Sadreddin Konevî ve Mevlânâ Celâleddin on üçüncü asır Anadolu'sundaki iki önemli şahsiyet olarak dikkati çekmektedir. Her ikisi de şöhretlerini Konya'da elde ettikleri gibi, en verimli çalışma ve eserlerini de bu şehirde vücûda getirmişlerdir. Yaşları hemen hemen aynı olup, doğum ve ölüm tarihleri birbirine oldukça yakındır. Tam adı Muhammed b. İshak b. Muhammed b. Yusuf b. Ali olan Sadreddin Konevî, Mevlânâ ile aynı yıllarda (605/1207) doğmuş ve ondan sekiz ay kadar sonra (673/1274) senesinde vefat etmiştir.
Anadolu Selçukluları devrindeki büyük ilim ve fikir adamları, bilhassa mutasavvıflar sayılırken Muhyiddin İbnü'l-Arabî (638/1240), Evhadü'd-din Kirmânî (697/1297), Irakî (688/1289) yanında, ilgili eserlerde bilhassa Sadreddin ve Mevlânâ'ya da yer verilir. Sadreddin Konevî'den “Ulûm-i şer'iyye ve ulûm-i tasavvuf meyânını câmî, mecmau'l-bahreyn…” diye bahsedilir.
Biz burada, aynı zaman diliminde ve aynı şehirde yaşamış olan Sadreddin ile Mevlânâ'nın karşılıklı münâsebetleri üzerinde durmak istiyoruz. Geniş çaplı bir mukayese, her iki şahsiyetin de eserlerinin tahlili ve çeşitli fikirlerinin karşılaştırılması ile ancak yapılabilir. Görebildiğimiz kadarı ile, Mevlânâ'nın kendi eserlerinde Sadreddin'le doğrudan ilgili beyanlara pek sık rastlanmamaktadır. Sadreddin Konevî'nin eserlerine bizzat baş vurmak için şu sırada imkân ve zamanımızın olmadığını da itiraf etmeliyiz.
Kaba çizgilerle ifade edersek Sadreddin Konevî, İbn Arabî'nin eğitimi altında yetişmiş, Anadolu'da onun fikirlerini yayan ve temsil eden en önemli şahsiyet olarak dikkati çekmiştir. Kendisi şer'i ve tasavvufî ilimlere vâkıf olup, bilhassa Hadis öğretimi ile tanınmıştır. Varlıklı idi, Selçuklu başkenti Konya'da önemli bir ictimaî mevkie sahipti. İlim ve fikir çevreleriyle olduğu kadar, idareci zümrelerle de münasebetleri gelişmişti. Saltanat kavgaları sırasında Anadolu Selçuklu beyleri arasında bir nevi elçilik veya arabuluculuk görevi yüklendiğine dair ifadelere rastlanmaktadır.
Bütün bunlarla birlikte, Sadreddin Konevî'nin hayatının maddî çizgileri hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Ancak Mevlevî kaynaklarında bazı malûmata rastlanmaktadır. Biz de daha ziyade bu kaynaklara dayanarak Sadreddin-Mevlânâ münasebetlerini incelemeye çalışacağız.
SOĞUKLUK GÜNLERİ
On üçüncü asır Konya'sındaki bu iki mühim simanın araları acaba nasıldı? Başlangıçta Sadreddin ile Mevlânâ'nın arası iyi değildir, kendisi Mevlânâ'yı beğenmemekte, hatta inkâr etmektedir. Eflâki (761/1360)'ye göre bir rüyası bu kanaatini değiştirecektir. Sadreddin, bir kaç defa rüyasında kendisini Mevlânâ'nın ayağını ovarken görür. Bu durum hayretini mucip olursa da Mevlânâ, yine rüyada: “Canın sıkılmasın, bu işler böyledir, bazan siz bizim ayağımızı bazan da biz sizin ayağınızı ovarız. Bizim aramızda birlik vardır, yabancılık yoktur” deyip kaybolur. Bu hadiseden sonra araları düzelir, karşılıklı sevgileri artarak devam eder.
Görünüşe bakılırsa, muhâlefet günlerine ait olmak üzere Eflâki şu hadiselere yer verir:
Bir gün Mevlânâ arkadaşları ile birlikte Şeyh Sadreddin zaviyesine ziyarete giderler. Zaviyeye yaklaştıkları zaman kapıdan çıkan bir hizmetçi : “Şeyh zaviyede yoktur” der. Böyle bir karşılama tavrına kızan Mevlânâ söylenmekten kendini alamaz: “Sus be adam! Bir şey sorulmadan cevap verme. Şeyhin sana bu kadar şeyi de mi öğretmedi?” der.
Uzaklardan gelen zengin bir tacirin bazı soruları vardır. Konya'da şehrin şeyh ve bilginleri ile görüşmek ister. “Şeyhül İslâm, zamanın biricik muhaddisi, din ve yakîn ilimlerini bilen birisidir” diyerek Sadreddin'i tavsiye ederler. Kıymetli hediyelerle ziyaretine gidince onu debdebeli bir hayat içinde görür. Bir çok hizmetçiler, köleler, hâcipler, kapıcılar ve harem ağaları bulunmaktadır. Bu durumu gören tacir hayal kırıklığına uğrar ve sualine de cevap alamaz. Bunun üzerine Mevlânâ'ya gider, onu daha mütevazı şartlar içinde bulur ve tatminkâr cevap alarak maksadı hasıl olur.
