Üsküdar Mesnevi Sohbetleri
Bu yazı İstanbul Benötesi Psikoloji Derneğinde yapılan Mesnevi sohbetinin deşifresiyle hazırlanmıştır.
AZ KONUŞ
SABIR VE SÜKÛT
Bildiğiniz üzere bir önceki sohbetlerimizde Az yeme ve Az uyumanın hikmetleri üzerinde durmuştuk. Bugünde bu sohbetlerimizin devamı ve tamamlayıcısı niteliğinde olan az konuşma üzerinde bir muhabbetimiz olacak inşallah. Az konuşmada, az yeme, az uyuma kadar hayatımızın en önemli hasletlerinden biri. Hatta az konuşmak; Az yeme ve az uyumadan çok daha önemli. Çünkü, ancak az yiyen ve az uyuyan kişi, az konuşmayı da başarabiliyor. Peygamber Efendimiz, her şeyde olduğu gibi; Az konuşmayla ilgili de ümmetini, dolayısıyla da tüm insânlık âlemini uyarmış bu konuda bir çok hâdis-i şerif söylemiştir. Bendeniz bu hâdis-i şeriflerden bir kaçını sizlere arz ederek sohbetimize başlamak istiyorum.
“Dili korumak imânın esasıdır. Kişi dilini korumadıkça imânın hakikatını bulamaz”
“İnsanın selâmeti dilini tutmasındadır. Ya hayır söyle, yada sus”
“Dil, belki diğer uzuvlardan daha küçüktür ama, yaptığı suç hepsinden çok daha büyüktür”
“Kim sükût ederse her türlü belâdan kurtulur”
“Dilin sükûtu çok mümtaz bir hikmettir, fakat çok az kişiye bu hikmet nasip olur”
Peygamber Efendimizden bu hâdis-i şerifleri işiten Hz. Ebûbekir, mübârek ağızlarının içerisinde her zaman küçük bir taş saklayarak, böylece fazla ve boş konuşmaktan kendilerini korumaya çalışmıştır.
Mânevi büyüklerimiz; insân dikenlikte çıplak ayakla yürürken ayağına nasıl dikkat ediyorsa, diline ondan daha çok dikkat etmeli demişlerdir.
Niçin az konuşma veya sözlerimiz bu denli önemli, bunu da her zamanki gibi âyet, hâdis ve Mesnevi beyitleriyle hep birlikte anlamaya çalışacağız inşallah.
Az konuşma deyince sadece susarak bir köşede sessiz sâkin oturma aklımıza gelmemeli. Nice kişiler vardır, dilleri konuşmaz ama suskunluklarında öyle bir konuşma vardır ki; kulağımızı nasıl tıkayacağınızı bilmeyiz.
Bâzı kişilerde vardır, uzun uzun konuşurlar, fakat bu konuşma insana öyle bir huzûr ve güven verir ki; âh keşke biraz daha konuşsa da dinlesek diye dûa eder, birkaç cümle fazla dinleyebilmek için çeşitli bahaneler yaratmaya çalışırız. Hz. Mevlânâ bu durumu cennet ile cehennemin kapısının açılmasına benzeterek şöyle der: Mesnevi clt.6.3482 “Sözü sırlar sarayının kapısı bil. Güzel bir söz işitince düşün bakalım cennetin hangi kapısı açıldı.
Kötü bir ses mi geldi; bed bir söz mü işittin ? Dikkat et bakalım cehennemin hangi kapısı sana açıldı ?
Evet efendim, görüldüğü üzere söz, daha bu âlemde bizlere cennet veya cehennemin kapısını açan büyülü bir titreşim.
Fakat; şunu da önemle arz etmek isterim; Susmaktan gaye her şeyde olduğu gibi kişinin yerini ve haddini bilmesidir.
Çünkü anlatılmak istenen bilinçsiz bir şekilde susup, bir köşede sessiz kalmak değil; tevekkül içerisinde sâkin olmaya çalışarak, belli bir edeb ve üslûp dahilinde az ve öz konuşmaktır. Nitekim; “İsrâ sûresi 53- Furkân sûresi 63 – 72 Kasâs sûresi 55. Hucurât 11. 12- Necm 32. Duhâ 10 ” maddi mânevi çeşitli olaylar karşısında söz ve tavırlarımızı belirleyen, bizlere yol gösteren, son derece önemli uyarcı âyetlerdir. Bir kûdsi hâdis-i şerifte şöyle buyrulur: Ey âdemoğlu, kalbinde bir katılık, bedeninde bir hastalık ve rızkında bir eksiklik gördüğün zaman, bil ki boş şeyler konuştun. Ey âdemoğlu, çok konuşmakla hikmet ve inceliği nasıl arzu edersin. Sen hikmeti dilinin ve kalbinin sükûtunda ara bul.
