“İki Kişinin Bildiği Sır Değildir!”

“İki Kişinin Bildiği Sır Değildir!”

 

İnsanın kendini bilmesi benliğinin hakikâtini bilmesi ile mümkündür. Bu yolda yapılan çalışmaya da “nefis terbiyesi” denmiş. Sözü eğip bükmenin gereği yok: Nefis terbiyesinin özü ve gayesi iradeyi terk etmektir, iradeyi bırakmaktır. Bırakabilen bırakır, bırakamayan bırakmaz... Takdir-i ilâhi... Nasip! 

 

Şayet bırakacak olsak nereye bırakalım irademizi? Sağa sola, şuraya buraya, kapının önüne değil, tabiiki Sahibine. Sahip'i bulup, “buyur” demek gerekiyor bunun için. Unutmamalı ki yeryüzü Sahip'siz değildir. Ayetle sâbit ki Sahip'in halifesi vardır yeryüzünde.. Niye yaratmış halifeyi? Halife kim?

 

Eskiden dervişler mürşidlerine bir zarf, boş kağıt ve kalem sunarak seramonize ederlermiş bu durumu. “Cüzi iradeyi külli iradeye terk etmek”. Tasavvufun da, kulluğun da, nefis terbiyesinin de, ilmin de, hakikâtin de, var oluşun da gayesi bu terk ediştir. Bu ise ancak rıza ve teslimiyet ile mümkündür. Özünde bu rıza ve teslimiyet yoksa tahakkuk etmez. Lafla ve zorla olmaz. Gönül rızasıyla olur. İlim bilmekle de olmaz. “İstidat” dedikleri razı olma kapasitesidir. “İstersem dilimi, almazsam kolumu koparsınlar” Hz. Mevlâna (k.s). Razı değilsen, “ben” diyorsan istediğin kadar ilim bil! Dilden aşağıya inmez! İçine işlemez!

 

Onca meleğe ders verirken, ilim bilmediği için değil, “ben” dediği için şeytan ilân edildi, melek... “Ne varsa sende var” demek, “şeytan da sende var!” demek.

 

Benlik başlı başına köleliktir; benlik köleliği insana kendini “özgür” hissettirir. Böyle avlar avcı avını. Köle olduğunu idrak edip “ben köleyim” demek ise köleliği teşvik değildir; aymaya başlamaktır. Burada bahsedilen köleliğin zahirdeki kölelikle bir ilgisi yoktur. Tamamen enfüsidir. Ayrıca, bunda teşvik edecek bir taraf da yoktur. Çünkü zaten köleyiz! Teşviğe gerek olmaksızın köleleriz.. Teşvik olsa da köleyiz, olmasa da köleyiz... Derya içre olup da deryadan haberi olmayan balıklarız.

 

İnsan köle olduğunu idrak etmeden nasıl “efendi” olacak? Şu da var ki “köle” yani “kul” nasıl efendi olsun? Öyleyse, toparlayıp şöyle demeli: İnsan köle olduğunu idrak etmeden “efendi”yi tanıyamaz. Çünkü zıtlar birbirine aynadır ve Melik (efendi) olan Allah'tır.

 

Zıtlar birbirine ayna olduğundan tasavvufun gayesi “fenâ” yani yokluktur. Yokta “var” bulunur. Kölelikte “efendi” bulunur. Efendilikte de köle bulunur.Yani, kendini efendi zanneden köledir. Benliğinin, sözüm ona “efendiliğinin” kölesidir. Rivâyet olunur ki Abdülkâdir Geylanî hazretleri (k.s) çok zenginmiş. Altın tabakta, altın kaşık çatalla yemek yermiş ve servetine laf edenlere dermiş ki: “Servet bizde ama biz servette değiliz!” Halkın “efendi” diye hitap ettiği hiçbir “gerçek” efendi, ayranı altın kaseden de içse,  kendinden “efendi” diye söz etmeyip, daima “fakir”, “garip”, “aciz”, “kul” diye söz etmiştir. Bu sözler sahte bir mütevazılık arz etmeyip, o değerli Hak Dostları gerçekten fakir, garip, aciz ve kuldur!

 

İşte, “aczini bil” dedikleri de budur.

 

Köleden acizi mi var?

