MAHİR İZ VE TASAVVUF
Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
(Tasavvuf Akademisyenleri toplantısında sunulan tebliğ metni, 6 Haziran 2009, Marmara Ü. İlâhiyat Fakültesi / İstanbul)
MAHİR İz 1895 İstanbul doğumlu. Babası ilmiye sınıfından Seyyid İsmail Abdülhalim Efendi. Medine ve Ankara kadılıkları yaptı. Annesi de kadı ve şeyhülislâm yetiştirmiş bir aileden.
Tahsilini Babasının görev icabı bulunduğu yerlerde yaptı. Midilli'de başladı, Balıkesir İdadisi ilk kısmında devam etti. Burada babasının yanında getirdiği Bosnalı müderris Mahmud Naci Efendi'den özel eğitim gördü. Medine'de Arapçasını ilerletti ve Rüşdiye'yi tamamladı.
İstanbul'a döndüler. İki yıl Vefa İdadisi'nde okudu. Ankara'ya tayin olunca orada Sultani'den mezun oldu. (1916) (İdadi-Sultani: Lise)
Aynı okulun ilk kısmında Türkçe muallimliğine tayin edildi. Böylece 59 yıl sürecek öğretmenlik hayatı başladı.
Milli mücadele. M. Akif Ankara'ya gelir, onunla birlikte Farsça ve Fransızca metinler okuyup bu dilleri geliştirdi.
TBMM'de dört yıl zabıt kâtipliği yaptı. Bu sırada Ferit Kam'dan istifade etti. 1924'te Sultan Selim'deki İstanbul İmam Hatip Mektebi tarih hocalığına tayin olundu.
Üniversite Tahsili: Eczacılık, Kimya ve Hukuk Fakültelerine birer süre devam etti. Sonunda Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi.
Bu arada Kadıköy Orta Mektebi, Fransız Saint Jan Darc Okulu, Halıcıoğlu ve Kuleli Askeri Lisesi, Üsküdar Paşa Kapısı ve Davut Paşa Orta Mektebi'nde hocalık yaptı. Edremit Orta Okulu müdürlüğü ve (1933) Nişantaşı Orta Mektebi müdürlüğünde bulundu.
Haydarpaşa Lisesi Edebiyat öğretmenliği, İstanbul İmam Hatip müdürlüğü derken, Çamlıca Kız Lisesi Edebiyat öğretmenliğinden 1960'ta, 65 yaşında yaş haddinden emekli oldu.
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü İslâmi Edebiyat hocalığı, ardından Tasavvuf Tarihi hocalığı yaptı. (1960-70) Özel Fatih Koleji kurucu müdürlüğünü ifa etti. (1965-68).
9 temmuz 1974'te vefat etti, Sahra-yı Cedit mezarlığına defnedildi.
*
Mahir İz iyi bir öğretmen ve sohbet adamıdır. Bir çok sosyal faaliyetlere katılır. Bunlar milli dini vakıflar, cemiyetlerde kuruculuk, üyelik, başkanlık görevleridir.
Eserleri: 1- Tasavvuf. 2- Din ve Cemiyet. 3- Yılların İzi.
Uğur Derman, onca ilim ve irfanına rağmen az eser verişinin sebebini şöyle izah eder: Genç ve dinçken kendini tamamen öğretmenlik ve idareciliğe vermiştir. Heyecanlı konuşurdu. Bütün enerjisini konuşma ve sohbette bitirirdi. Sohbet adamıydı. Haftanın belli günlerinde muayyen yerlerde konuşurdu. Bunlar ömür boyu devam etti.
Yüksek İslâm Enstitüsü'nde hocalığı
1960 Martında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nde İslâmi Türk edebiyatı hocalığına tayin olundu. Müdür 147'lerden Prof. Dr. Celal Saraç. Bir gün onun ziyaretine gider. Söz arasında beş derse hoca bulamadığından yakınır: “Hele bir Tasavvuf tarihi dersi var ki onun hiç talibi yok” der. Mahir hoca dersin önemini dile getirir. Bu dersin hocasında bulunması gereken vasıfları sayar:
“Bu müessesede bu dersi okutacak zatın mutlaka şeriat ve tarikatın fasıl ve vasıl noktalarını iyi bilmesi lâzımdır. Yalnız bir tarafı bilen talebe karşısında muvaffak olamaz. (…) Onların karşısında ders veren hocanın onların bilgisiyle mücehhez olduktan başka hiç olmazsa, tarikatlerdeki ana hatları etraflıca bilmesi lazımdır. Talebe tarafından tevcih edilecek suallerde çelişen tarafları ilmi bir tarzda cevaplandırmak için önce kendisini hazırlamış olması lâzımdır. Bu derste medreseden gelen de tekkeden gelen de başarılı olamaz.”