Hâdis-i şeriften anlaşıldığı üzere; sadece dilin sükûtu yetmiyor, bir de kalbin sükûtu söz konusu. Az konuşmayı daha iyi anlayabilmek için, susmayı üçe ayırmakta fayda var.
1. Cenâb-ı Allah'ın ilâhi takdirine karşı susmak
2. Peygamber varisi olan, Allah dostlarına, karşı suskun ve sessiz olmak
3. Avama; yâni câhil insanlara karşı susmak.
İlâhi takdire karşı susmak hâdis-i şerifte arz edildiği gibi dil ile birlikte kalbin de susmasındır ki, bu durumu Mesnevi'den kısaca arz etmek isterim.
Clt.3.452 : “Yer yüzü Eyüp Aleyhisselâm gibi gökyüzüne teslim olmuştur. Cenâb-ı Allah'a; ben senin esirinim ne dilersen üzerime onu yağdır diyip susup beklemektedir.
Ey insân oğlu, sende yer yüzünün bir parçasısın. Onun üzerinde yaşıyorsun. Sende Allah'ın buyruğuna kaza ve kaderine karşı gelme toprak gibi ol sus. Sizi topraktan yarattık ( Taha sûresi 55 ) âyetini duydun işittin. Bu âyeti biliyorsun. Demek ki Cenâb-ı Allah, senin de toprak gibi olmanı istiyor. O zaman sende ilâhi takdire karşı gelme, sende toprak gibi sus ve sessiz ol.
Cenâb-ı Allah buyurdu ki; Ey insân dikkatle bak da gör; senin topraktan yaratılmış bedenine rûhumdan bir tohum ektim. Böylece seni yücelttim. Sen bu toprağın bir tozu iken seni üstün bir varlık yaptım. Sana akıl ve aşk verdim.
Sen, sadece bir hamle daha yap, toprak olmayı kendine hûy edin, bende seni bütün yarattıklarımın üstüne emir kılayım.
Toprak olmaktan korkma ! Su önce yüksekten aşağı akar, sonra yukarılara yükselir. Buğday çiftçi tarafından önce yere toprağa atılır. O daha sonra toprağın altından baş çıkarır da gök yüzüne doğru yükselir. Dik kuvvetli bir başak haline gelir.
Her meyvenin tohumu önce yerdedir toprağa karışır. Ondan sonra yerden baş kaldırırda yücelere yükselir”
Efendim; Hz. Mevlânâ Cenâb-ı Hakk'ın diliyle: “Toprak olmaktan korkma, her şey topraktan baş kaldırır yücelir” diyerek bizlere cesâret veriyor. Yol gösteriyor. Gerçekten de bu cesârete çok ihtiyacımız var.
Çünkü, nefs denen mahlûkun ayaklar altında ezilip toprak olması lâzım. Göz yaşıyla gece gündüz o toprağı sulamak lâzım. Kendi kendine tapmaktan vaz geçip, bir güzele âh…. etmek, gönül ateşiyle yanıp yakılmak lâzım. Her türlü belâ ve ıstıraba belî deyip; “Ebû Turâb” olup toprağa karışmak lâzım. Kolay mı Alî olmak ? kolay mı toprağa karışmak ?
Derler ki; Hz. Alî toprakta yatmış uyumuştu. Onu toprağa bulanmış olarak gören Peygamber Efendimiz; kendisine, Ey Ebû Türâb diye seslendi. O günden sonra da Ebû Türâb Hz. Âli'nin lâkabı oldu. Sadece üzerine toprak bulaştı diye Ebû Türâb olunsaydı bu âlemde birkaç tane daha Ebû Türâb olurdu.
Herkeste bilir ki; toprağın hâli ile hallenmedikten sonra tarlada yatıp uyumakla türâb olunmaz. Hele Âli hiç olunmaz.
