz. Yani insanları kindar yapan şeylere ve duygulara bakmak lazım. Alevilere karşı bir düşmanlığım var. Türklere karşı bir kinim var. Kürtlere karşı bir düşmanlığım var. Bilmem, İranlılara karşı bir düşmanlığım var. Nedendir bu? Niye bu düşmanlık? “Düşmanımız kimdir bizim” diyor Yûnus Emre! Bizim düşmanımız kin olduğu halde niye dilinden, renginden, mezhebinden, tarikatından dolayı bu insanlara içimizde bir kin var? Önce buna bakmak lazım ve bunun için de Haşr Sûresindeki ayeti okumak lazım. Orada Allah bize bir dua öğretiyor. Türkçesi şöyle: “Ey Rabbimiz içimizde müminlere karşı kin koyma!” Bence açılımın şifresi budur: İçimizde müminlere karşı kin koyma!
Hocam tekrar tasavvufa dönmemiz gerekirse; son dönemlerdeki tasavvufî yapıyı ya da tarikat yapısını nasıl buluyorsunuz?
Bu illegaliteyle birlikte son 80 yıldır bu işlerin ustaları da yok oldu. Bir şeyin aslı yok olunca sahteleri ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bugün şeyh olanların yüzde 90'ının şeyh olmadığını söylenebilir. Adı şeyhtir, filan yerdedir, falan yerdedir ama geleneksel zaviyeden baktığımız zaman bunların yüzde 90'ı şeyh değildir. Yani yüzde 90'ının icazeti yok. Bir üstattan yetişmiş ve yetiştikten sonra da yetiştirmek üzere izin almış değiller. Yetişmek yetmez, bir de yetiştirmek üzere izin alacaksın. Sadece icazet almak yetmiyor. Bir de icazet verecek yetkiyi almanız gerekiyor. Yüzde 90'dan kastım bu. Bugünkü tasavvuf tarihinin diğer bir ciddi problemi de bu yetkisiz kişilerin posta oturmasıdır. Postnişin durumunda, şeyh durumunda olanların aslında büyük bir kısmı şeyh değil. Şeyh olanların hepsi sahtekâr mı? Hayır. Bu yüzde doksanın bir kısmı sahtekâr ve istismarcı. Diğer kısmı şeyh değil ama yine de iyi şeyler yapıyor ve söylüyor.
Bu durumda gelen bir silsile de kesilmiş oluyor. Tasavvuf tarihinden bahsettiniz. Peki, günümüzdeki mevcut yapıya bakarak tasavvufun geleceğini nasıl görüyorsunuz? Silsilesiz, kendi başlarına çıkan şeyhler mi olacak ya da yeni tarikatlar mı çıkacak?
Onu tam kestiremiyorum ama neticede tasavvufun ne olduğu, tasavvufun neyi, nasıl söylediği biliniyor. Bu kitaplarda da var. Tasavvuf nedir, nasıl bir şeydir, insana nasıl bakar, insanı nasıl terbiye eder, aleme nasıl bakar gibi soruların cevapları biliniyor. Bu inhitat devrinden, bu çöküş devrinden sonra eğer bu işler legal bir hâle gelirse, rahat bir ortama kavuşursa yavaş yavaş kendini tedavi eder. Ama zaman ister bu. Uzun bir zaman içerisinde, kendi açıklarını kapatır. Çünkü bu tasavvufi hayat veyahut bu mistik boşluk yasak falan dinlemez. Zaten Türkiye'nin problemi de bu. Yani bu iş yasaklandı ve bitecek zannedildi ama bitmedi. 80 yıldır bitmedi. Dolayısıyla bu yasakla olacak bir şey değildir. Veyahut kanunla da olacak bir şey değildir. Kanunu çıkardım, hadi buyurun demekle de olacak bir şey değildir. Çok daha ciddi bir iştir ama imkansız da değildir. Önümüzde 1400 yıllık bir tecrübe var, bir gelenek var ve buradan aklı başında olan insanlar yeni bir yol üretebilirler.
Peki diyelim ne bir silsile kalmış ne bir şeyh kalmış… Mesela ben de bu işlere meraklıyım ve İbn-i Arabî okuyorum. Salt kendi başıma İbn-i Arabî okuyarak bir şeyler elde edebilir miyim? Ya da nasıl elde edebilirim? Çünkü bu sadece kitabî bir gelenek değil, aynı zamanda ciddi bir şifahi kültür.