 

“Benim” demek benliktir. Açıktır ki köleliktir. Cüz'ü küll'e terk etmek, bir bardak suya “o benim suyum” demeyip, onu denize dökmektir. Asıl özgürlük de budur. Köleliği / benliği terk etmektir. Vazgeçebilmektir. Bunun için denizi bulmak gerektir. Denizi bulduğun halde suyu dökmezsen treni kaçırırsın. O zaman denize gitmenin de bir anlamı yoktur. Denize “deniz olmak” için gidilir. Öyleyse, bardağındaki suyu boşaltacaksın. Benliksiz benliğe kavuşmanın başka yolu yoktur.

 

(Söylemeye gerek var mı, bilmiyorum; bu teşbihte “bir bardak su” emmare nefs sahibi “mürid”, “deniz” ise nefsini bilen kâmil mürşiddir ki onun nefsi nefsi küldür.)

 

“Ben” diyende benlik vardır ve kölelik de budur. “Ben” demek, irade etmektir; irade etmek “ben” demektir. Oğlum küçükken onu tercih yapmaya, “iradesini” kullanmaya teşvik ederdim. Özgürleşsin çocuk diye!!! O ise, enteresan bir şekilde, hiç ben demeyip hep sen derdi. “Bu mu güzel, o mu güzel?”, “hangisini beğendin, yavrum?!” diye herşeyi ona sorardım. O daima: “Sen seç, benim sahibim sensin, sen karar ver” der ve beni dumura uğratırdı. Seçim yapması için uğraşırdım: “Oğlum, ben senin sahibin değilim, annenim. Hem sen giyeceksin. Sen seç, sen beğen” diyordum ama nafile, topu bana atıyordu...

 

Fıtratlarımız öyle farklıydı ki şaşırıp kalıyordum.. Hikmet-i ilâhiye bakın, benim çocuğum böyle yumuşak huylu olsun!!! BEN ki her şeyi kendim yapmak, seçmek, beğenmek isterdim. Bütün hayatım özgürlük kavgası ile geçmişti. O ise kendisine verilen özgürlüğü tepip, “sahibim sensin, senin beğendiğini ben beğenirim, sen seç” deyip, hayran hayran yüzüme bakıyor, asla ayırmıyor, ayırmayınca da “seçme” kavgasına girmiyordu. Böyle şey görmemiştim! Ne diyeceğimi bilemiyordum! Hele öyle “sahibimsin” demeleri falan!.. O da ne demekti öyle?! Kendini kedi yavrusu gibi mi görüyordu, ne sanıyordu bu çocuk kendini, beni ne sanıyordu? Anlamam mümkün değildi!

 

Gerçi, artık büyüdü, işler tersine döndü: “Annem olabilirsin ama sahibim değilsin. SEN bırak, BEN seçerim” diyor. Başladı senlik benlik kavgası, alıştı tabii bu dünyaya... Ama bu arada bana “sen” demeyi öğretti. O “ben” demeyi öğrenirken, ben de “sen” demeyi öğrenmiş oldum. Eğer anneyseniz, “bir çocuğun annesine sadakatini” okumak için kitap almaya, roman okumaya gerek yoktur. Allah sizi “anne” yaparak kitabın da, romanın da, hayatın da, sadakatin de içine koyuyor zaten… Sadakati OKUmak, sâdık OLmaktır.  Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz!” Mallarımız ve oğullarımız bizim için ancak birer imtihan vesilesi ise, onlarla yaşadıklarımızı okumaya başladığımızda hayatımızın anekdotlarla dolu kalın bir kitap olduğunu görmemiz işten bile değildir. Eğer anlayabilirsek, hayatta karşımıza çıkan hiçbir şey boşuna olmayıp, sadece düşünüp ibret almamız içindir. Okuyana, hayat kitaptır.

 

                                                                       ***

 

Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrım!”

 

Görünen o ki, herkes ilme, akla, fikre, cennete, huriye, kısaca almaya talip; vermeye talip yok! Behey Talip! Sen neye talipsin? İnsan bir kıza bile talip olunca, elinde çikolatayla, çiçekle istemeye gidiyor. Ya sen, Hak'ka elin boş mu gidiyorsun? Kelleyi koltuğa koymadan nereye gidiyormuşsun? Sen ki şuna buna değil, “Hak'ka talibim” diyorsun, “sırra talibim” diyorsun… Başını vermeyene sır verilir mi? O sana sırrını verse sen O'na ne vereceksin? Sen O'na kendini vermezsen O sana sırrını verir mi? Sen O'na kendini vermeden O sana sırrını verse, bütün âlem duyar, ortada sır kalmaz!..