Bir süre sonra hoca vekâletten bir yazı alır. “Uhdenizdeki İslâmi Edebiyat Tarihi dersleri alınarak yerine Tasavvuf Tarihi dersi verilmiştir. Bilgi edinmeniz…” Hoca der ki:
“Bu emr-i vâki karşısında dona kaldım. Çünkü böyle bir ders okutmayı hatırımdan geçirmezdim. Her ne kadar küçükten beri erbâb-ı tasavvufla ve tasavvufi eserlerle merak saikasıyla temaslarda bulunmuş isem de, işin derinliği ve tarihçesi yoktu. Bu hususlarda yeniden hazırlanmak lâzımdı. Çaresiz katlandım. Memlekette mesleğin erbab-ı dânişini az çok tanıyordum. Benim, Celal Bey'e saydığım evsaftaki kimseyi o güne kadar tanımadığım gibi, ben de o şartları haiz değildim. Fakat bu derse kimsenin talip olmayışına bakılırsa, benim bu kürsüyü işgal etmem ehvendi. Bu vicdani muhakemeyi yaparak işe başladım.” (Yılların İzi)
*
Yüksek İslâm Enstitüsü için tasavvuf hocalığına adam bulunamıyor! Mahir hoca “erbâb-ı dânişi az çok tanıyordum, öyle biri yoktu, ben de lâyık değildim” diyor.
O sıralarda İstanbul'da Osmanlı eğitim ve kültür mirasının bakıyyesi epeyce adam vardı. Edebiyat, sanat ve başka dini ilimlerde yetkili insan eksik değildi.
Maamafih modern eğitim ve usullerle alışverişi olmayanlar öğretimde başarılı ve etkili görünmüyorlardı. Meselâ bizim derslerimize giren Celâl Hoca, Zekâi Konrapa gibi eski kültürle yetişmiş insanlar başarılıydılar. Ama Ömer Nasuhi Bilmen'den hiç istifade edememiştik.
Ayrıca, düşünüyorum da tasavvuf şimdiki kadar (2000'li yıllar), hakkında rahat konuşulan ve popüler bir alan değildi. O zamanlar medrese zihniyeti daha baskın ve hakimdi. Mahir hoca “medrese kültürü” ile “medrese zihniyeti”nin karıştırılmaması gerektiğini vurgular. Birinciyle kasdettiği sağlam dini bilgi ve kültürdür. Bu her ilahiyatçıya lazımdır. “Medrese zihniyeti” ise donmuş, kalıplaşmış halde kalan, derinlikten mahrum, kuru bilgiyle yetinme anlayışıdır.
Tasavvuf alanı belki yasakların da etkisiyle daha özel ve daha mahrem bir alandı. Orta yaşın üzerindeki biz hocaların bir çoğunda hâlâ bu anlayış devam eder. Aleni olarak tarikatla ilgili meseleler pek konuşulmaz. Genç nesil ise bu konularda daha rahattır. İşte böyle bir ortamda Mahir Bey tasavvuf Tarihi hocalığını kucağında buluyor.
Mahir Hocanın eğitimi ve tasavvuf kültürü birikimi neydi? “Ben dini tahsil yapmadım. Ancak küçükken bulunduğum Medine'de o Gülzar-ı nübüvvetin feyzi sayesinde ne öğrendiysem öğrendim.” der. İyi derecede Arapça, Farsça biliyordu. Divan edebiyatı mahsulleri, özellikle bu dillerdeki tasavvufi şiir ve mazmunlarını iyi bildiği görülür. Babası kadı, kayın pederi sufi ve rindmeşreb bir şair. Şeyh Sadi'nin Bostan'ı, Şems-i Mağribî'nin tasavvufi bir eser olan divanını ve Harabât'ını, Hafız Divan'ını okudu. Ferit Kam'dan “hocam” diye bahseder. Ondan Ankara'da ve Edebiyat Fakültesi'nde istifade ettiğini söyler.
