Arada bir toplanırlar, sohbet halkası ile gönül tellerinde titreşen ilahi nameleri paylaşırlardı.
Nebevi metottu sohbet. Beyinlerin beyinlerle, kalplerin kalplerle birleşip genişlemesiydi. Kar, beyaz örtüsünü yünlü bir yorgan gibi tabiatın üstüne çekerken, uzayan geceler, buğulu dolunay himayesinde lâhûti atmosfere bürünür, sıcak soba başlarında koyu muhabbetler demlenirdi.
Önceleri kitap yada makale takip ederken, ”Satırlardan nasılsa okuruz, mühim olan sadırdan okumak” esprisinden hareketle, içlerinden geldiği gibi, olduğu gibi, nasıl eserse ilham meltemi öyle konuşmaya başladılar. Akışına bıraktıkça doyumsuz lezzetlere kapı açıyordu kelimeler.Arada bir ezgi mırıldanmak, yanık Rasul Aşıklarından kasideler seslendirmek de ayrı bir haz katıyordu sohbete.
O akşam da, şehrin değişik mahallelerinden bir bir toplandılar. Akraba değildiler. Meslektaş da değil. İşbirliği yada ticaret değildi amaçları. Ama öylesine bir kardeşlik oluşmuştu ki, yakınlarını özlemiyorlardı birbirlerini özledikleri kadar. ”Mana Kardeşi, kan kardeşinden ileridir” demişti bir Hak Dostu. Bu sohbetlerde işte o manayı yakalamışlardı.
Konu yoktu. Kim bir mesele açar, yada aklına takılanı naklederse,sohbet oradan başlardı.
Hani halk aşıkları karşılıklı atışma yapacaklarında dinleyenlerden ayak isterler ya!.. Bilirsiniz, ayak; nakarat kelime demektir. Ayak verilir, aşıklar o kelime etrafında beyitler, kıtalar dizerek vururlar sazın tellerine…O gece bakalım kim ayak verecekti?!.. Biri sükûtu böldü:
-Ben bu hafta Bakara-138 de geçen bir kavrama taktım. Müsaadeniz olursa onu konuşalım.
Müsaade de söz mü? Tabii ki konuşacaklardı. Tabiî olduktan sonra ortam, içtenlik-samimiyet olduktan sonra, gönüller açık olduktan sonra müsaadenin lafı mı olurdu?..
“Buyur aç bakalım güzel insan” dedi öteki… Birbirlerine güzel insan derlerdi hep. Güzel gören güzel düşünürdü. Konu açıldı:
-Bakara-138: ”SIBĞATALLAH. VE MEN AHSENU MİNALLAHİ SIBĞAH. VE NAHNU LEHU ÂBİDÛN” Allah Boyası!.. Kim Allah'tan daha güzel boya vurabilir? Biz yalnızca Ona kulluk ederiz..” SIBĞATULLAH nedir?.. Ne demek Allah Boyası dostlar?..
Konu çıkmıştı. Bakalım kimler, neler döktürecekti?.. Orta yaşlı olan ağır ağabey tane tane açtı kelâmı:
-Bana kalırsa Sıbğatullah; Beyazdır.Beyaz,tek renk gibi görünse de tüm renklerin bileşimidir.
Güneş ışığını beyaz görürüz, oysa onda en az 7 renk saklı. Deneylerden hatırlayın, renk çarkı üstünde 7 renk vardır dilim dilim…Yavaş yavaş çevirin,renkler karışır, biraz daha hızlanınca hepsini beyaz görürsünüz…Beyaz, Safiyenin rengidir… Nefs basamaklarında en tepeye varan Safiye olur, bembeyaz olur, nurlanır!... Nurun adıdır beyaz!..
Esprileriyle sohbete renk katan biri atladı:
-Ooohhh,illüzyonla renkleri karıştırdın, çorba ettin, beyaz deyip üstüne Safiye giydirdin, tezini pekiştirdin öyle mi? Yağma yok! Yetmez, Allah Boyasını beyaza kilitleyemezsin! Hem dostlarda daha kim bilir ne cevherler var?!..
Ağır abi,güldü geçti bu çıkışa. Bu samimi halkalarda kimse alınmazdı birbirinden. İllüzyon demesi, tespitini aşağılamak için değil, idraklere kazma vurup yeni mana pınarları fışkırtmak içindi.
Cesur yürek söz aldı. Hararetli, atak, eylemci bir ruhu yansıttığı için ona cesur yürek diyorlardı.