Buradaki kaynağımızın Mevlânâ'yı övme sadedinde bu bilgileri vermesi tabiîdir. Ne var ki Konya Tarihi'nden öğrendiğimize göre Sadreddin Konevî'nin gerçekten hayli emlak ve gayr-i menkule sahip varlıklı birisi olduğu anlaşılıyor. Prof. Uzluk da Mevlânâ ile Sadreddin'i şu satırlar ile karşılaştırır: “Birincisi ömrünü medresede ge-çirmiştir, ikincisi kendi evini ilim tedris edilecek bir yurt yapmış, daha ziyade hadis ilmindeki kudreti ile Muhyiddin Arabi'nin felsefesini yaymaya çalışmıştır. Talebesi arasında mühim simalar bulunmuş, ihtişam ve debdebe ile emir gibi yaşamış, fakat adına tarikat bırakmamış, oğlu ve torunu tanınmamıştır.”
Başlangıçta soğuk olan Sadreddin-Mevlânâ münasebetlerinin yavaş yavaş düzeldiği görülüyor. Fakat Mevlânâ arada bir mesafe bırakmaya dikkat gösterir. İşte bir örnek: Sultan Rükneddin'in mükellef bir daveti vardır. Konya'nın ileri gelen büyükleri çağrılmıştır. Davetliler birer ikişer gelmektedir. Nihayet Mevlânâ içeri girer. Taht'a yakın bir yere, sedire gelmesi için ısrar edilirse de gelmez. Ortadaki havuzun kenarına ilişir. Sadreddin durumu kurtarmak için bir iltifatta bulunmak ister. “Her şey sudan hayat bulur” der. Mevlânâ ise bu iltifata itibar etmez: “Hayır, belki Tanrı'dan hayat bulur” der.
Mevlânâ'nın bu mesafeli tavrına bir örnek de şudur: Bir gün Sadreddin: “Bu gece Mevlânâ'yı o kadar Tanrı'ya yakın gördüm ki, onunla arasına bir kıl bile sığmıyordu” der. Bu sözü Mevlânâ'ya anlattıkları vakit: “O hâlde o oraya nasıl sığdı? Çünkü ortağı olmayan Tanrı'nın birlik âlemine hiçbir şerik ve benzer sığmaz. Hz. Peygamber: 'Benim Allah ile öyle anlarım olur ki o zamanda, o yakınlıkta hiçbir mukarreb melek ve nebiyy-i mürsel benimle boy ölçüşemez' buyurdu” der.
Bir küçük târiz de şu meşhur hadisede görülür: Bir mecliste “Baş köşe neresidir?” tartışması yapılmaktadır. Herkes fikrini söyler. Sadreddin: “Sûfiler mezhebinde sadr (Baş köşe) dergâhlardaki ayakkabı çıkarılan yerdir” der. Mevlânâ'ya göre ise “Baş köşe yarin bulunduğu yerdir.”
İLERLEYEN DOSTLUK
Başlangıçta Mevlânâ'ya ve semâa muhalif bulunan Sadreddin'in nihayet onunla dost olduğu, bir çok önemli davet ve toplantılarda birlikte bulundukları görülüyor. Birbirlerine olan dostluk ve güvenleri artmaktadır. Bir gün Sadreddin, Mevlânâ ve bir grup ileri gelen zevât Meram bağlarında gezintiye çıkarlar. Mevlânâ topluluktan ayrılıp bir değirmene gider. Geri dönmeyince aramaya koyulurlar. Nihayet onu değirmen taşı karşısında semâ ederken bulurlar. Mevlânâ dönmekte olan değirmen taşını kasdederek: “Tanrı hakkı için Sübbûh Kuddûs diyor” der. Sadreddin tasdik eder: “Ben ve Kadı Sırâceddin o anda hissedilir bir şekilde değirmen taşında Sübbûh Kuddûs sesinin kulağımıza geldiğini duyduk.”
Artık ziyaretler daha bir dostluk havası içindedir. Sadreddin'le Mevlânâ arasında cereyan eden karşılıklı ikram, incelik ve tevazu sahneleriyle dolu bir hadise şöyledir: Sadreddin cuma namazlarından sonra bir meclis tertib eder; alimler, dervişler, meraklılar dinlemeye gelirdi. Fikrî tartışmalar olur, Sadreddin de sonuca bağlardı. Bir gün bu meclise Mevlânâ da geldi. Sadreddin yerinden kalkıp seccadesini ona ikram etti. Mevlânâ razı olmadı. Hiç olmazsa birlikte oturalım, diye ısrar ettiyse de kabul ettiremedi. Bunun üzerine: “Şol seccade ki sen oturmağa yaramaya, bize dahi yaramaz” diyerek seccadeyi topladı ve bir kenara attı.