Edebilirsiniz ama o artık yeni bir yol oluyor, yeni bir tarz oluyor. Şöyle ki; tasavvufî eğitim, neticede bir şeyh - derviş, bir usta - çırak ilişkisine dayalı bir eğitim. Dolayısıyla o ilişkinin şartlarını yerine getirmek gerekiyor. Bir insan kendi başına Fusus'ul Hikem okuyarak, Hikem'ül Atâiyye okuyarak kâmil bir insan olabilir mi? Bu tek başına çok zor gözüküyor ama eğer kapasitesi, mizacı, yaratılışı buna yatkın ise Fusus'ul Hikem ona bir şeyler katabilir. Sadece İbn-i Arabî de değil. Bunun dışında Mevlana olur, Eşrefoğlu Rumi olur, Yûnus Emre olur… Yani bu insanların sözleri, kitapları bazı insanlara ufuk verebilir, derinlik kazandırabilir. Onların güzel şeyler duymalarına vesile olabilir ama bu teknik anlamda bir tarikat eğitimi değildir. Şunu da unutmamak lazım: Allah bize yarın hangi tarikattansın diye bir soru sormayacak. Hangi mezheptensin diye de bir soru sormayacak. Dolayısıyla burada mesele a tarikatı, b mezhebi değil. Burada esas mesele bu dünyaya geldik ve imtihanımızı güzel bir şekilde vermek için ne yapmamız lazım, nerelere gitmemiz lazım, kimlerle tanışmamız lazım. Mesele budur. Bunu bulduktan sonra bu pekâla tarikat olmayan bir hâl de olabilir.
Hocam malum tasavvuf konuşuyoruz ama Müslümanlar içinde de tasavvufa şiddetle karşı çıkanlar olduğu gibi her şeyi tasavvufla yoranlar var. Lakin sizin kitaplarınızda okuduğum kadarıyla siz, ne salt manada bir mutasavvıf gözüyle bakıyorsunuz olaylara ne de hepten reddediyorsunuz? Bu orta yolu bulmak hele de günümüzde zor değil mi?
Bendenize göre tasavvufun bakışıdır bu. Benim icat ettiğim bir şey değildir. Ben tasavvufu öyle anlıyorum. Tasavvuf bana bunu söylüyor. Yoksa tarikatlara karşı bir tavır almak diye bir vazifemiz olmadığı gibi, tarikat eşittir İslam formülünün de bir çıkar yol olduğunu düşünmüyorum ben. Ki bu bakış açısını ben mutasavvıflardan öğreniyorum. Ayrıca mutasavvıflar da herkes tarikata intisap edecek diye bir şey demiyor. Ha diyeceksiniz ki böyle düşünmeyenler var. Evet, doğru ama bütün mutasavvıflar böyle düşünmüyor. Hem her baş vuran da alınmaz zaten. Onların kendilerine göre ölçüsü var ve o ölçüyü tutturanları alıyorlar.
Hocam sona yaklaşırken, Bursa'da güzel faaliyetler yapıldığını biliyoruz. Geçenlerde de Uluslararası Molla Fenari Sempozyomu yapıldı. Siz de açılış oturumunu gerçekleştirdiniz. Bundan sonraki planlarınızdan bahsedebilir misiniz?
Planlarımız çok ama mali boyutunu belediyeler üstlenmeyince sadece üniversite olarak bunların hepsini gerçekleştiremiyoruz. Gerçi belediyenin dediğine göre bundan sonra senede birkaç defa program yapacağız. Mesela önümüzdeki mayıs ayında Eşrefoğlu Rumi sempozyumu düşünüyoruz, biraz da İznik Belediyesi'nin katkılarıyla olacak. Önümüzdeki yıl meşhur divan şairi Ahmet Paşa sempozyumu düşünüyoruz. Mesela İlahiyat Fakültesi olarak Kur'an vahyinin 1400. yılı münasebetiyle bir Kur'an Sempozyumu düşünüyoruz. Ayrıca benim bir rüyam var, olur olmaz bilmiyorum. 2011, Gazzali'nin vefatının 900. yıldönümüdür. Onun için de Molla Fenari Sempozyumu gibi uluslararası olacak şekilde bir sempozyum yapılması gerekiyor. Şimdiden yetkililere teklif ettim. İnşallah gerçekleşir.
Son olarak On5yirmi5.com sitesi okurları, takipçileri için neler tavsiye edersiniz?
(Elindeki “Gençlerle Gönül Gönüle” kitabını göstererek) işte bunu tavsiye ediyorum. (Gülüşmeler) Bu kitap gençler için yazıldı. Kitapta, onların giyim kuşamlarından gönül hayatlarına kadar değişik konularda bir takım denemeler var. Gençlik, çoğu zaman değerlendirilemeyen zaman dilimleri oluyor maalesef. Gençler bu zamanın kıymetini bilse, değerlendirse çok daha güzel şeyler yapabilirler. Yine de herkesin gençliğini yaşaması lazım. 30 yaşındaki bir insanın 60 yaşındaki gibi davranmaması lazım. Fakat bu aşırı liberalizm gibi de anlaşılmamalı. Şöyle bir söz var: İnsanın bedeni 23 yaşına kadar tamamlanıyor. Aklı 33 yaşında kemale ulaşıyor. Kalbi ise 40 yaşında kemale ulaşıyor.
Hocam bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Rica ederim.
21 Aralık 2009