Başlangıçta tasavvufla ilgisinin daha çok edebi metinler ve tasavvufi şiirler üzerinden olduğunu söyleyebiliriz. Gönlünün derinliklerini bilemeyiz ama dışarıya yansıyan şekliyle derslerinde ve sohbetlerinde daha müteşerri ve ihtiyatı elden bırakmayan bir görüntü ortaya çıkıyor. “Mezleka-i akdâm” olacak konulara dikkat etmek gerekir derdi. Mehmet Çavuşoğlu anlatır: Mesela bir gazelin şu iki beytini izah etmekten kaçınmış ve bugünmüş gibi kulağımdadır. “mezleka-i akdâm olan şeylerden ictinab etmek lazımdır oğlum” demişti.
Çat kaşlarını çehre-i nâmusa itâb et
Yak nârına ma'mûre-i takvâyı harâb et
Zühd ateşe yansın görüp ey dîde-i canân
Sen gûşe-i mihrâbda var nûş-i harâb et
Öğrencisi Çavuşoğlu şöyle devam eder: “Halbuki bu iki beyitteki müşebbehleri, müşebbehün bihleri, vech-i şebehleri ve diğer edebi sanatları yerli yerince koyunca ayağın kaymasından endişe etmemesi lazımdı. Bunu hocamın şeriatın muhafazasına gösterdiği dikkati belirtmek için kaydediyorum.”
“Gönlünün derinliklerini bilemeyiz” dedim. Sanırım Hoca orada daha rahattı ve serbestti. Mahir Bey'den defalarca dinlediğim ve hâfızamda kalan şu beyitler bunu gösterir:
Vâsıl-ı vuslatsarâ-yı mutalakım na'leyn-vâr
Saff-ı na'le terk kıldım küfrü de îmânı da
Öteki beyit şöyle:
Cânıma bir merhaba kıldı ezelde çeşm-i yâr
Öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmezem
Şiir deryasına dalınca Mahir hoca oldukça serbest ve rahattır. Akif'le Şems-i Mağribi divanı okurken bir beyit geçer. Hoca ileri yaşlarında bile bu beyti çok tekrarlar:
ظهور تو بمنست و وجود من از تو
ولست تظهر لولاي لم اكن لو لاك
Yani “Senin bu kâinattaki zuhur ve tecellin benimledir. Benim varlığım ise senin varlığın iledir. Bundan dolayı ben olmazsam sen zâhir olmazsın. Sen olmasan ben olmazdım.”
Akif'le bu beyti okuduklarında sorar: “Bu abdin Mâbûda bir nazı mıdır?” der, o da tebessüm eder.
Derste tekrarladığı beyitlerden biri şöyle::
Mey gibi her bir haramın sekri olsaydı eğer
Ol zaman idrak ederdin, mest kim, huşyâr kim
*
Tasavvuf Tarihi dersi ikinci sınıflarda başlıyor idiyse, Mahir Hoca 1962-63'te bize derse gelmeye başladığına göre bu dersin hocalığında onun da ikinci yılı sayılır.
Neler işlerdik? Kırk beş yıl geçmiş aradan. Tasavvufun mevzuu, gayesi ve Olanlar Tekkesi şeyhi İbrahim Efendi'nin tasavvuf manzumesi:
Bidâyette tasavvuf sufi bî-cân olmağa derler
Nihâyette gönül tahtında sultan olmağa derler
Bu uzun manzumenin açıklaması bir yıl sürerdi. Arada bir çok harika beyit ve şiirler. Suallere cevaplar… Ders zaten sohbet havasında geçerdi. Maalesef derste not tuttuğum defterlerimi bulamadım.
Mahir hocanın tasavvuf anlayışı nasıldı?
Yazıklarına bakıyoruz:
“Tasavvuf ruhi ve vicdani duyuşun mahsulüdür. Bin yıldır, yeni Türk'ün İslâmiyet'i kabulünden itibaren kurulmuş olan Müslüman Türk devletlerinde ve Türkün gayrı bütün İslâm memleketlerinde hemen her şehirde camiyle beraber bir tekkenin, bir zaviyenin kuruluşuna şahit oluyoruz.”
“Bu imanla eş bir Hak sevgisidir. Şeriat fetva, tarikatse bir takva yoludur. Ve hiçbir zaman birbirinden ayrı şeyler değildir.”