Kalabalıklardan uzak ve daha mahremiyetli durumlarda Mevlânâ bu tevazu tavrında ısrar etmiyecektir. Samimi bir Mevlânâ muhibbi olan Eflâki aynen şöyle yazar: “Bir gün Mevlânâ şeyhler şeyhi (...), muhaddislerin Sultanı Şeyh Sadreddin'i görmeye gitmişti. Sadreddin Mevlânâ'yı tam bir ağırlama ile karşılayıp kendi seccâdesine oturttu. Kendisi de onun karşısında iki dizi üzerine edeple oturup murakabeye durdular ve nurla dolu huzur deryasına daldılar (...). Sadreddin'in bir dervişi vardı. Mevlânâ'ya “Fakirlik nedir?” diye sordu. Mevlânâ cevap vermedi. Sual üç defa tekrarlandı. Sadreddin çok üzüldü. Mevlânâ gidince dervişine: “Terbiyesizlik ettin, Mevlânâ'nın cevabı hareketinde idi, tam derviş velîlerin huzurunda susar…” dedi.
Sadreddin'in Mevlânâ'ya hürmet ve inancı artarak devam etmekle beraber, kendi ihtisası olan Hadis sahasındaki bir hadise ilgi çekicidir:
Bir gün Şeyh Sadreddin hadis dersi ile meşguldü. Mecliste ileri gelen kimseler vardı. Mevlânâ da geldi. Sadreddin o günkü dersi Mevlânâ'nın vermesi için ricada bulundu. Hz. Mevlânâ her bir hadisi açıklarken, başka hadisler ve vürûd sebeplerini de dikkate alıp o kadar işitilmedik manalar çıkarıp derinlere daldı ki, herkes hayran oldu. Sadreddin de hayret ve gıptasını gizleyemedi, hatta bazı tereddütlere kapıldı. Nihayet rüyâsında Hz. Peygamber'in teyidiyle ve lehinde beyanıyla Mevlânâ'nın açıklamaları hakkındaki tereddütleri tamamen zâil oldu.
Sadreddin ile Mevlânâ aynı saflarda veya biri imam öteki cemaat olarak birlikte namazlar kılmışlardır. Aralarındaki münasebetlere ışık tutması bakımından burada iki rivayete yer vereceğiz: Bir gün bir mecliste bulunuyorlardı. Akşam namazı vakti gelmişti. Necmüddin Dâye (Râzi) imam oldu. Her iki rekatta da Kafirûn sûresini okudu. Mevlânâ, Sadreddin'e latife yollu: “Zâhir budur ki birini sizin için, birini bizim için okudu!” dedi. Bu rivAyetin Sadreddin ile Mevlânâ arasında meşrep farklılığı olduğunu söyle-yenleri haklı çıkaracak bir mahiyet arzettiğini belirtmeliyiz.
İkinci rivayetimiz Sadreddin'in imamlığı ve Mevlânâ'nın onu nasıl bir gözle gördüğüne dairdir: Gene ileri gelenlerin bulunduğu bir topluluk var. Akşam namazı kılınacak. Herkes Mevlânâ'nın imam olmasını ister. O ise: “Biz abdallardanız, nerede olsa oturup kalkarız. İmamlık sabit–kademler ve tasavvuf ehli insanlara yaraşır der ve namazı kıldırması için Sadreddin'e ricada bulunur, kendisi de ona uyar. Namaz bitince iltifatını esirgemez: “Kim ki takva sahibi bir imanın arkasında namaz kılarsa, sanki Peygamber'in arkasında namaz kılmış gibi olur” der.
Rivayetlerden anlaşılan o ki, Sadreddin Mevlânâ'ya karşı samimi bir şekilde dostluk gösteriyor ve yakınlık duyuyordu: Bir gün Muînüddin Pervâne'nin evinde büyük bir semâ toplantısı vardı. Zamanın ileri gelenleri de orada idi. Mevlânâ'ya karşı Sadreddin şu rubaiyi okudu: “Sensiz gökten inen ayetleri kim haber verebilir? Ey sırları keşfeden söyle! Hakikat âlemindeki nükteleri kim çözebilir?” Sonra samimi bir şekilde Mevlânâ'ya saygılı hareketlerde bulundu.
Sadreddin'in samimiyetini şuradan anlıyoruz ki saygı ve takdirlerini sadece huzûrunda değil, gıyabında da ortaya koymaktan ve ifade etmekten geri kalmazdı: Bir gün Mecdüddin Cendî şöyle der: “Ben bugün mecliste Mevlânâ ne söylerse kabul etmeyeceğim, o cevapsız kalıncaya kadar elimden geleni yapacağım.” Sadreddin ise bunun doğru olmadığını ihtar ederek, tarikat büyüklerini imtihan etmenin hatalı olduğunu söyler, fakat dinletemez. Biraz sonra Mevlânâ gelip kapıdan girer girmez “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” der. Orada kimsenin itiraz edemeyeceği bu söz karşısında mahcup duruma düşen Mecdüddin özür diler. Ayrıca Sadreddin'in Mevlânâ'yı çekiştirmek isteyenlere, karşı koyduğu da görülür.
