Allah Dostları ve Mevlânâ

Bütün veliler. Peygamber efendimizin yolunda yürüyerek halkı irşad etmeğe gayret sarf etmişlerdir. Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rifaî, Celaleddin Rumî, Şah-ı Nakşibendî gibi ehl-i sünnet yolunda olan tarikat sahibi velîleri birbiri ile mukayese etmek, gönül verdiğimiz herhangi birini diğerlerinden üstün görmek edebe muhaliftir. Çünkü bunların her biri Alemlere rahmet olan Resülullah efendimizin seçkin birer kumandanı olup, îmansızlığa, cehalete, kötü huylara, nefsani duygulara karşı savaşa girişerek, sayısız mü'mine rehber olmuşlar, yol göstermişlerdir. Bunlar aziz Peygamberimizin varisleridir. Bunlar vefat etmiş sayılmazlar. Fikirleri ile ahlakları, iyi halleri ile kendi zamanlarında olduğu gibi bu günde bundan sonraki devirlerde de dünya durdukça, müslümanlık var oldukça, muhammedî yolda yürüyerek; yolunu şaşıranlara yol gösterecekler, kötü huyları düzeltecekler. fazîlet ve insanlığı yaymağa çalışacaklar ve müminleri huzura kavuşturacaklardır. Ancak bu velîlerin kendilerine has bazı meşrebleri vardır. Mesela Abdülkadir Geylanî hazretleri ma'nevî tesirde, Ahmed-er rifaî harikaları ile, Mevlânâ Celaleddîn-i Rumî ilahi aşkta, Şah-ı Nakşibend velî zühd ve takvada çok ileri gitmişlerdir. Yukarıda arz ettiğim gibi bir mü'minin bu velilerden herhangi birisine gönül vermesi ile diğerlerini görmezlikten gelmesi insafa sığmaz. Elbette insan babasını çok sever, fakat amcasını dayısını da sever. Ne yazık ki bu gün bazı kardeşlerimiz kendi gönül verdiği bir velîyi baş tacı yapmakta diğer velîleri ve onlara bağlı olanları beğenmemekte, hoş görmemektedir. Bu hal, mü'minleri birbirinin kardeşi sayan büyük Peygamberimizin emrine muhalefettir.

Senelerce evvel, Kuzey Anadolu'nun bir şehrinde oturan, ismini çok duyduğum, birkaç eserini de okuduğum bir zat-ı alî'yi ziyarete gitmiştim. Sohbet sırasında, mesnevîsinde bulunan bir iki tuhaf hikayesinden ötürü Hazret-i Mevlânâ hakkında yersiz bazı cümleler sarfetmişti. Bu sözleri o zat'a yakıştıramamış ve Hazret-i Mevlânâ'nin eserlerini okumadığı kanaatine varmıştım.

Bugün Hazret-i Mevlânâ hakkında çok şeyler yazılmakta ve çok şeyler söylenmektedir. Radyo ve televizyonda zaman zaman bu büyük veliden bahsedilmektedir. Hatta paralarının bile üstüne Mevlânâ'nın resmi konmaktadır. Her sene turist celbi maksadıyla Konya'da törenler yapılmakta, nutuklar atılmaktadır. "Mevlânâ'nın felsefesi" diye bir velîye filozofluk isnad edenler olduğu gibi O' nu dinde değişiklik yapan, yeni şeyler getiren bir reformcu sayanlar da var. Eserleri çeşitli dillere tercüme edilmiş olan Mevlânâ'yı batılılar da tanımışlar, hakkında hayli eserler yazmışlardır. Eserlerini Farsça yazdı diye tenkid eden bazı profesörlerimiz de görülmektedir. "Ben Farsça söylersem de aslım Türk' dür" diyen Mevlânâ yalnız Türk milletinin değil, bütün İslam aleminin, hatta bütün insanlığın nadir yetiştirdiği büyük bir velîdir. Fakat gerçek Mevlânâ, bizim olan Mevlânâ, hakkında söylenenlerden ve yazılanlardan çok uzaklarda aşk-ı muhammedîde kendini kaybetmiş birvelîyy-i kamildir.

"Yaşadığım müddetçe Ben Kur'an'ın kuluyum, kölesiyim. Ben Muhammed-i muhtarın yolunun toprağıyım. Birisi benim sözlerimden bundan başka bir söz naklederse Ben nakledenden de o sözden de şikayetçiyim.."