“Her Müslüman kardeştir ve kardeşlerin arasını ıslahla memurdur. Bu ıslah her hususta yumuşak sözlerle ve iyi telkinlerle yapılmak lâzımdır. Yoksa katı, sert ve hodgâm ifadelerle zındıklığa ve küfre nisbet edecek, insafsız ve hiç de ilmi olmayan yolları seçmek ilim adamına yakışmaz.”
“Güzel bir ses veya saz işitince her şey Hakk'ı tesbih eder mealindeki ayet-i kerimeyi düşünen zikir mertebesine yükselmiş olur. Hevesât-ı nefsaniyyeyi düşünenler ise o derekede kalır. “
“Al-i Resûl sevgisini erbâb-ı fesat istismar ederler. Al-i Resûl'e ihtiram her mü'minin vecibe-i zimmetidir. Ancak dikkat edilecek şey kimse hakkında kötü bir söz söylememek ve hiç kimseyi tel'in etmemektir.”
Kayın pederi Muhyiddin Raif Bey'in keramet sahibi zatlara kuvvetle bağlılığı olduğunu söyler. Bir gün onunla hal ehli birisi olan Arif Efendi'yi ziyarete giderler. O zat şu kıt'ayı okur:
Her dü âlemde tasarruf ehlidir rûh-i velî
Deme kim bu mürdedir bundan nice dermân ola
Ruh şemşîr-i Hüdâ'dır ten gılâf olmuş ona
Dahî a'lâ kâr eder bir tîğ kim uryân ola
Hoca der ki: Ben hemen irkildim. (…) Öğrendiklerimiz karşısında kıt'anın müddeâsına inanmak çok müşkil ise de kıt'adaki teşbih ve hüsn-i talil doğrusu edebiyat-ı sûfiyyenin bir zirve-i kemâlidir.
Mahir hoca arkasından bir başlık atar: “Öldükten sonra evliyanın tasarrufu ve temessül.”
Yanlış uygulama ve örnekleri öne çıkararak tevessül “şirk-i hafîdir” demeye getirir.
Hemen her sınıfta tekrarladığı veciz bir veli tarifi vardır:
- Velî kimdir?
- Ak baldırla sarı altına tahammül edebilirsen velisin!
“Şeriat-tarikat” başlığı altında: Muhammed Nurü'l-Arab'a ait bir yazma risaleden iki cümle nakleder:
الشيخ من كشف عنك غطائك
“Şeyh senden perdeyi kaldıran kimsedir.”
Sorar: Şimdi perde kaç türlü kalkar? Avamdan iki cümleyle; okur yazardan, âlimlerden hiç olmazsa bir risale hacminde delillerle kalkar. Bu işin ilmî yolu. İrfan yolu ile ve iki cümleyle herkesin gözünü açacak şeyhlere pek sık rastlanmaz.
Aynı risaledeki
الشريعة اصل و الطريقة فرع و الحقيقة ثمر
(Şeriat asıl, tarikat fer' dal, budak, hakîkat meyvedir.)
Hocanın yorumu: “Ahkâm-ı şerîatten girilmeyen tarikat kapısı insanı hakikate çıkarmaz.” Doğru.
Ama işin öbür yönüne de dikkati çekmek gerekir. Meyvesiz ağaç bir işe yaramaz. Yunus'un dediği gibi:
Kur'ağacı niderler kesip oda yakarlar
Her kim âşık olmadı benzer kuru ağaca
Yenişehirli Avni'den:
Hakikat-i cihet-i kalbgâhı bilmezler
Namaza hâzır olurlar huzûra bakmazlar
Mahir hoca halvet ve uzlet üzerinde de durmuştur. Halvetin ve uzletin celvet şeklinde olması gerektiğini; toplumdan kopmadan, içtimai hayatın içinde kalarak bu hali yaşamak icab ettiğini vurgular. (halvet der encümen)
*
M. Çavuşoğlu'na göre Mahir İz, “Asım'ın Nesli” tipinin son temsilcisidir. Müslüman Türk ahlâkı ve terbiyesini yaşayan fedakâr, ferağatli, karşılıksız hizmeti zevk bilen bir yüksek karakterdir.
Uğur Derman'a göre Mahir Hoca “doğuştan ehl-i tarîk”tır. Uzun süre “tarîkat-ı furkaniye” esprisi ile yetindi. Sinn-i kemâlinde Sami Efendi'ye intisab etti. Selçuk Eraydın bunun vefatından iki üç sene öncesinde olduğunu söyler.