Gıyâbında ise daha bir saygı doludur. Sadreddin'den Mevlânâ'nın mânevi hâlleri sorulduğu vakit verdiği cevap, onun üçüncü hicrî asrın iki meşhur mutasavvıfından bile üstün olduğu şeklindedir. Der ki: “Eğer Bayezid el-Bistâmi (261/874) ve Cüneyd el-Bağdâdi (297/909) bu devirde yaşasalardı, bu Tanrı erinin atının eğer örtüsünü (bellemesini) omuzlarında taşırlardı ve bu hizmeti canlarına minnet sayarlardı. Muhammed dininin fakirlik sofrası da odur, biz tufeyli gibi ondan istifâde ediyoruz.”
Mevlânâ da bu dostluğa karşılık vermiş ve Sadreddin'e fazlasıyla ilgi göstermiş olmalı ki, Mevlânâ'nın en yakınlarından biri olan Çelebi Hüsameddin bir gün şöyle sormaktan kendini alamaz: “Siz muhaddis Şeyh Sadreddin'e çok inâyet ve riâyette bulunuyorsunuz. Acaba şeyh muhakkık mı, yoksa mukallit midir?” Sual sahibini tatmin için midir, yoksa aralarında varlığından söz edilen meşrep farkının bir tezâhürü müdür, bilinmez; Mevlânâ'nın cevabı ilgi çekicidir: “Şeyh vallahi mukallittir, sizin tahkîkinize nisbetle mukallittir” der.
Ömrünün son senelerinde Mevlânâ'nın da Sadreddin' karşı samimi bir muhabbet hissiyle dolu olduğu anlaşılıyor. O ağır hastadır, artık vefâtı yaklaşmıştır. Ziyaretçiler gelip gitmektedir. Dudaklarının kuruluğu gitsin diye şerbet sunmak isterler, fakat kabul ettiremezler, kimsenin elinden almaz. Nihayet Sadreddin verince reddetmez ve bir kaç yudum içer. Duygulanan Sadreddin üzüntüsünü şöyle dile getirir:
“Yazık yazık, Hüdâvendigar'ın mübârek vücûdundan mahrum kaldığımız vakit hâlimiz nice olur?” demekten kendini alamaz.
Belki aynı gün ayrılacağı sırada veya son bir hasta ziyaretinde Sadreddin Mevlânâ'ya sağlık temennisinde bulundu ve Allah'tan şifâlar diledi. Mevlânâ'nın mukabelesi ise şöyle oldu: “Bundan sonra Tanrı sizlere şifâlar versin, aşıkla maşuk arasında bir kıl gömlekten başka bir şey kalmadı. Bunu da soyup çıkarmalarını ve nûrun nûra kavuşmasını istemiyor musunuz?” Sadreddin yanındakilerle birlikte göz yaşları dökerek ayrıldı.
SADREDDİN MEVLÂNÂ'NIN NAMAZINI KILDIRIYOR
Ölüm anına yakın sahip olunan duygu ve düşüncelerin samimiyetinden şüphe edilmez. Mevlânâ'nın cenâze namazını kıldırmak üzere Sadreddin Konevî'yi seçmesi ona olan sevgi ve alâkasının en önemli delillerinden biri olsa gerektir. Bu durum ayrıca “o zaman Konya'da bulunan yüksek şahsiyetler arasında onun mevkîini gösterir.” Bu konudaki rivayetleri şöyle toparlayabiliriz:
Çelebi Hüsâmeddin, vefâtına yakın Mevlânâ'ya namazını kimin kıldırmasını istediğini sorar. O da: “Şeyh Sadreddin hepsinden evlâdır”, der. Zamanın ileri gelen âlim ve kadılarının onun namazını kıldırmak istedikleri bilinirse de, Mevlânâ'nın vasiyeti ile bu özel lütuf Sadreddin'e nasib olur. Nihayet vakit saat gelir. Sadreddin Mevlânâ'nın cenaze namazını kıldırmak için ilerlediği vakit birden hıçkırarak kendinden geçer. Daha sonra toparlanarak namazı kıldırır ve ağlar. Rivayete göre o sıradaki hayret ve sarsıntısının sebebi, namazı kıldırmak için ilerlediği vakit, önünde sıra sıra dizilmiş me-lekleri ve mücessem olarak Hz. Peygamber'i görmüş olmasıdır.
Sipehsâlâr ise bu manzara karşısında Sadreddin'in iyice kendini kaybettiğini, bunun üzerine imâmete Kadı Sirâceddin'in geçerek Mevlânâ'nın namazını onun kıldırdığını kaydeder.