Az evvel arz ettiğim birkaç Mesnevi beytini bir kez daha tekrar etmek isterim:
Cenâb-ı Allah buyurdu ki; Ey insan dikkatle bak da gör; senin topraktan yaratılmış bedenine rûhumdan bir tohum ektim. Böylece seni yücelttim. Sen bu toprağın bir tozu iken seni üstün bir varlık yaptım. Sana akıl ve aşk verdim. Sen sadece bir hamle daha yap, toprak olmayı kendine hûy edin bende seni bütün yarattıklarımın üstüne emir kılayım.
Efendim; Bu beyitlerden anlaşıldığı üzere; Cenâb-ı Allah bizi topraktan yarattı ve kendi rûhundan da bedenimize bir tohum ekti. Bu tohumun yeşermesi içinde; toprak huylu olup, toprağa karışmaktan başka çâre yok. Nasıl toprağa karışacağız ?
Birincisi: Rûh bedenden ayrılıca nazla niyâzla beslediğimiz bu bedeni götürür toprağa gömerler öylece toprağa karışırız. Bu hepimizin başına gelecek bedeni ve zâhiri ölümdür.
İkincisi: Yine hepinizin bildiği gibi ölmezden evvel ölmek, hâl olarak toprağa karışmaktır. Elbette aslolanda budur.
Ölemeden evvel ölüp hâl olarak toprağa karışmak için de Hz. Mevlânâ'mızın buyurduğu gibi; Tevazu ve mahfiyet sahibi olmak birinci şart. Hâni Hz. Mevlânâ'nın yedi öğüdü vardır oradaki bir beyitte şöyle der.
“TEVAZU VE MAHFİYETTE TOPRAK GİBİ OL”
Çünkü ancak bu hasletler insanı yumuşak ve latif yapar.
İnsanlık tohumda ancak yumuşak latif bir zeminde yeşerip gelişir.
Söz konusu olan deve dikeni değil ki çölde sert kuru toprakta yetişsin.
Gül, sümbül, yumuşak toprakta yetişirken, dikenli kaktüsler sert kuru toprakta yetişir. Anlayana bunda bile bir çok hayır, hikmet, işaretler var.
Beden toprağını yumuşak tutacağız ki, hoş kokulu nebatlar bitsin. Eşref-i mahlûkata yakışır haller tecelli etsin.
Nasıl yumuşak tutabiliriz ?
Divân-ı Kebir. clt.1. no 60: Toprak elsiz ayaksızdır. Çok ıstıraplar çekmiştir. Ayaklar altında çiğnenmektedir. Bütün bunlara karşılık hiç şikâyet etmez susar oturur. Bazen susuzluktan ciğeri yanar. Onun içindir ki dereler çaylar da koşa koşa hep ona gitmek isterler.
Görüldüğü üzere, beden toprağını yumuşak tutmanın birinci şartı; ilâhi takdire karşı tevekkül içersinde eyvallah sahibi olmak. Yâni susmak.
Bizlere kahır, belâ, dert, keder gibi görünen bâzı lütûflar ancak körler mahallesine gürültü ve figan düşürür. Gözü görene gelen sevgilidir. Sessizlik, huzûr kâmil insanların vasfıdır, onların bulunduğu yerde ses, gürültü, patırtı olmaz. O mümtaz insanların ömrü, neden ve niçinlerle, eyvahlarla gelip geçmez. Sabır ve teslimiyet onların şânındandır. Ciğerleri susuzluktan yansa bile ilâhi takdire itirazları olmaz. Sükûnet içerisinde sabırla bekledikleri içinde su onların ayağına gelir. Çünkü Cennetteki dört ırmaktan biri olan su ancak sabırla tecelli edip akmaya başlar.
Mes clt.4.1006: Biz nimet ve hikmeti âciz ve mütevâzı kişilere verdiğimiz için toprağa da bu fazileti verdik. Toprağın dışı belki sevimsizdir ama için de nice cevherler var. Toprağın dış yüzü gamdır, kederdir, içerisinde ise yüz binlerce gülüşler gizlidir.
Ne kadar önemli bir beyit: “Biz nimet ve hikmeti âciz ve mütevâzı kişilere verdiğimiz için toprağa da bu fazileti verdik” Bu beyitte başlı başına farklı bir konu. Fakat birkaç cümle ile arz etmek iterim: Görüldüğü üzere insân yaratılmış olduğu toprağa benzemiyor. İnsâna hamur olan toprak mizâcını, insandan alıyor. Toprak huylu olmak için her hangi bir değişim söz konusu değil. Sadece aynaya bakıp “toprağa” aslımızı özümüzü hatırlayıp, ona göre de yaşantımızı, duygu ve düşüncelerimizi şekillendirmemiz gerekiyor.