Yılların İzi'nde her zamanki müeddeb haliyle kapalı bir biçimde bu intisaba şöyle temas eder:
“İlmin kıyl ü kalini her zaman bir noktada toplamak kabil olmadığından, hiçbir vakit ilmî tetkikten geri kalmamakla beraber; hakikat-i mahzaya vukuf ancak ehlinin irşadıyla mümkün olabileceğine inanırım. İşte bu sebeptendir ki yakaza dışı bir işaretle süllem-i irâdemi semâ-yı ma'rifete mirac için feyz-i Sâmi'ye rapteyledim.”
Mahir hocaya göre:
Medrese “ene”ye, dergâh “nahnü”ye müntehîdir.
Medrese ta'lim, dergâh tehzîb eder.
Medresede tefekkür, dergâhda tezekkür esastır.
Dua (namaz) beş vakit, şükür her zaman lâzımdır.
Edeb ve ahlâkı
Mahir hocanın belki formel bir tasavvufi eğitimi, seyr ü sülûkü yoktu ama tasavvufun hedeflediği kâmil insan vasıflarına sahip olduğu görülüyor. O günkü eğitim sisteminin istidâtlı kimselere doğru hedefleri gösterdiği anlaşılıyor. Hâfızasının kudretine hayranlık duyanlara nükteli bir mukabelede bulunur:
“Biz ilkokula başladık. İlk gün yolda nasıl yürünür, bunun kaidesini öğrettiler: “Nazar ber-kadem”, yani hep önümüze baktık. Siz ise “nazar ber-etraf”sınız. Sizde hafıza mı olur?”
İlk resmi görevi olan Ankara Sultanisi ilk kısım Türkçe muallimliğine tayin teklifi karşısında haklı olarak tereddüt yaşar. Çünkü henüz aynı mektepten mezun olmuştur. (Yaşı 21) Kadı olan babası: “Allah'tan gelen nimet reddedilmez” deyince bu görevi kabul eder. “Bu cümle hiç hatırımdan çıkmadı” der. Ondan sonraki bütün görevlerinde talib değil matlûb olduğunu söyler ve buna şükreder. Der ki:
“İlk maaşımı alınca babama götürdüm. Elini öpüp parayı yanına bıraktım. O da dua ederek iade etti. Pazara gidip bir tepsi Ankara balı alarak eve getirdim. Cenâb-ı Hak bundan dolayı memuriyet hayatımda hiç acı göstermedi.”
Mahir hoca zahir edebe riayetkârdı. Oturup kalkması, yürümesi, konuşması edebliydi. Sere serpe bacak bacak üstüne atmazdı. Edeb-i dâim üzereydi.
Heybetli bir vücut yapısına, alımlı bir fiziki bünyeye sahipti. Çok güzel konuşurdu, harikulâde bir Türkçesi vardı. Buna rağmen mütavazı idi. Son demlerinde şu beyti tekrarlardı:
نه شكوفه نه بركي نه ثمر نه سايه درم
همه حيرتم كه دهقان به چه كاري كشتي مارا
(Ne çiçeğim, ne yaprağım, ne meyvem ne de gölgem var. Şuna hayret ediyorum ki çiftçi/bahçıvan beni niye dikti acaba!)
Mahir hocanın zekât anlayışı ilk sûfilerinkine benzer. Ebu Bekir Şiblî'ye (334/945) sormuşlar: Beş devenin zekâtı nedir? Cevap vermiş: Şer'î ölçülere göre bir koyun, farz olan bu. Ama bize göre hepsini vermek lâzım.
- Delilin nedir? Kime uymaktasın?
- Hz. Ebu Bekir'e. O nesi varsa Hz. Peygamber'e getirdi. Çocuklarına ne bıraktın sorusuna: “Allah ve Resulünü” dedi. (Şa'râni, Tabakat)
Mahir hoca maddi olarak zengin değildi. Maaşıyla geçinirdi. Maaşını alınca hemen yüzde iki buçuğunu ayırıp zekât olarak dağıtırdı. Bunun bereket getirdiğine inanmıştı ve öyleydi de.
Mustafa Uzun Diyanette görev almıştır, Mahir hoca kendisine ilk maaşını alınca bana gel, der. O da bir kutlama veya yemek olacağını düşünür. Hoca paranın yüzde iki buçuğunu ayırıp hemen zekât olarak vermesini söyler.