MEVLÂNÂ'DAN SONRAKİ GÜNLER
Mevlânâ'nın vefatından sonra bir süre daha yaşamış olan Sadreddin, onun irtihâline hayli üzülmüş görünüyor. Bir ziyafette mahfil emîri Kemâleddin, Sadreddin'e hitâben: “Âlemde İslâm dininin şeyhi...” diye seslenince, Mevlânâ'yı kasdederek şöyle demekten kendini alamaz: “Dünyada İslâm'ın şeyhi bir kişiydi, o da gitti. Böylece onun ölümünden sonra cemiyetimizin bağı çözüldü. Mânâ gerdanlığının ortasındaki inci kayboldu. Artık bundan sonra işlerin ve cemiyetin düzeni bozulacaktır”
Bilindiği gibi Mevlânâ'nın temâyüz ettiği hususlardan birisi hemen her vesile ile semâ etmesidir. Her devirde olduğu gibi o zamanlarda da semâa karşı olanlar vardı. Mevlânâ'nın sağlığında bu konuda resmî bir yasaklama getirtemeyen bazı fakihler, vefatından sonra ortamı kendileri için daha müsait hissetmiş olmalılar ki, vezir Pervâne'ye baş vururlar. Semâın haram olduğunu, yasaklanması gerektiğini söyleyip ısrar ederler. Bunun üzerine Pervâne Sadreddin'in fikrini almak ister. Bu konuda Sadreddin'in cevabı şöyledir:
“Bana inanırsanız, Mevlânâ'ya saygınız varsa bu işe müdahele etmeyin (...) velîlerden yüz çevirmek uğursuzluk getirir. Velîlerin bu türlü bid'atleri peygamberlerin sünnetleri mesâbesindedir. Allah'ın işareti olmadan onlardan bir şey sâdır olmaz.” Pervâne bu sözlere uyar, istek sahipleri de dağılır.
Sadece câiz görmekle kalmayıp, Mevlânâ'nın çağdaşı başka bazı mutasavvıflar gibi, Sadreddin Konevî'nin de semâ ettiği bilinmektedir. Hatta bizzat kendi zaviyesinde semâ toplantıları yapılmıştır.
Sadreddin Konevî aynen Mevlânâ gibi, o günün bazı halk âdet ve geleneklerine karşı müsamahalı görünüyor. Ölen bir delikanlının anne ve babası, o devrin âdeti icâbı cenâzenin önünde gûyendelerin bulunmasını ve gazeller okumalarını ister. Ahî Ahmed diye birisi: “Bu, şeriatte bid'attir, câiz değildir” diyerek engel olur. Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled araya girer, kendisi de gûyendelerin bulunmasını istemektedir. İhtilâfın hâlli için Sadreddin'e baş vurulur. O da Bahâeddin Veled'i haklı bulur ve şöyle der: “Bu tıpkı şuna benzer: Bir hâlife bir âriften Cüneyd mi yoksa Bayezid mi büyüktür? diye sorar. Arif: Bu ikisinden daha büyük bir adam lâzımdır ki bu iki velî arasındaki büyüklüğü ve fazileti tâyin edebilsin. Velîlerin güzel bid'atleri peygamberlerin sünnetleri gibidir, bunları kaldırmak doğru değildir” der.
Netice itibariyle, aynı tarihlerde ve aynı şehirde yaşamış olan Sadreddin ile Mevlânâ Celâleddin arasında yakın bir dostluk olduğu ortaya çıkıyor.
BİR İSTİTRAD
Burada Sadreddin Konevî ile Mevlânâ'nın görüş ve fikirlerinin mukayesesine giremiyeceğimizi başta belirtmiştik. Ancak bir istitrad yapmadan geçemiyeceğiz. Şöyleki: Rahmetli olmuş iki değerli araştırıcımızın, Gölpınarlı ve Ahmet Ateş'in, yazdıklarına bakılırsa, Sadreddin'in mensub olduğu düşünce sistemi ile Mevlânâ'nın düşünce sistemi neredeyse zıt kutuplar şeklinde takdim ediliyor. Gölpınarlı'ya göre: “Padişahça yaşayan Sadreddin'in ile yoksulca yaşayan ve tam bir halk adamı gibi olan Mevlânâ'nın arası her şeyden önce inanış bakımından açıktı. Sadreddin, İbn Arabî mümessili idi, onun yolu ise bilgi ve tevil yolu, Mevlânâ'nın ki, aşk ve cezbe yolu idi.”
Ahmet Ateş'e göre ise: Anadolu'da İbn Arabî'nin fikirlerine ancak Mevlânâ'nın fikirleri karşı koyabilirdi. Fakat Mesnevî'nin iki büyük şârihi, İsmail Ankarevî (1041/1631) ile Sarı Abdullah Efendi (1071/1661) bütün Mesnevî'yi ilk harfinden başlayarak sonuna kadar, arada bir irtibat olup olmadığına bakmadan, İbn Arabî'nin varlık birliği nazariyesine göre şerh ettiler. Bu suretle Mevlânâ'nın fikirleri tamamiyle bozulmuş ve ortadan kaldırılmış olduğu gibi, Türkiye'de hâkim yegâne tasavvuf telâkkisi İbn Arabî'nin telâkkisi oldu.