-Sıbğatullah, Kırmızıdan başka renk olamaz dostlar!.. Kırmızı; Hayattır. Kan kırmızı, Ateş kırmızı. İkisi de hayat verir…Yanma olmasa hayat olmaz.. Kırmızı Aşkın rengi sonra… Gül kırmızı… Lale kırmızı… Aşkın sembolü Kalp kırmızı… Anadolu gelinleri al duvaklar giyermiş eskiden…Kırmızı Şehadettir dostlar!.. Şehadetin rengidir al… ”Şehitler; canları pahasına cenneti satın alanlardır” ”Allah kainatı kızaran bir gül gibi yaratmıştır” sonra… Ayet var…
Sıbğatullah; kırmızıdır, hiç yorulmayın ben çözdüm işi!.. Bu kadar Ya Huuu!..
Ufak çocuklardan biri atıldı: ”Trafik lambası da kırmızı!.. Geçersen ölürsüüüün!” İlahi çocuklar. Gülüştüler, okşadılar yumurcağı. Her sohbette bir iki çocuk bulunurdu. Çocuk melekti, çocuk masumdu, çocuk büyüklerin çile ve emekle varmak istediği safiyeye mensuptu..
Aşk, hayat, kan derken bir an durakladılar.Sessizliği yine birinin çıkışı böldü: ”Hemen şehit etme bizi kardeş, dur hele yaşayalım ki farkına varalım. Yaşamak farkına varmaktır di mi ama?!” dedi entellektüel abla. Farkındalık, Öze varmak, Gayrı görmemek deyince entellektüel abla gelirdi akla. Ya Onun Sıbğatullahı nasıldı?.. ”Sen söyle o zaman” dediler. Döktürdü:
-Sıbğatullah;bence Sarıdır…Ekin başakları sarı, hazan mevsiminde dökülen yapraklar sarı, aşk ile inleyen Ney sarı…Yıldızlar geceleyin pırı prıl, sapsarı… Bedir halindeki ay, sarı… Biz kadınların vazgeçilmez ziyneti altın, sarı. Rabbimizin vahyettiği arının mucize ürünü Bal sarı…Yahudi zihniyetinin, dünyevi boyuta esir olanların kurban etmesi istenen sığırın rengi de sarı. Şakralardan 3.sünün rengi de…Sarı, Mülhime nefs boyutu. Fark edemeyene boğucu bir girdap,fark edene kutlu bir basamak mülhime…Bakara'da kurban edilecek sığırın rengi hususunda ne buyurdu Rabbimiz: Görenlere ferahlık veren bir sarı…Bakın Kur'an sarı için görenlere ferahlık veren diyor…Haaa, unutmadan, riyazata giren,oruç tutan,dünyadan geçen dervişlerin benzi sapsarı…O halde Sıbğatullah sarıdan başkası değil...
…
Kısa bir sessizlik oldu. Şakralar, Nefs Basamakları,buğday başakları, dolunay, altın, bal derken döktürmüş, düşündürtmüştü abla. Ciddi bir atmosfere girilmişken en muzipleri patlattı ezgiyi:
Erzurum çarşı pazar
Leylim amman aman saaaarı geeeliiiiin
İçinde bir kız gezer
Hop ninen ölsün saaaarı geeeeliiiiin
Bir şeyler öğreniyoruz demişlerdi ki, gelen türkü, herkesi eğlendirdi. ”Hakkı seven aşıkların eğlencesi tevhid olur” diyordu ya ilahide, onlar da eğleniyordu işte… Öğreniyorlar, okuyorlar, ama eziyete dönüştürmeden tasavvuf neşvesi ile zevk u safa ediyorlardı. Çaylar geldi.. Çay tiryakisi olana takıldılar;
-Sence Sıbğatullah ne? Yoksa tavşan kanı çayın rengi mi Sıbğatullah haaa?...
Kahkahalar gırla gitti. ”Amma yaptın”, dedi diğeri.. ”Heey suyunu çıkarmayın, iyi gidiyor devam edelim”, dedi konuyu açan. Devam ettiler.
Medine ve Asr-ı Saadet aşığı, yeni şeyler okusa da eskiden, gelenekten vazgeçmeyen şair ruhluya gelmişti sıra. Onun sıbğatullahı ne renkti? Ayetlerle birlikte usul usul açıldı dili:
-“Sizin için yeşil ağaçtan ateşi çıkaran Odur…” Ağaçlar yeşil,orman yeşil, çimen yeşil. Doğa yeşil, tabiat yeşil… Cennet bile yeşil.. ”O iki cennet koyu yeşil renktedir” ayeti böyle diyor, ben demedim… Yeşil; Mutmainnenin rengi.. 4.basamak,velayetin ilk istasyonu Mutmainne…Hem şakralardan 4.sü de Kalp Şakrası.Onun da rengi yeşil…Efendimiz; Muhammedimiz Kainatın Kalbi değil mi?...Onun Ravzası da yeşil…Ben Onun yoluna kurban olayım…Yeşil, Rasülümün rengi… Öyleyse Sıbğatullah yeşildir, yormayın beni…N'olur yormayın…
Sustu… Başını önüne eğdi. Ne zaman Rasül dense, ne zaman Ravza geçse, ne zaman Asr-ı Saadet dense böyle olurdu… Ağlıyordu…Aralarından biri ağladı mı sevinirlerdi. Sohbet meclislerinden hiç de eksik olmayan melekûtun, yüksek dereceli ruhların haazır ve naazır olduklarının işaretiydi gözyaşları. Yağmuru indiren Allah'tan başkası değildi. Gözyaşı da Ondandı.