Efendim toprak bize cansız duyarsız bir varlık olarak geliyor ama hiçte öyle değil. En az bizler kadar duyarlı, bizden daha çok zikir, fikir, şükür sahibi.
Hz. Mevlânâ Mesnevi'de; sonbaharla, soğukla karla kışla toprağın nasıl zor bir imtihana tutulduğunu anlatır. Onun bu zor imtihanlara susup sabretmesi karşılığında da bedeninde nice yemişler bitmesine vesile olur.
Burada “Benim sadık yârim kara topraktır diyen âşık Veysel'i de rahmet, minnet ve şükranla yâd ediyorum”
Başka bir Mesnevi beytinde ise: Toprak emin kişidir der Hz. Mevlânâ'mız. Emin kişi olmak içinde Muhammedi ahlâka sahip olmak lâzım.
Malûm, Peygamber Efendimiz Muhammed-ül Emindi. Bu beyitte de Peygamber Efendimizin ahlâkına işaret var.
Muhammedi ahlâka sahip olmak, ilâhi takdire karşı susabilmek içinde SABIR birinci şart. Çünkü sabırsız bir insanın susmayı ve hoş görmeyi başarması mümkün değil.
clt.6.3979: Peygamberin olan Hz. Mustafa'ya bak, sabır ona at oldu da onu göklerin en yücesine miraca çıkardı.
Efendim sadece Peygamber Efendimize değil, diğer peygamberlerinde hayatına baktığınızda hepsinin yaşam merkezinde öncelikle sabrı görürsünüz.
Hepinizin bildiği mevzûdur. Hz. Mûsâ'nın peygamberliğinin Cenâb-ı Hakk tarafından tasdik edilişine, bir koyuna göstermiş olduğu sabır vesile olmuştur.
Peygamber Efendimiz bir hâdis-i şerifte sabır ile imânı eş değerde tutarak “sabrı olmayanın imânı da yoktur” diye buyurmuştur.
Elbette sabır başlı başına büyük bir sohbet konusu fakat mademki konumuz susmak. İlâhi takdire karşı susup sesiz olmak ise ancak sabırla oluyorsa birkaç cümlede olsa sabırdan bahsetmek gerektiğine inanıyorum.
Mes. Clt.2.3147: Sabır sırat köprüsüdür cennet ise karşı tarafta. Mes. Clt.3. 213: Susup sabretmeden acılara katlanmadan hiç kimse bu âlemde kurtulmadı kurtulamaz da.
Yine başka bir Mesnevi beytinde: Cenâb-ı Allah dileseydi dünya'yı kün emriyle bir anda yaratabilirdi fakat öyle yapmadı yavaş yavaş altı günde yarattı.
Bunun hikmeti kullarına sabrı öğretmek içindi der. Yâni bizâtihi Cenâb-ı Allah sabırda kendisini kullarına örnek gösterdi.
Efendim asıl konumuz susmak, arz etmeye çalıştığımız ise ilâhi takdire karşı susup, sessizce bu ilâhi takdirin hikmetini anlamaya çalışmak.
Niçin susarak sessizce hikmetini anlamaya çalışıyoruz ?
Birincisi şu ki; Hz. Mevlânâ; “ Konuşarak dostu düşmana kesme bu edebe sığmaz, dostluğu da yakışmaz der”
Burada dost Allah'tır. İlâhi takdire karşı çıkıp sağda solda insanlara dert yanmak, şikayet emek, dostu düşmana kesmektir. Buda elbette edebe aykırıdır. Dostluğa da yakışmaz.
İkincisi; susup sabırla beklemekle, merak ettiğimiz bir olayın iç yüzü, mânevi boyutu bize çok daha çabuk açılır. Bu durumun nasıl olduğunu Mesnevi'den arz etmek isterim.
LOKMAN İLE, HAZ. DAVUD'UN HİKAYESİ
Mesnevi clt.3.1842. Lokman tertemiz nûrlu yüzlü Hz.Dâvud'un yanına gitmiş, onun demirden halkalar yaptığını görmüştü.
O yüce pâdişah, yaptığı çelikten halkaları bir birine takıyordu.