- Hocam benim etim ne budum ne? Bana zekât mı düşer. Hem sonra zekât için nisâb-ı şer'i, havelân-ı havl gerekmez mi? diyecek olur. Cevap:
- Sen memur adamsın. Ayın on beşine varmadan maaşın biter. Nisâb-ı şer'iyi beklersen ömür boyu zekât veremezsin. Oysa fakir fukaranın buna ihtiyacı var.
Mahir hoca cömert insandı. Kul hakkına riayetkâr idi. Herhangi bir sebeple evine bir hizmet için gelenlere, bir işi için bir yerlere gönderdiklerine mutlaka yol parasını verirdi.
- Hocam ne gerek var? Zaten benim yolumun üstü, diyenlerin itirazını kabul etmez mutlaka verirdi.
“Ah bir teybimiz olsa da sohbetleri kaydetseydik” diye o değilden iç geçiren talebesine taksitle teyip alıp hediye etmişti. (O zaman pahalıydı)
Fahri Duran “kıravatın ne güzelmiş hocam” deyince:
- Al senin olsun oğlum, diyerek çıkarıp vermiştir.
M. Uzun “Tasavvuf” kitabından doğan telif ücretini kendisine verince, onu civardaki bir tatlıcıya götürür; Uzun, ilk defa künefe denen tatlıyı o vesileyle yemiş olduğunu söyler.
Beşiktaş yamaçlarında Yıldız Teknik okulunda bir mescid açılır. Y. İslâm Enstitüsü öğrencisi Mustafa Öz orada sohbet ve ders yapmaya gider. Bunu duyan hoca çok memnun olur:
- Mustafa, her gidişin için 7,5 lira mesârif-i râhiye vereceğim, der.
- Hocam ne gerek var? Hem bu para çok fazla.
- Sen benim bu sevaptan pay almamı istemiyor musun? diyerek onu parayı almaya mecbur eder.
*
Mahir hoca temiz, titiz ve prensip sahibi bir insandı. Osman Öztürk anlatır: Bir yaz Karadeniz üzerinden vapurla seyahat ediyoruz. Hocayla aynı kamaradayız. Geç saatlere kadar sohbet etmişiz. Sabahın körünce tıkırtılar oldu. Baktım hoca tıraş oluyor.
- Hocam tıraşa ne gerek var? Zaten yolculuktayız.
-Elli seneden beri ben bu saatte tıraş oluyorum. Şimdi kalkıp da huy mu değiştireyim?
Nevzat Aşık anlatır: İbnü'l-Emin yurdunun salonunda bir Mehmed Akif günü yapılacak. Ben de görevliyim. Salona vardım. Hoca programın hazırlığını ve akışını düzenleyecek. Bir ara elini yüzüme sürdü, iki buçuk lira çıkarıp bana verdi. “Git çabuk tıraş ol, gel” dedi. Sabah tıraş olduğumu söyledim. “Olsun, topluluk karşısına çıkacaksın, böylesi toplantıların hemen öncesinde tıraş olmak gerekir” dedi.
Müteferrik
Meraklı ve istidatlı gördüğü gençlere Osmanlıca öğretti. Onlara bir şart ileri sürerdi. Sen de on kişiye öğreteceksin.
Haydar Paşa lisesindeki edebiyat hocalığı çok verimli geçmiş. O zaman seminer dersleri olurmuş. Katılım serbest. En çok alâka Mahir İz ve Nihal Atsız'ın seminerlerine oluyor. Mahir Hoca'nın İstiklâl marşı ve Çanakkale Şehitleri şiirini okuyuşu o zamandan meşhurdur.
Devir İsmet Paşa'nın son yılları ve 1950'lerin başları. Din diyanetten bahsetmek tehlikeli ve yasak.
Mahir hocanın bulduğu usul: İstiklal marşını açıklamak. Bu sırada ezan, şehadet, câmi, mabed, din, imam, mefâhir, tarih gibi konuları öne çıkararak öğrenciye dini ve imanı heyecan içinde anlatır. Fikret'in “Halûk'un Amentü”sünü açıklarken Amentü ve iman esasları hakkında bilgi verir.
Haydar Paşa'dan değerli öğrencileri: Mehmet Çavuşoğlu, Uğur Derman, Ertuğrul Düzdağ, Osman Öztürk.
Erkek öğrencilerin daha dikkatli, kızların ise gelgeç hevesli olduğunu düşünürdüm, diyor. Çamlıca Kız lisesinde hocalığa başlayınca bu kanaati değişir. Kızlardan da samimi alâka ve dikkat sahibi öğrenciler olduğunu görür.