İbn Arabî ve Sadreddin Konevî'nin temsil ettiği düşünce ile Mevlânâ'nın fikirleri arasında bu derece farklılık veya muhâlefet olduğu görüşüne katılmak, kanaatimizce mümkün değildir. Aralarında yabancılık değil, birlik olduğuna dâir, Eflâkî'nin rivâyetine evvelce işâret etmiştik. Mevlânâ gibi Konevî de mutasavvıf bir düşünür olduğu için, onun düşünce kaynağını da her şeyden önce İslâmî inançların teşkil etmesi tabiî bir vâkıadır. Yine bir mutasavvıf olarak Sadreddin insan aklının bağımlı (mukayyed) olduğuna, hakikatleri kavramak için mükâşefe ve müşâhede'ye ihtiyaç bulunduğuna inanır. Bu yüzden de filozofların rasyonalizmine zıt bir tavır takınır. Bu durum Mevlânâ için de aynıyla vâkidir.
Aslında bu beraberlik tasavvuf düşüncesinin özelliğinden kaynak-lanmaktadır. Hemen bütün mutasavvıflar hadiselere tevhidçi bir gözle bakmışlar, her biri kendi üslûp ve imkânları ile, bir olan Hakikat'in izah ve tafsili ile meşgul olmuşlardır. XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu'da İbn Arabî ağırlıklı düşüncenin hakim olduğu doğrudur. Lakin bunda en büyük âmil, mesela Köprülü'ye göre İbn Arabî değil, “...onun karanlık ve müphem nazariyelerini şâirâne bir vecd ile canlandıran ve bu suretle çok mahdut bir zümre arasından çıkarıp daha geniş bir kitleye yayan Mevlânâ Celâleddin Rûmî'dir.”
Konevî ve İbn Arabî ile Mevlânâ arasında aykırılık bir yana, tam bir beraberlik bulmak bile mümkündür. Son neşredilen kıymetli bir Fusus şerhinin takdim yazısında aynen şu satırlara yer verilir:
“İslâm tasavvufunun bu iki büyük eseri (Fusûsu'l-Hıkem ve Mesnevî), biri mensur Arapça, diğeri manzum Farsça, aynı mânâ ve hakikatleri dile getirmektedir (…) Fusus'un mücmel cümlelerindeki fikirleri Mesnevî beyitleri ile şerhedilmiştir. Fusus ile Mesnevî ve diğer büyük sûfilerin eser ve sözlerindeki mânâ birligi, üslûp ve terimleri ne kadar farklı olursa olsun, Hakk'ın ve hakikatin bir olduğunun (…) delili olarak kabul edilebilir.” Bu birliğin tezâhürlerini şârihlerde de görebiliyoruz. Mesela meşhur Mesnevî şârihi İsmail Ankarevî aynı zamanda İbn Arabî'nin Nakşü'l-Fusûs'unu şerh etmiştir. Kezâ son devir mevlevîlerinden Ahmed Avni Konuk, Fusûsu'l-Hıkem'in güzel bir şerhini yaptığı gibi, kendisinin değerli bir Mesnevî şerhi de bulunmaktadır.
Mevlânâ'nın eserlerinde doğrudan doğruya Sadreddin Konevî'den bahsetmediğine evvelce işâret etmiştik. Mesnevî şârihlerinden bazılarına göre ise durum böyle değildir. Mesnevî'nin birinci cildinde şu mealde bir beyit vardır: “Rabbü'l-Âlemînin mânâ denizi olan Şeyh-i din: 'Mânâ Allah'tan ibârettir' (el-mânâ hüvallah) demiştir.” Buradaki “Şeyh-i din” tâbiri ile kasdedilen acaba kimdir? Bazı şârihlerce bu, Sadreddin Konevî olabileceği gibi, bazılarınca Muhyiddin Arabî, Attar veya bir başkası da olabilir. Gerçekten bu zatların fikirleri arasında “Mânâ Allah'tan ibârettir” anlamında ifâdeler bulunabilir. Gölpınarlı ise bu görüşlere şiddetle muhâlefet göstererek, şârihlerin yanıldığını, burada kasdedilen kimsenin Şemseddin Tebrizî olduğunu ısrarla belirtir.
Sonuç olarak şunu söylemeliyiz ki, ilk sıralarda değilse bile zaman içinde, Sadreddin Konevî ile Mevlânâ Celâleddin'in yakın dostluk ve iyi münâsebetler içinde bulundukları açıkça görülüyor. Mevlânâ'nın cenâze namazını Sadreddin'in kıldırmasına dair vasiyeti bunun bir delilidir. Bazı meşrep farklılıkları olmakla beraber, birer mutasavvıf olarak ortak görüşlere sahiptirler.
Bu vesile ile aşağıdaki soru ve düşüncelere de yer vermeden geçemiyecegiz: Söz konusu asırda Anadolu'da her sahada olduğu gibi, tasavvufî düşünce alanında da yeni bir terkibin teşekkülünden söz edilemez mi? Bu terkibin iki önemli unsuru, evvelce Horasan ve Orta Asya'da gelişen tasavvuf cereyanı ile, Endülüs'te gelişen cereyan gibi görünüyor. İşte Mevlânâ ile Sadreddin'in, adı geçen cereyanların temsilcileri olarak dikkati çektikleri ileri sürülemez mi? Bu yeni terkip sonucu gelişen tasavvuf anlayışıdır ki, uzun asırlar Selçuklu ve Osmanlı Türkiye'sinde hakim anlayış olarak kitleleri maya-lamaya devam etmiştir denemez mi? Bu sorular ve cevapları araştırıcıların alakasını bekleyen meselelerdir.