Böyle buyuran Mevlânâ'da İslamî olmayan, bir hareket, bir davranış olur mu? O tam manası ile Hazret-i Peygamber'in yolundadır, başka türlü olamaz.

Başka bir rubaîsinde buyuruyor:

"Alnımızda parlayan nur,Hak aşıklarının gönüllerinde o îman ziyası Secde eseri olarak mü'minlerin yüzlerinde görülen bütün nurlar, belki her nurun nuru Allahın sevgili Peygamberi Muhammed'in-(s.a.v) nürundandır."

Hazret-i Mevlânâ halkı irşad maksadı ile İslamî bir nazım şekli olan mesnevî tarzında hikayeler söylemiştir. Mevlânâ'nın Hüsameddin Çelebiye yazdırdığı, 6 ciltle toplanmış bulunan Mesnevî hikayelerini sadece hikaye olarak okumamalıyız. Bu hikayelerin arkasında gizlenen hakikatin sesini duymamız, Hakk'a karşı hissedilen sevginin, hayranlığın ifadesini aramamız gerekir. Açıkça söylemek lazımsa asıl Mesnevi bu hikayelerin ötesinde gizlenmiştir. Bu hikayelerin ötesinden gelen ma'nevî duyguları, hakîkatleri sezdiğimiz zaman Mevlânâ'nın büyüklüğünü ve eserinin değerini anlayacağız.

Mevlânâ şiirlerini ya Kur'an-ı Kerîmin bir ayetine, yahut yüce Peygamberimizin bir hadîsine istinad ettirmektedir. Bu sebeple İslamî olmayan, ehl-i sünnet akîdesine uymayan bir şiirle karşılaşırsanız o şiirin tereddütsüz Mevlânâ'nın olmadığına ve onun Şiî'leri arasına karıştırılmış başka bir şaire ait olduğuna hükmetmelisiniz.

Mesnevî hikayeleri, bugünün hikaye tekniğine uymadığından hikaye içinde hikayeler birbirini takip ettiğinden bu günün sabırsız, aceleci olan insanları başladıkları hikayenin sonuna varmak için yorulmakta ve uzayıp giden hikayelerin asıl ifade etmek istediği hakikati, ma'nayı anlamakta zorluk çekmektedirler. Dikkatle, sabırla okununca görülecektir ki; bu hikayelerin her biri derin manaları, fazileti, ahlakı ihtiva etmektedir. Bunlardan zevk alma kabiliyetinde olanları, bu hikayeler şu bizim içinde yaşadığımız kirli dünyamızdan alıp ruhanî bir aleme götürmektedir. Bu hikayeler insanı ahlaken, hissen ve fikren yükseltmekte, daha doğru bir ifade ile insanı gerçek insan, gerçek müslüman yapmaktadır.

Biz mesnevi'yi aslında okuyamadığımız, yanlış tercümelerini okuduğumuz için yanlış hükümler çıkarıyoruz. Hindistanda, Pakistan'da Afganistan da, İran'da, farsçanın yaygın olduğu yerlerde en çok okunan İslamî eser Mesnevî-yi Şerifdir. İngilizce ?ye çok vakıfane bir şekilde terceme edildiği ve şerhi de yapıldığı için yabancılardan çoğu bu tercemeyi okuduktan sonra Allah'ın inayeti ile müslüman olmaktadır.

Bursa'da medfun bulunan Ruhu'l-Beyan Tefsiri sahibi, büyük Velî İsmail Hakkı Hazretleri meşhur tefsîrini, hep mesnevi ile açıklığa kavuşturmuştur. Bu sebepledir ki, manevî ilimlerden, llm-i ledünden, tasavvuftan bahsedilen her kitapta Mesnevî'den alınmış beyitlere rastlanmaktadır.

Bütün bu hususlar gözönüne alınırsa, Mevlânâ'yı hikaye yazdı diye tenkid etmek büyük bir haksızlık olur. Bazan da Mevlânâ'nın şi'ri yanlış yorumlanmaktadır. Mesela şu rubaîsi:

"Yine gel, yine gel, her ne isen olduğun gibi yine gel.. Hakkı tanımıyorsan, ateşe tapıyorsan, puta tapıyorsan yine gel. Bu bizim dergahınız, evimiz ümidsizlik evi değildir. Yüz kere tevbeyi bozmuşsan yine gel.."