Vakur bir kişiliğe sahipti. Sıkça tekrarlardığı bir tekerleme:
Ne senden rükû, ne benden selâm
Selâmün aleyküm aleyküm selâm
Talebeyi çok severdi. Onlarla beraber olmaktan, anlatmaktan, sohbetten büyük huzur duyardı. Mahir hocanın en zevkli ve huzurlu tedris dönemi on yıllık Yüksek İslâm Enstitüsü hocalığı devresi olmalıdır. Şöyle derdi: “Liselerde edebiyat hocalığı yaparken aklıma Arapça veya Farsça bir beyit gelir ama söyleyemezdim. Bu benim için çok zor olurdu.”
İnsan ilişkilerinde dikkatliydi. Siyasi konularda kimseyi incitmemeye özen gösterirdi. İyilikleri öne çıkarmaya önem verirdi. M. Çavuşoğlu Yenişehirli Avni Bey Divanı hakkında bitirme tezi yapmaktadır. Son şeklini Mahir Hocaya okutur. Hayatını anlatırken şairin ileri derecede içki müptelâsı olduğunu da yazmıştır. Hoca buna çok kızar. “Bu zaafı bilmenin gençlere ne faydası olacak!” diye sorar.
Kayın pederi şair Muhyiddin Raif'i tasviri çok hoştur:
“Yaşayışı kalenderâne, meşrebi şâhâne idi. Fakat bu halleri dostlar arasına münhasır idi. Toplulukta vakur, ağır başlı, azîzü'n-nefs, fıkragûluğa mütemâyildi. Hayatının mihveri neşve idi. Evin haricinde cemâl, evde ise her dem celâl mütecellî idi. Hariçteki muhabbetinde insan kendisini düğün evinde bir surnâme dinliyor zannederdi. İnsana dış alemi o kadar unuttururdu. Evin içinde ise bir avuç ateşti. Bu, harice nakledildiği zaman kimse inanmazdı. Bu kadar neşeli, şakrak bir adamın evin kapısından girince nasıl heybetli ve abûs çehre takınacağına kimseyi inandırmak kabil değildi.”
Mahir hoca esprili bir insandı. Nükteler yapardı. Eskilere ait nükte dağarcığı hayli zengindi.
Uğur Derman için:
Sabr ile buldu Uğur minhâcı
Çok şükür oldu bugün eczâcı
“Tasavvuf” kitabının hazırlanıp basılmasında Selçuk Eraydın'ın büyük katkısı olmuştu. Kitap basılınca Eraydın'a ithafı şöyleydi:
Mütevâzı esere sâik ve bâdî sensin
Eser-i müştereki kim kime takdim etsin
Bu kitabı basan Rahle yayınları yetkilisi Mustafa Uzun'a ithafı:
“Uzun” uzun düşünüp feyz-i “Rahle”den bir kâm
Nihâyet oldu nasibi “Tasavvuf” adlı eser
Kemâl-i kesbine dâreyn için ne şan ü şeref
Bu azm-i kâmildir “Mustafâ”ya tâk-ı zafer
Ankara Sultanisi'nde öğrenci iken, okulu tasvir eden bir manzume yazar. Hocalardan biri Sakallı Celâl'dir. Kendisi kaba ve sevimsizdir. Onun için olan beyit:
Bir muâvin besliyor mekteb ki gel gör âfeti
Dübb-i ekberdir nümûne sanki kadd ü kameti
Mehmet Akif'ten nakleder:
“Sigara terk edilmez. Ancak onunla mütâreke yapılır.”
İbnü'l-Emin M. İnal'le bir takım maceraları olmuştur. Mahir Hoca bir gün onun yanında hocası Ferit kam'ı över, keskin zekâsından söz eder. İbnü'l-Emin: “Dânişmend adamdır, bize hürmeti vardır” deyiverir.
