Mevlâna'ya göre insanı, insanlıktan alıkoyan iki korkunç düşman vardır:
Bunlardan birisi şehvet, birisi de hiddettir.
Yine Mesnevi'de:
«Bu ten âlemi, şehvetten kurtulan kişiden başkasını yanıltmıştır.»
Hışmü şehvet merdra ahvel küned
Zisti kamet rahra mübdel küned
Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar, ruhu doğruluktan ayırır.
İnsanlar orta derecede yaratılmışdır. Yukarda melekler, aşağıda hayvanlar vardır, insanlar akıl ve ilim yoluyla meleklere yakındır, hiddet ve şehvetle hayvanlara yakındır.
Mevlâna'ya göre bizim kurtulmamız için önce kendi içimize eğilecek, kendi kusurlarımızı görecek, kendi kendimizi meydana getirmeye çalışacak, yıkılan yerlerimizi tamir edeceğiz.
Gönül evini kirli hayallerden temizleyeceğiz. Orayı bir mabet gibi temiz tutacağız.
Bizim, başkalarının ayıbını görmemiz, kendi kusurlarını görmek demektir.
Mevlâna, Mesnevi'nin ikinci cildinin 3034 No.lu beyitlerinde :
«Ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbını görür. Kim ki başkasının ayıbını görürse, o ayıbı kendisinde bulmuş olur. O ayıp gördüğü kimsede kendini görmüş olur, onun ayıbını kendisi yüklenmiş olur.»
Mevlâna bizi şaşırtacak, fena yollara düşürecek, tabiatları, huylarımıza uymıyan kişilerden uzak durmamızı tavsiye eder:
«Kim seni Haktan, hakikattan soğutursa, bil ki şeytan o adamın derisinin altına gizlenmiştir. Böyle bir adamın içine girip, onun şekline bürünüp seni aldatmazsa, hayalîne girer de seni, o hayalle kötülüğe sevkeder.»
Bizim başımız yukarlarda olacak bize hayvanlığımızı değil, insanlığımızı hatırlatan, bizi kendimize getiren seslere kulak verecegiz.
Mesnevi'nin ikinci cildin 1958 No.lu beyitleri şöyle başlar:
«Seni yücelere çeken her sese bil ki yücelerden gelmektedir.
Sana hırs veren, arzularını arttıran şehvetini uyandıran her sesi seni parçalayacak azgın bir kurt bil.
Ey yiğit, gökyüzünü ayak altına al.
Göklerin üstünden gelen güzel sesleri duy.
Kulağından vesveseler pamuğunu çıkar ki kâinatın coşkunluğunu, cuş u buruşunu duyasın.
Ümitsizliğe sakın düşme, ümitlere doğru git,
karanlığa varma: Güneşlere var.
Gönül seni gönül ehlinin diyarına ten de seni su ve çamur hapsine çeker.»
İçimizdeki satır hayvanlıktan kurtulmamız için Mevlâna bazı yollar gösterdi:
önce şehvetten, hiddetten, öfkeden kaçınmamızı söyledi. Sonra gönül havuzunda kirlenmiş tenimizi yıkamamız lâzım geldiğini hatırlattı.
Bu sembolik ifadelerden anlaşılan mana şudur ki:
Maddi varlığımızın, tenimizin bizi sürüklediği hayvanî arzulardan kurtulmamız için gönül havuzunda aşkla yıkanmamız ve insan olduğumuzu idrak ederek, tanrının başka varlıklara vermeyip bize verdiği emaneti, ilâhî cevheri bulmamız onun varlığını kendimizde hissetmemiz lâzımdır. Biz topraktan yaratıldık ve bu toprak üzerinde yaşıyoruz. Bedenimizle toprağa bağlıyız. Hayvanlar gibi yiyoruz, içiyoruz, fakat başımız gökdedir. Fizikî yapımızla, tenimizle hayvan, bizde bulunan ilâhî cevherle insanız. Vücudumuzu besleyen gıda topraktan geliyor, fakat ruhumuzun gıdası yukarlarda, göklerdedir.
Bizim ruhumuzun, insanlığımızın gıdası gökleri ve yerleri dolduran tanrı nurudur.
Mesnevi'nin ikinci cildinin 1083-1085 beyitleri şöyledir:
«İnsanın asıl gıdası Tanrı nurudur. Ona hayvan gıdası lâyık değildir. Fakat hastalık yüzünden, bu gıdaya düşmüştür. Gece gündüz bu suyu içmekte ve bu toprağın gıdalarıyla beslenmektedir. Bu gıdayı yiyen kişinin yüzü sapsarıdır, ayağı tutmaz, kalbi helecana uğrar. Nerde göklerin gıdası? Nerde yerin gıdası? O gıda, ağızsız dişsiz yenir. Ey insanlar (Rızkınız gökyüzündedir) âyetini duymadınız mı, neden bu kirli yere saplanıp kaldınız?»
Böylece Mevlâna insan olarak, maddî varlığımız ve tabiatımız icabı içimizde gizlenmiş bulunan fena tabiatları, hayvanî duyguları mağlûp etmemiz için bizim, semavî gıdalarla beslenmemizi ve bizde bulunan cevheri, emaneti keşfetmemizi tavsiye eder.
Gönül gözümüzün açılarak, hayvanlıktan sıyrılıp, insanlığa ulaşmamız için daha doğrusu maddî bakımdan hayvanlara benziyen şu vücudumuzda gizlenmiş bulunan iyi huylarımızı, insanlığımızı bulup çıkarmamız için kâinatı yaratan bütün varlıkların sahibi bulunan Allah'ı düşünmemizi ve onun nuruyla aydınlanmamızı ister.