-Uyyyyyy…Ne güzel de ağlıyor, dedi biri…Yine gülüştüler…”Allah iyiliğinizi versin, ömrünüz uzun olsun, sizler ölüyü bile güldürürsünüz” dedi ağlayan.. O da başladı gülmeye...
Çerezler ve kurabiyeler atıştırılırken uzun süre sessiz kalan, mütefekkirler gibi durgun ve suskun olana gelmişti sıra. O hep susardı. Ama bugün hiç kaçarı yok konuşacaktı. Üstüne üstüne gittiler. Israrlara dayanamadı. Kesik kesik de olsa açılıyordu:
-Sıbğatullah… Bana kalırsa siyahtır… Simsiyah, kapkaradır Sıbğatullah…“Dur Ya Huuu!.. Konuş dediysek içimizi karart demedik… Amma keskin girdin haaa!..” diye kestiler sözünü… Aldırmadı… Zaten aldırmaz, bildiği konuda burnunun dikine giderdi kimseyi takmadan…
-Sıbğatullah; simsiyah!... Rahimde üç karanlık içinde bizi yaratmadı mı Rabbimiz?… Siyah yaratılışın perdesi, siyah hilkatin rengi. Siyah; her an yeni şa'nda oluşunun sırrı. Gece karanlık, Rahim karanlık, Mağaralar karanlık, Uzay karanlık…Aydınlığı seyrettiğimiz Gözbebeklerimiz de simsiyah değil mi?.. Üzerine yemin edilen Zeytin siyah…Huriler; iri siyah gözlüler…Hiçliğin rengi siyah…Aşk ateşi ile yanar, yanar, kızarır sonra da simsiyah olur yananlar….Hiçlenirler o ateşle. Vahdetin rengi. Bilal-i Habeşî, Hz.Hacer, Hz.Mâriye'nin sîmâsı da siyah. Ne istiyorsunuz, daha ne diyeyim; Beytullah'ımızın örtüsü siyah!.. Tavaf mihveri; Hacer-i Esved siyah…Siyah; Zatı temsil eder… Hiçlikte hepliği yaşayanın rengi siyah!.. Yeter mi?..
Tam derin, manalı şeyler söylenmişken biri Karacaoğlan'dan mırıldandı bu defa:
Bana kara diyen dilber
Saçların kara değil mi
Yüzünü sevdiren gelin
Kaşların kara değil mi?
Karacaoğlan der maşallah
Bir gün görürüm inşallah
Kara donludur Beytullah
Örtüsü kara değil mi
Eyvallah, dediler hep birlikte…Karacaoğlan'ı, Yunus'u, Mevlana'yı, Hacı Bektaş'ı Huuu diyerek rahmetle andılar…Vakit gece yarısını geçmek üzereydi neredeyse. Anda yaşamayı niyete alanlar için saatin akrebi yelkovanı da neydi ki?.. Ama dengede sürmeliydi hayat. Vahdet meclisinden tekrar Kesret alemine çıkılmalı, topluma dönülmeliydi. En tecrübeli olanları, Gönül Ehli toparladı:
- Hepinizinki çok güzel çocuklar. Siyah, Yeşil, Sarı, Kırmızı ve Beyaz… Hepinizden çok şeyler öğrendik. Sıbğatullah, hepsini nefsinde cem edenin halidir. Sıbğatullah, Rabbini tanıyıp, her birimde hükmünü icra edenin Rabbul Alemin olduğunu fark etmek, Ona İman etmektir.
Vahdete eren müminin yaşamıdır Sıbğatullah… Bakara-138 “Biz sadece Ona kulluk ederiz” diye bitiyor değil mi?.. Mesele abd olabilmekte… Aşk da lazım, İlim de, Fikir de, İdrak de… Ama asıl hedef; Abdullah olabilmek… Rabbim hepimizi Zatına Abd, Habibine Ümmet eylesin…”
Hep birden amin dediler… Asır Suresi, salavat-ı şerifeler ve kısa bir dua ile bitirdiler.
Nokta koymadılar, yeni farkındalıklar için Hakikat Cümlesine noktalı virgül attılar ve döndüler evlerine…
Mehmet DOĞRAMACI