İbnü'l-Emin'in kızdığı birisi için hicvini nakleder hoca:
Ne müselmâna müşâbihdir ne küffâra
Okumak ruhuna İncil-i muharref lâzım
Bu kabına sığamayan taşkın insan için Süleyman Nazif ve Yahya Kemal'in ortak beyti meşhurdur:
Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine
Bir öğrencisi hocadan nakleder. Vaktiyle çok şerîr bir maliye nâzırı varmış. Hiç sevilmezmiş. At üstünde giderken aniden çıkan bir köpek saldırmış, at ürkmüş, nâzır düşüp beyin kanamasından ölmüş. Devrin hiciv şairi şöyle demiş:
Bir iti bir itle helâk etti Allah
Lâ havle velâ kuvvete illâ billah
Hocanın bir takım rahatsızlıkları bulunmaktaydı. Hanımı üzerine çok titrerdi. Bir sürü perhizi vardır ama boğazına da düşkündü. Bugünkü tabirle o bir gurme idi. Hoşuna giden durumlarda perhizi unuturdu. İsmail Erünsal anlatır:
Bir gün Kadıköy'deki balıkçısından kalkan balığı alır. Evde yüz bulamayacağı için Yel değirmeni semtindeki yaşlı hanım akrabasına götürürler. Orada pişirip yiyeceklerdir. Hoca Erünsal'a der ki:
- Tatlıcıya git, bir kilo öldürücü alıp gel.
- Öldürücü nedir hocam, ben bilmiyorum.
- Helva, helva!
Gerçekten balığın üzerine helva iyi gider.
Babası gibi menba sularına meraklıydı. Çamlıca'daki suların her biri hakkında bilgisi vardı. Su içerken bir beyit okurdu, çay içerken bir başka beyit okurdu. M. Uzun Emirgân'da çay içerken kendisinden duymuştum, diyor:
Çay kadehte dîde-efrûz olmalı,
Leb-reng ü leb-rîz ü leb-sûz olmalı
Yani, güzel bir çayın rengi göz alıcı olmalı. Ayrıca bardağın yarısı boş değil, hafif bir dudak payı kalacak kadar dolu olmalı. İlk yudumu aldığın zamanda da ağza hafif bir çay burukluğu, lezzeti gelmeli ve çay sıcak olmalı.
*
Bir öğrencisi hocadan işittiği şu sözü düstur edindiğini söyler:
“Derler”, “demişler”, “diyecekler” kaydını
Atmadıkça hep hayat kîn ü küdürâttır sana
*
Hasan Güleç'in Mahir Hoca'dan hatırında kalan Farsça iki ifâde:
در اين درگه که گه گه کَه کُه و کُه کَه شود ناگه
“Der în dergeh ki geh geh keh kuh ve kuh keh şeved nâgeh”
(Bu dergâhta zaman zaman, ansızın saman çöpü dağ olur, dağ saman çöpü olur.)
كبوتر با كبوتر باز با باز
جنس با هم جنس كند پرواز
(Güvercin güvercinle, şâhin şâhinle; her cins hemcinsiyle (kuş alayı ile) uçar)
*
Halıcıoğlu Askeri Lisesi'nde birlikte çalıştığı Tahirü'l-Mevlevi'den sıkça tekrarladığı bir kıt'a:
Eli boş gidilmez gidilen yere
Boş gelmedim ya Rab ben suç getirdim
Dağlar çekemezken o ağır yükü
İki kat sırtımla çok güç getirdim
Mahir hocanın hayat düsturu ise kısaca şöyledir:
“Üzerimde başkasının hakkı var mı?
Yapacağım iş Hakk'ın rızasına uygun mu?”
Üst tarafı sahibinin bileceği şeydir. Bu sırada Merzifonlu Abdurrahim Nizâmeddin Rûmî'nin şu beyine yer verir:
Töve yâ Rabbi hata râhına gittiklerime
Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerime
Kemal Edib Kürkçüoğlu'nun Mahir Hoca şânındaki tarih düşürme manzumesinden:
Bir muvahhid merd-i âlî-kadrimiz mevcûd idi
Kıldı dârü'l-adni me'vâ safvet-i vicdân ile
Mümin-i kâmildi, in'âmın erip kusvâsına
Bîgümân hem-bezm olur peygamber-i Zîşân ile
Zikreder ta haşre dek tarîh-i irfân ismini
“Mahiz İz üstâd yâ hû gitti itmi'nân ile”
Rûhu şâd mekânı cennet olsun.
KAYNAKÇA
Mahir İz, Yılların İzi
Mahir İz, Tasavvuf
Mustafa Özdamar, Mahir İz Hoca; DİA, “Mahir İz”
Mehmet Çavuşoğlu, Dîvanlar Arasında
(Tasavvuf Akademisyenleri toplantısında sunulan tebliğ metni, 6 Haziran 2009, Marmara Ü. İlâhiyat Fakültesi / İstanbul)
Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