Lokman zırh yapma sanatını görmemişti. Bu işe şaştı kaldı. Vesveseleri de artıkça arttı.
Acaba bu neye yarar ? Kat kat halkalarla ne yapıyor ? acaba kendisine sorsam mı ? diye hatırından geçiriyordu.
Sonra kendi kendine “ Sabredip sormamak daha iyidir” dedi.
Çünkü susup sabretmek insanı arzu ve maksuduna çok daha çabuk ulaştıran bir kılavuzdur.
Bir şeyi sormayınca, o şey sana daha çabuk açılır. Sabır kuşu bütün kuşlardan daha hayırlı uçar.
Eğer sorarsan isteğin daha geç hâsıl olur. Çok kolay bir şey senin sabırsızlığın yüzünden zorlaşır.
Lokman bir zaman sustu ve seyretti. Hz. Dâvud da işini bitirdi.
Sonra da yaptığı zırhı sabırlı lokmanın karşısında giydi.
Yiğidim bu zırh insanı savaşta yaralanmaktan koruyan bir elbisedir dedi.
Ey filân; Ve'l-asr sûresinin sonunu dikkatle oku da gör: Allah sabrı Hakk ile beraber andı. Sabrı Hakk'a eş etti.
Cenâb-ı Hakk yüzlerce kimyâ, yüzlerce tesirli faydalı davâlar yarattı. Fakat insanoğlu sabır gibi faydâlı hiçbir devâ görmedi.
Efendim bu beyitler insana ne kadar farklı geliyor değil mi ? Halbuki bizler bir şeyi sorup araştırmakla çok çabuk öğreniriz zannediyoruz. İşin zâhiri yönü belki böyle ama, bâtını yönü hiçte öyle değil. Niçin öyle değil ? Bunu da yine Mesneviden arz etmek istiyorum:
Mesnevi clt.3. 21: Allah'ın büyüklüğünü, kudretini, yaratma gücünün sırlarını susam çiçeği gibi yüzlerce dili olduğu halde susan sessiz kalan konuşmayan kişi ancak duyabilir.
Fakat bu da yanlış anlaşılmasın. Dünyevi ilmi bir araştırma yapıyoruz, elbette sorup soruşturacağız öğrenmeye çalışacağız. Durduğumuz yerde o ilim bize gelmez. Bir kez daha arz etmek isterim; Burada anlatılmak istenen; gerek maddi gerek mânevi yaşadığımız bazı olaylar karşısında hemen sert reaksiyonlar gösterip, nedenler, niçinlerle, sorun çıkarıp ümitsizliğe düşmemek, sabır ve sükût içerisinde olayların akışını gözlemlemek. Sözler, olaylar, tohum gibidir toprağa ekilir ekilmez meyve vermez . Sabır ve tevekkül içerisinde vakti saatini beklemek gerekir.
Mesnevi clt 3. 2725: Sabır ve sükût ilâhi rahmete sebep olur. Belirti ve şâhit arayışın aceleci davranışın sendeki hastalığın eseridir.
Susun âyeti emrini kabul et ki sevgiliden susmanın karşılığına senin de canına ilâhi bir lütûf gelsin.
Ayrıca yukarıda arz edilen beyitte: Ey filân Ve'l-asr sûresinin sonunu dikkatle oku da gör: Allah sabrı Hakk ile beraber andı. Sabrı Hakk'a eş etti.
Bendeniz hatırlamak için Asr sûresini arz etmek istiyorum.
Andolsun asra ki; muhakkak insan kati ziyanda dır. Ancak imân edenlerle, güzel güzel amellerde bulunanlar, bir de birbirlerine Hakk'ı ve Sabrı tavsiye edenler müstesnâ.
Evet efendim susmayı daha iyi anlayabilmek için üçe ayırmıştık.
1. Cenâb-ı Allah'ın ilâhi takdirine karşı susmak
2. Peygamber varisi olan, Allah dostlarına, karşı suskun ve sessiz olmak
3. Avama; yâni câhil insanlara karşı susmak.
İlâhi Takdire karşı susmayı, dolayısıyla da sabrı kısaca da olsa arz ettik. Şimdide sohbetimizi tamamlayıcı nitelikte olan mânevi büyüklerimize karşı susmanın önemi üzerinde duracağız.
( Nâçiz sohbetimizin devamında buluşmak üzere aşk içinde hayra karşı olunuz.)