 

Ölmeden önce ölünüz, vesselâm!

 

Ölünün iradesi olur mu? Ölü ağzını açıp konuşur mu? Sırları ifşa edebilir mi ölü? Öyleyse, kim ölüdür, o “el-emîn”dir. “Bilen söylemez, söyleyen bilmez!”, vesselâm. “Ser verdi, sır vermedi Server Baba”. Sende sen duruyorsa senden söyleyen, görüp, işiten O değil, nefsindir! Senden O'nun söylemesi demek senin iradenin olmaması demektir. İki kişi varsa, kavga vardır. Biri diğerine galip gelir ve onun dediği olur. Zayıf olan güçlenince tekrar kavgaya başlar ve bu böyle sürer gider. Bu yüzden nefisle cihad edilir. Bu yüzden bu cengin gayesi ölmektir. Cihadla umulan rıza ve teslimiyet hâli ikiyi teke düşürür. Erenler, aldıklarıyla, bildikleriyle değil, verdikleriyle, teslimiyetle erdiler; ermeyenler, bilmedikleri için değil, vermedikleri için, teslim olmadıkları için ermediler. Teslim olmadıysan, “iki” teke düşmediyse, bil ki: “iki kişinin bildiği sır değildir!” Bildiklerin herkesin bildiğidir.

 

Hep i'tibarı atmışam, aşıldığa el katmışam
Ben nefsi dosta satmışam, bu düşmenanı neylerem

 

                               Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.       

 

Hâl böyle olunca, “mürşidler gününde” müridin mürşidine en büyük armağanı hevâsıdır, arzularıdır. Bir kutu baklava değildir! Mürid, ne vakit mürşidine arzularını getirmiştir, o vakit gerçekten mürşide gelmiştir, mürşide bağlanmıştır. Hem de özünden özüne olarak, özünde bularak. Özünde bulmasa kimse kimseye getirip nefsini vermez. Nefis dediğimiz bir kutu baklava değildir ama baklava yeme isteğidir; arzudur, iradedir ve terk edilmesi gerekir. Artık o “mürşidler günü”, aynı zamanda “müridler günü”dür. Çünkü mürid mürşid Cem OLmuştur. Müridin kurban bayramıdır. Çok kan akmıştır ama sürüler içinde “Sürmeli” koyunun boynu da, en sonunda, önüne düşmüştür. İllâhû.

 

Her kim Ulu'l-Emr'e itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah'ın huzuruna lehinde hiç bir delili olmadığı halde kavuşur. Kim de boynunda (halifeye) beyat olmadığı halde ölürse cahiliye ölümüyle ölmüş olur.” Hadis-i Şerif

 

Ayn'ü 'Şin'ü Kaf'a düşdi gönlümüz
San ki küh-i kaf'a düşdi gönlümüz
Yâr-i pür-eltâfa düşdi gönlümüz
Sanmanuz kim lâfa düşdi gönlümüz
                                               Nesimî

 

Rahmet, Şefaat, Himmet Bir OLa…

 

Hû!

 

                                                    ***

 

Okuma: http://www.semazen.net/roportaj_detay.php?id=66

 

"Her ilim dalında otorite mefhumu vardır. Siz bilgide otorite kabul etmiyorsanız epistemolojik anarşistsiniz demektir. Aslında bu en sonunda otorite benim sonucuna çıkarır ki bu da demonik bir tavırdır. Şeytan'ın Allah'ı kabul etmediği için şeytan olduğunu zannetmeyiniz. Şeytan ateist değildir, tanrıtanımaz değildir. Şeytan İnsanî otoriteyi kabul etmediği için lânete düçâr olmuştur. İnsân-ı kâmil'in otoritesi önünde acziyeti itirâf bu yolun başıdır. Bilmeyene öğretirler, ağlayana emzik verirler ama "ben biliyorum" diyene kimse yardımcı olamaz."

 

13 Mart 2009

meryemirmak@gmail.com

 

Yazar: Meryem Irmak
http://akademik.semazen.net/ sitesinden 21.11.2024 tarihinde yazdırılmıştır.