* Bu yazı ilk olarak S.Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi Selçuk Dergisi 1. Sadreddin Konevi Özel Sayısı'nda çıktı, Konya, 1989.
** Prof. Dr. Dokuz Eylül Ü. İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Bkz. Aksarâyi, Müsâmeretül-Ahbâr, Osman Turan neşri, 110, Ankara 1944; Sübkî, Tabakatü'ş Şâfiyye, VIII, 45, Kahire 1383/1964; Kâtip Çelebi, Keşfüz-Zünûn, I, 120, II, 1956 vb.; Taşköprüzâde, Mevzûatü'l-Ulûm, I, 572, İstanbul 1313; Ziriklî, el-A'lâm, VI, 254; İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, 494, Konya 1964; Nihat Keklik, Sadreddin Konevî Felsefesinde Allah Kâinat ve İnsan, s. XV – XVII, İstanbul 1957.
Müsâmeretül-Ahbâr, 91; aynı eser, M. N. Gençosman terc. s. 174-175, Ankara 1943; Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, 245-246, İstanbul 1980.
Taşköprüzâde, a.g.e., I, 572.
Konevî'nin eserleri için bkz. Bağdadlı İsmail Paşa, Esmâü'l-Müellifîn, II, 130; Ziriklî, el-A'lâm, VI, 254; Brockelman, GAL, I, 585 (449); S, I, 807; Nihat Keklik, a.g.e., XIX vd.; Ö. R. Kehhâle, Mu'cemü'l-Müellifîn, IX, 43, Dımaşk, 1379/1960.
İbn Bîbî, Anadolu Selçuklu Devleti Tarihi, çev. M. N. Gençosman, 253, Ankara, 1941.
Osman Ergin, Sadreddin Konevî ve Eserleri, Şarkıyat Mecmuası, II, 64, İstanbul 1957.
Ahmed Eflâki, Menâkıbü'l-Ârifîn, Tahsin Yazıcı neşri, II, 305-306, Ankara 1976; aynı eser, çev. Tahsin Yazıcı (Ariflerin Menkıbeleri), I, 296-297, İstanbul 1964; B. Füruzanfer, Mevlânâ Celâleddin, çev. F. N. Uzluk, 159-160, İstanbul 1986.
Eflâki, metin, I, 219; terc. I, 211; Füruzanfer, a.g.e., 161.
Eflâki, metin, I, 95-98, terc. I, 92-95. Benzer konuda Sadreddin lehinde bir rivâyet de vardır. Bugün Konya'da bir semte ismini vermiş olan Hoca Cihan, Mevlânâ ve Sadreddin'in dostlarından olup, zengin ve itibarlı birisidir. Sadreddin Konevî, onun saralı bir kızını tedâvi eder, o da kendisine konağını bağışlar. Bkz. Konya Tarihi, 697-699.
Bkz. İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, ilgili yerler.
Osman Ergin a.g.m., Şarkıyat Mecmuası, II, 63. Şu ifâdeler de aynı şahsa aittir: “Sadreddin çok zengindi. Evi adeta bir konaktı. Hizmetçileri, aşçıları, uşakları vardı. Evinde nefis yemekler pişer, Konya'nın ileri gelenleri ziyaretine gelirdi.” Aksaraylı Kerimüddin, Selçuklu Devletleri Tarihi, (Müsâmenetü'l-Ahbar tercümesi) çev. M. N. Gençosman, Ankara 1943, s. 211'de F. N. Uzluk'a ait not.
“Bütün canlıları sudan meydana getirdik” (En'am 21/30) âyetine telmih var.
Feridun b. Sipehsâlâr, Tercüme-i Sipehsâlâr be Menâkıb-ı Hazret-i Hudâvendigâr, çev. Midhat Bahâri, 120, İstanbul 1331; aynı eser, çev. Tahsin Yazıcı (Mevlânâ ve Etrafındakiler), s. 89, İstanbul 1977.
“Lî maallahi vaktün” hadisi için bkz. Aclûni, Keşfü'l-Hafâ, II, 244; Ali Yardım, Mesnevi Hadisleri, 58 (Basılmamış doktora tezi), İzmir 1984; Kuşeyrî, Risâle, 70 (Telvin-Temkin bahsi), Kahire 1376/1966.
Eflâki, metin, II, 609-610, Ankara 1980, terc. II, 30, İstanbul 1966.
Eflâki, metin, I, 120, terc. I, 115.
Bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 555 (76 numaralı not), İstanbul 1971.
Eflâki, metin, I, 318, terc. 309; Câmi, Nefahâtü'l Üns, çev. Lâmiî Çelebi, 633, İstanbul 1289; Ali Şîr Nevâi, Nesâyimü'l-Muhabbe, hazırlayan, Kemâl Eraslan, 363, İstanbul 1979; Füruzanfer, a.g.e., 160.
