Vahdet deryasına dalmak
Arslanı bekletmekten çılgına dönüştüren, arslanın sabrını zorlayan tavşan, nihayet yola koyulur. Hile ve tedbiri ile arslanın alt etmenin kurgusunu yapar. Geciktiği için arslandan özür dilemeye çalışır:“Tavşan arslana gitmede epeyce gecikti. Yapacağı hileyi kendi kendisine kararlaştırdı. Bir hayli geciktikten sonra arslanın kulağına bir iki sır söylemek üzere yola düştü. Aklın sedâsı gör ne âlemlerde. Akıl deryası ne kadar engin. Beşer aklı uçsuz bucaksız bir deniz gibidir. Bu deryaya ey oğul! Bir dalgıç gerek. Bizim bu suretimiz o deryada su üzerinde yüzen kâseler gibidir.”
Akıl her ne kadar kesafetten uzaksa da hakiki letafet sahibi varlığın yanında kesîf sayılır. Ruhlar, misal ve şehâdet âlemlerine “şuhûs-ı selâse” adı verilir. Bunlardan ruhlar âlemi, misal âlemine nazaran daha latif, misal âlemi de ruhlar âlemine nazaran daha kesiftir. Bunun gibi misal âlemi şehâdet âlemine nazaran daha latif ve şehâdet âlemi misal âlemine nazaran daha kesiftir. Bunların hepsi de Vücûd-ı Hakîki"ye nispetle kesîftir.
Akıl ruhlar âleminden sayılmaktadır. Suret âlemine nazaran aklın şahsiyetinde pek çok acayip ve garip âlemler vardır ve çok geniş bir deryadır. Suret âlemi aklın şahsiyeti ile imar edilmiş olur.
Gönlümüz, ilâhî aşkla dolu değilse, bizim şu görünen maddî varlığımız boş bir kap gibi deniz üstünde serserice gezer, durur. Bu hal, bizde bulunandan habersiz olarak koşup durduğumuz, dünyevî hayatın bir ifadesidir. Biz boş bir kap gibi deniz üze-rinde yüzüp dururken, suret âleminden, kesretten kurtulamayız. İçimiz aşk ve imanla dolu olmadığı için “Vahdet Deryası”na dalamayız. Vahdet deryasına dalamayan, hakikat incisini nasıl elde eder? O zaman suret kabımızı akıl deryasına batırmamız gerekmektedir:
“Suret ve şeklimizin içi aşk ve imanla dolu olmadıkça, o, denizin üstündeki boş kap gibi yüzer durur. Fakat içi ilâhî şuurla dolunca akıl denizine gark olur gider.”
Suret varlığımız latif ve tatlı olan akıl denizi içinde kâseler gibi yüzüp durmaktadır. Kâselerin hareketleri nasıl suyun akıntısına bağlı ise bedenimiz de akıl denizinin hareketine bağlı olarak hareket eder.
Aklın düşünce alanı okyanusa benzemektedir (deryay-ı akl) Sınırlı ve kişisel benliğimiz bu okyanustaki bir kâse gibidir. Akıldan yoksun bireysel ve sınırlı benliğimiz, boş bir kâse gibi bu okyanusta yüzüp durmaktadır. Böylesi bir benlik, suyun sathında yüzen başka leğenler de görür. Sınırsız ve Aşkın Varlık"ın kudretini müşahede edebilmemiz için, kendi sınırlı ve bireysel benliğimizi akıl deryasına daldırmamız gerekmektedir. Su dolu kâse gibi akılla dolan benliğimiz de o deryaya gark olur. Batan bir kâsenin su üzerinde yüzen kâselerden ayrılışı gibi onun nazarında suret âlemi artık görülmez olur. İşte o zaman ruhlar âleminin esrarını keşfeder.
Şu bir gerçek ki, suret âlemi akıl deryasından bir katre ve dalgadır:
“Akıl denizi gizlidir, görünmez görünen âlem, sûret âlemidir. Bizim şu dış görünüşümüz, akıl denizinin bir dalgası yahut bir ıslaklığıdır.”
Akıl, tek ve küllî bir hakikattir. Hz. Muhammed"in küllî ruhunun bir sıfatıdır. Onun için Peygamber Efendimize “akl-ı evvel” ve “akl-ı kül” de denilmektedir. Suret âleminin ve dış dünyanın muntazam bir şekilde yaratılması akıl vasıtasıyla zuhur eder. Suret âleminin inşasında “akl-ı küll” etkili olmakla birlikte kendisi bir sıfat olduğundan, duygu yetileri ve hissî bir işaretle “işte akıl budur” diye gösterilemez. Çünkü akıl hissî bakışlardan gizlenmiştir. Fakat suret âlemine mensubiyeti bakımından zahirdir. Örneğin güzel bir binaya bakınca his nazarımızla önce bina görünür. Sonra mimarın akıl düzeyi idrak edilir. O hâlde suret âleminden bir suret olan bizim bedensel varlığımız da akıl deryasından birer dalga ve katre mesabesindedir.
Akıl deryasına ise yine akılla gidilmesi gerekmektedir:
“Şekil ve dış görünüş, akıl denizine küllî aklın nur deryasına dalmak, deniz olmak ister, fakat aklı akılla, nûru nûrla aramayıp da, hislerine ve sebeplere baş vurduğu için, akıl denizi, onu, o başvurduğu şeyden de uzağa atar.”
Küllî Akıl, Rûh-ı Muhammediyye mertebesinin sıfatı, tüm cüzî ruh ve akılların aslıdır. Şehadet mertebesinde bizim suretlerimizi aydınlatan cüzî akıllarımızdır. Cüzî akıllarımızı aydınlatansa küllî akıldır. Deryâ-yı akıl olan küllî akıl mertebesine suret yoluyla ulaşılamaz. Vehm, his, hayal ve fikir gibi dış faktörlere değil yine aklın kendi rehberliğine müracaat edilmelidir. Suretin rehber ve delilliği kişiyi kendi küllünden daima uzaklaştırır. Akıl denizi suret botları ile kendine gelmeye kalkışanları lodos dalgası ile tekrar kıyıya uzaklaştırır.
Suretten öteye geemeyen, mânâyı yakalayamayan ve eşyanın künhüne vakıf olamayanlar, sır sahibini de göremezler:
“Çünkü o, dış görünüşe ve şekle kapılmıştır. âdetâ gönül kendini, kendi zâtını bilmemekte, kendisine sırlar söyleyen gerçek sevgiliyi görememektedir. Ok da kendisini uzaklara atan, gerçek atıcıyı müşahede edememektedir.”
Bir önceki beyitte “Akıl denizine girmek isteyen başka vasıtalara müracaat ederse deniz onu uzaklara atar” demişti. Bu beyitte onun hikmeti anlatılmaktadır. Suret vasıtasına başvuran kişinin aklı sadece sureti görür, suretin arkasında saklı bulunan sır vericiyi görmez. Uzak atıcı olan akl-ı küllin attığı tedbir oklarını göremez. Akl-ı cüzîsinin o tedbirler içinde olduğunu bilemez. “Okun kendisini uzaklara atan gerçek atıcıyı göremeyişi”, ehliyet ve kabiliyeti bulunmayanlara akıl ve ruh gibi manevî olguları anlatmamayı ifade etmektedir.