Mesnevi'nin bir yerinde:
Ademî çün nûrgired ez Huda
Hest mcscud-i melaik zictiba
İnsan, Tanrıdan nurlanırsa seçilir de meleklerin secde ettikleri bir varlık olur, der.
İnsan, Tanrının lütfettiği vasıfları, hayvanlarda bulunmayan manevî üstünlükleri harekete geçirince maddî alanda bile akıllara hayret verecek şeyler başarıyor ve kâinatın efendisi oluyor.
Son zamanlarda insan kâinatın yolunu, gökleri ayakları ile arşınlamadı mı? Yalnız kanatlanıp uçmadılar. Astronotlar havada yürüdüler bile.
Mesnevi'nin bir yerinde aynen şöyle deniyor :
«Allah, hükmedicidir. Dilediğini yapar. O isterse derdi deva yapar. Havayı ve ateşi aşağılatırsa onları karartır, bulandırır, ağırlaştırır. Fakat topraktan ve sudan yaratılmış insanı ulvileştirirse insan kâinatın yolunu ayakları ile arşınlar, yürür.»
Fakat Mevlâna'nın bahsettiği kâinat başka bir kâinattır. O mânâ âleminin de gökleri ve güneşleri var. Bizim, mânâ âleminin göklerinde uçmamız lâzım. Yoksa maddî göklerde uçmak, yürümek bizi insan şeklinde birer medenî hayvan olmaktan kurtaramaz.
Mesnevi'nin ikinci cildinin 1614 numaralı beyti ile başlayan bölümde şöyle deniyor:
«Bir avuç toprak, onun yüzünden çevikleşirse felekler, o, bir avuç toprağın önüne baş koyar. Âdem'in toprağı, Tanrıdan nurlanırsa, Tanrı melekleri o toprağın önünde secde ederler. Allah dilediğini aziz eder, yüceltir. Topraktan yaratılan insana, kanatlarını aç, yüksel, der. Ateşten yaratılan şeytana da (yürü, iblis ol, yedinci kat yerin altında şeytanlık et) der. Ey topraktan yaratılan insan, sen de göklerde yürü, Süha yıldızını bile geç. Ateşten yaratılan İblis, sen de yerin dibine in, der.»
İçimizdeki şeytanı, benliğimizin en derin köşelerine iterek hapsetmemiz gerekir. Hayvanî tabiatımızın esiri olan insanlığımızı kurtarmamız için, bizim ne olduğumuzu, nereden geldiğimizi anlamamız lâzım.
Mesnevi'de bize ne olduğumuzu, bizde nasıl bir incinin bulunduğunu anlatan şu beyitler enteresandır:
Mesnevi'nin ikinci cildinin 1170-1187 beyitleri aynen şöyledir:
«Ben, Padişah cinsinden değilim, haşa bunu iddia etmiyorum. Ancak onun tecellisi ile onun nuruna sahibim. Cins oluş, sade şekil ve zat bakımından değildir, su, bitkiler de toprağın cinsinden sayılır. Cinsimiz padişah cinsinden olmadığı için, varlığımız onun varlığına büründü, yok oldu.
Bu can da bedenle birleşmiştir, fakat hiç can, bedene benzer mi? Bu alâkalar, keyfiyetsiz bir tarzdadır. Akıllar, bu keyfiyetsizliği anlamakta aciz kalır. Külli can, cüzi canla ilgilendi. Can, ondan bir inci alıp koynuna koydu. Meryem, nasıl gönüller alan Mesih'e hamile kaldı ise, can da onun gibi, koynuna koyduğu o inciden hamile kaldı. Fakat o Mesih, kuru ve yaş üstünde yeryüzünde seyahat eden Mesih değildir. O Mesih'in şanı seyahattan yücedir. Böylece, can canlar canından hamile kaldı, işte cihan böyle candan hamile kaldı. Cihan da başka bir cihan doğurur. Bu mahşer de başka bir mahşer doğurur.»
İnsan, böylece kendi cevherini idrak edince, o cevhere lâyık bir varlık olmaya çalışacak ve insanlığını bulacaktır.
Mevlâna'ya göre gerçek insanlık insanlığımızı idrak ederek bizde bulunan cevheri sezerek bizi yaratan ve topraktan gelen tene can verene karşı duyacağımız sevgi, ilâhî aşk bizdeki bütün kötü huyları yok edecek, bizdeki hayvani tarafları ortadan kaldıracak, bize lâyık olduğumuz mevkii, insanlık mevkiini verecektir.
Mevlâna'nın bahsettiği aşkla, fizikî aşkı, şehveti, birbirine karıştırmamamız lâzım.
Bu konuyu büyük Mevlâna, Mesnevi'de şöyle açıklar:
«Güneşin ışığı duvara vurdu. Duvar kendinden olmıyan bir ışıkla parladı. Ey temiz ve saf kişi, neden topraktan yaratılmış varlığa gönül veriyorsun? Sonsuz olan aslını iste, yok olmıyacak güzelliği ara. İnsanlardaki güzellik, maddî görüntü altın yaldızdır, öyle olmasaydı nasıl olurdu da sevgili diye gönül verdiğin varlık, kartlaşır ve çirkinleşirdi?»
Büyük mutasavvıf şairlerden İbni-Farıd da aynı konuya temas ederek der ki:
«Gördüğümüz bütün güzellikler Cenabı Hakkın güzelliğindendir. Bütün güzelliklere Allah güzelliğini muvakkaten vermiştir.»
Ebedî olan, sonsuz olan güzelliği hissetmek, sevmek, bizi, maddî olan, hayvanî olan her şeyden uzaklaştıracak, bizi Mevlâna'nın tarif ettiği, anlattığı gerçek insan yapacaktır.
Türk Edebiyatı Dergisi, sayı:15, s. 18