Günümüzde Mevlânâ'dan bahsedilen her yerde, her toplantıda sanki bu büyük velînin başka güzel şiirleri yokmuş gibi bozuk plak misali hep bu rubaî tekrar edilip durulur. Bu rubaî "Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyiniz. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O çok bağışlayan çok esirgeyendir." (39/53) ayet-i kerimesinin îzahından ibarettir. Hoşumuza giden "yüz kere tevbeni bozmuşsan yine gel" sözü ümidsizliğe kapılma, Allah'ın rahmetinden ümîdi kesme ma'nasına gelmektedir. Yoksa Hazret-i Peygamberin yolundan kıl kadar ayrılmayan Hazret-i Mevlânâ, tevbeyi sıksık bozmanın Hakk'a karşı küstahlık olduğunu elbette bilmektedir. Çünkü bir hadis-i şeriflerinde alemlere Rahmet olan büyük ve eşsiz peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır.

-"Günah işlemekte ısrar ettiği halde, günahlardan tevbe eden kişi adeta Allah ile alay etmiş olur.."

Yahya b. Muaz hazretleri de

-"Ben tövbeden sonra işlenen bir günahı, tevbeden evvel işlenmiş yetmiş günahtan daha çirkin görürüm." diye buyurmuştur.

Alemlere rahmet olarak gönderilen büyük ve eşsiz Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Günah işlemekte ısrar ettiği halde, günahlardan tevbe eden kişi adeta Allah ile alay etmiş olur..."

Şirazlı Hafız merhum da gönül kırmanın büyük bir günah olduğunu anlatmak için mübalağalı bir ifade ile:

"Kimsenin kalbini kırma da ne yaparsan yap. Bizim Şerîatımızda bundan başka bir günah yoktur.." derken gönül kırma da her türlü kötülüğü yap, günah işle mi demek istemiştir? Mevlânâ'nın rubaîsini okurken bu hususu da düşünmek gerek.

Bizim Mevlânâmız, tam muhammedi yolda yürüyen bir veliyyi kamildir. Bu bakımdan İslamiyetin dışında kalmış bir Mevlânâ düşünmek Mevlânâya hakaret olur.

Bundan senelerce evvel, müslüman olmuş bir İngiliz'le tanışmıştım. Yeni İstanbul Gazetesi bu zatı Türkiye'ye da'vet etmişti. Abdullah müslüman adını alan bu zat bendenize garib bir sual sormuştu: Hazret-i Mevlânâ içkiyi mubah mı saymaktadır? "Şaşırdım ve neden böyle bir düşünceye vardığım sordum." Mevlânâ' ya gönül vermiş olan bazı Türk dostlarım, Ankara yolu ile beni Konya'ya götürmek lutfunda bulundular. Onlarla beraber Ankara da kaldık, bir lokantada yemek yedik, onlar içki içtiler.. Ben içki içmenin müslümanlıkta haram olduğunu bildiğim için şaşırdım.

Acaba Mevlânâ mensublarına içki helaldir, diye söylemiş mi diye düşündüm dedi. Ben de İngiliz'e dedim ki: "Seni götüren dostların, Mevlânâ'nın içkiyi helal saydığını mı söylediler."Hayır"dedi." öyle bir şey söylemediler. Ama Mevlânâyı çok seven bu müslüman kardeşlerin fütursuzca içki içmeleri beni bu kanaata getirdi.

Abdullah Bey'e "Hazret-i Mevlânâ, büyük bir İslam velîsidir. İslam'ın haram kıldığı şeylere helal diyemez, yanlış bir düşünceye varmışsın. Hıristiyanlardan da perhize riayet etmeyenler gördüğünüz zaman böyle bir düşünceye varır mısınız?" dedim..

Şu veya bu şekilde Mevlânâ İslamî esaslardan ayrılmamıştır. Tam bir ehl-i sünnet erbabından büyük bir velîdir, İslamın dışında bir Mevlânâ düşünmek Mevlânâyı anlamamak olur.

Allah'ın kitabına sarıl. Peygamberlerin adetini benimse, Salih müslümanlar gibi yap. Daima ölümü düşün. Göz açıp kapama zamanı kadar olsa dahi, ölümü düşünmekten kalma. Bütün ümmete iyilik et. Sakın cemaatten ayrılma. Sonra farkında olmadan dinden çıkarsın. Ve ateşe girersin...

Veysel Karanı radyallabu anh

 

 

Yazar: Şefik Can
http://akademik.semazen.net/ sitesinden 21.11.2024 tarihinde yazdırılmıştır.