Eflâki, metin, I, 318, terc. 309; Câmi, a.g.e., 633; Ali Şîr Nevâi, a.g.e., 363; Füruzanfer, a.g.e., 160.
Eflâki, metin, 278-279, terc. I, 269-270.
Eflâki, metin, I, 392-393, terc. I, 381-382; A. Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, 236, İstanbul 1959. Rüyasında Hz. Peygamberi gördü, gitti elini öptü. O da: “O hadisin mânâsı ve benim maksadım Mevlânâ'nın izâhı gibidir. Ona ilave edilmiş değildir” dedi. Sadreddin sevinçle uyandı. Ertesi gün Mevlânâ dergâhının kapısından girince Mevlânâ kendisine: “Doğrusu seni şâhid ve müjdeci olarak gönderdik” (Ahzâb 33/45 ve Feth 48/8) âyetini okudu. Eflâki, aynı yer.
Câmî, Nefahat terc. 491; Füruzanfer, a.g.e., 169; F. N. Uzluk aynı yerde not olarak Kâfirûn sûresinin meâlini verdikten sonra şunları yazar: “Demek ki Mevlânâ'nın Sadreddin'e söylemek istediği şu: Sizin inancınız size, benim inanışlarım da bana. Çok mânâlıdır.”
Bu sözlerin, bir kelime farklılıkla, hadis olarak rivayeti şöyledir: Bkz. Keşfü'l-Hafâ, II, 355; Zeylâî, Nasbu'r-Râye li-Ahâdîsi'l-Hidâye, II, 26, Hindistan 1393/1973.
Eflâki, metin, I, 548, terc. I, 531; Nefahat terc. 518; Füruzanfer, a.g.e., 160; Gölpınarlı, a.g.e., 235.
Eflâki, metin, II, 601, terc. 22.
Eflâki, metin, I, 421, terc. I, 408.
Eflâki, metin, I, 216, terc. 208.
Eflâki, metin, I, 360, terc, I, 350-351; Câmi, Nefahat terc. 520; Gölpınarlı, a.g.e., 235.
Eflâki, metin, I, 471, terc. I, 457.
Eflâki, metin, I, 594, terc. II, 15.
Eflâki, metin II, 581, terc. II, 4; Nefahat terc. 519; Füruzanfer, a.g.e., 150.
Osman Ergin, a.g.m., Şarkiyat Mecmuası, II, 63.
Bkz. Eflâki, metin, II, 593 ve 1353, terc. II, 14 ve 1, 344; Nefahat, tere. 510 ve 633; Ali Şîr Nevâi, a.g.e., s. 363; Füruzanfer, a.g.e., 160.
Feridun b. Sipehsâlâr, a.g.e., Midhat Bahârî terc. 156, T. Yazıcı terc. 144-115.
Eflâki, metin, II, 594, terc. II, 15.
Eflâki, metin, II, 578, terc. II, 1-2.
Eflâki, metin, II, 594, terc. II, 15.
Eflâki, metin, II, 823-824, terc. II, 232-233; Aydın Taneri, Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı, 59-60, Konya 1977. Buna mukabil Sadreddin Konevî'ye atfedilen bir Vasiyetnâme'de, kendi cenâze töreninde cenâze okuyucularının bulunmasını istemediği dikkati çeker. Bkz. O. Ergin, a.g.m., s. 81, 82; Konya Tarihi, 497.
Nihat Keklik, a.g.e., s. IX.
Bkz. A. Gölpınarlı, a.g.e., 232, 233.
Bkz. Ahmet Ateş, Muhyiddin Arabî mad. İA, VII, 554.
Bkz. Burada 7. dipnot.
Bkz. Nihat Keklik, “Sadreddin Konevî Düşüncesinde İnsan Kader ve Ahlâk”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, IV, 65, 71, İstanbul 1964.
Meselâ bkz. Mevlânâ, Mesnevi, çev. Veled İzbudak, I, beyit: 3467 vd, III, beyit: 2505 vd, IV, beyit: 2831 ve beyit: 3322 vd.
Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, 246, İstanbul 1980.
Mustafa Tahralı, Ahmet Avni Konuk'un Fusûsu'l-Hıkem Tercüme ve Şerhi, I, takdim kısmı, s. XL, İstanbul 1987.
Bkz. Ahmet Avni Konuk, Fusûsu'I-Hıkem Tercüme ve Şerhi, I, hazırlayanlar: M. Tahralı – S. Eraydın, İstanbul 1987.
Bu konuda bkz. İsmail Rusûhî Ankarevî, Şerhu'l-Mesnevî, I, 608, İstanbul 1289; Tahiru'l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. I, kitap: 5, s. 1524, İstanbul 1966; A. Gölpınarlı, Mesnevi Şerhi, I, XXXVIII ve 572, İstanbul 1973; Mesnevî, Veled İzbudak terc. Gölpınarlı'ya ait açıklama kısmı, s. 439-442, İstanbul 1942.
Mebkam.com