Derdimizi anlatabileceğimiz dostlar

Derdimizi anlatabileceğimiz dostlar

 

Mesnevî"nin ikinci büyük hikayesine geçiyoruz. “Padişah ile Cariye” hikayesini, işte bu bizim hikâyemizdir diye sunan ve kendisinin ruh atlasını ortaya koyan Mevlana, ruhlar âleminden dünya âlemine geliş seyrini, aslımızdan kopuşun verdiği ıstırabı, Hak"tan ayrı kalmanın sancısını ve Hakk"ı özleyip O"na kavuşmanın tadını anlattı. Hakikat arayışının anlatıldığı birinci hikâyeden sonra gelen “Taassup yüzünden Hıristiyanları öldüren Yahudi padişahı” hikâyesinde ise hakikatin tersyüz edilme girişimlerine dikkat çekmektedir. Hakikati bir bütün olarak yaşamak gerektiğini, hakikat yolundan koparmak isteyen yol bezirgânlarına kanmamak gerektiğini anlatmaktadır. Mevlânâ hikâyesine şu sözlerle başlar: 

“Yahudiler arasında, İsa düşmanı ve Hıristiyanları öldüren zalim bir hükümdar vardı. Halbuki peygamberlik zamanı ve nöbeti Hz. İsa"ya gelmişti. Musa devri geçmişti. Öyle olmakla beraber o Musa"nın, Musa da onun ruhu gibi idi.”

Bu beyitleri ile peygamberlerin birbirinden ayrı düşünülmemesi gerektiğini vurgulayan Mevlânâ, bu hikâyeyi dinlerin esas itibariyle tevhit ve vahdet üzere kurulduğunu anlatmak için zikretmektedir. Bu gerçek Kur"ân-ı Kerim"de şu şekilde dile getirilmektedir:

“Resûlüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz.” (Al-i İmrân, 3/64)

 “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah"ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler.” (Bakara, 2/285)

Peygamberlerin tebliğ ettikleri hakikat bakımından herhangi bir fark yoktur. Fakat her birinin kendilerine özgü bir mertebe ve derecesi vardır. Şöyle ki:

“O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini yapar.” (Bakara, 2/253)

Peygamberlerin birbirinden ayrı düşünülmemesi gerektiğini ilgili âyetlere telmihte bulunacak şekilde dile getirdikten sonra Mevlânâ, sözlerine şu şekilde devam etmektedir:

“O şaşkın Padişah, Allah yolunda, İsa yolunda yürüyen, Hak dostları olan Musa ile İsa"yı birbirinden ayrı sandı. (Mesela) ustası bir şaşıya:

"İçeride asılı şişeyi dışarı getir" dedi. (Şaşı çırak):

"Bu iki şişeden hangisini senin önüne getireyimâ İyice anlat." dedi. Usta:

"Şişe iki tane değildir; haydi şaşılığı bırak, (azı) çok görücü olma!" (Şaşı çırak:)

"Ustacığım beni azarlama, şişe iki tanedir." deyince usta:

"(Öyleyse) o iki şişenin birini kır." dedi.

Çırak şişenin birini kırdı, fakat ikisi birden gözden kayboldu. İşte insan, hışım ve gazaptan böyle şaşı olur (biri iki görür.) Aslında şişe bir taneydi, şaşının gözüne iki göründü. Şaşı o "bir" şişeyi kırınca öbürü de yok oldu.”

Mevlânâ bu hikâyede;

Yahudi hükümdarı şaşı çırağa,

Çırağın şişeyi iki görmesini Musa ve İsa (a.s.)"ı birbirinden ayrı görmesine benzetiyor.

Ortada ve hakikatte bir şişe vardır. O da o dönemin peygamberi Hz. İsa"dır. Çırak, şişenin birini, daha doğrusu şişeyi kırınca ikisi birden kırılıverdiği gibi Yahudi hükümdar da İsa (a.s.)"ı kırmak suretiyle aslında Musa (a.s.) da kırmıştır.

Sözlerine devamla Mevlânâ, hiddet ve öfke ile gözü dönenlerin durumunu şu şekilde tarif etmektedir:

“Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır.  Gazapla bakınca hünerler görünmez olur. Gönülden, göze, yüzlerce perde iner.”

Hiddet Ve şehvet anında gözü dönenler, doğruyu düşünemez, hakikati, iyiliği ve doğruyu göremezler. Bir Hak dostunun söylediği gibi, kul ile Hak arasındaki perdeler ister yetmiş bin kat olsun, ister soğan zarı kalınlığında olsun netice birdir: Kul Hakk"ı göremez.

Muhabbet ve rıza ile bakan gözler hiç ayıp görmezken, garaz ve öfke ile bakan gözler olanca kötülükleri ortaya çıkarır. İngiliz filozof Lord Bacon (ö. 1626), öfkenin sonucunu şu sözü ile veciz bir şekilde ortaya koymaktadır: “İnsanların en büyük dostu, zorluklardır; çünkü insanları karşılaştıkları zorluklar kuvvetlendirir. Öfke, aptalları akıllı yapar; ama yoksul bırakır..”.

Abdullah b. Münâzil (ö.330/941) ise Hamdûn el-Kassâr (ö.271/884)"a;

“- Bana bir tavsiyede bulun” der, o da;

“- Gücün yettiği müddetçe dünyevî bir şeye kızmamaya gayret et” demiştir.

Tüm bu hatırlatmalardan sonra dikkat dilecek temel ölçü; öfke ve gururun kölesi olmamaktır. İşte şu olay bu gerçeğin bir ifadesidir:

Günün birinde padişah, payitahtının sokaklarında dolaşır. Onu gören herkes yerlere kadar eğilir. Yalnızca yolun kenarında oturan bir derviş aldırmaz, tesbihiyle Allah (c.c.)"ı zikretmeye devam eder. Padişah öfke içinde durur ve dervişi yanına çağırır:

“- Herkes eğilirken sen niye eğilmiyorsunâ” diye sorar. O da;

“- Herkes sizin gücünüzden korkuyor ve sizin zenginliğinizden istiyor. Onun için onların sizin önünüzde eğilmesi haklıdır. Ben ise yalnızca Allah (c.c.)"tan korkuyorum ve yalnızca Allah (c.c.)"ın bana lutfettiklerini istiyorum. Bu nedenle benim sizin önünüzde eğilmem doğru değildir.” der. Sultan sinirlenir, ancak derviş sözüne devam eder;

“- Ayrıca hür bir insan asla bir kölenin önünde eğilmemelidir.”

Padişah önce öfkeden kıpkırmızı kesilir, sonra yüzündeki bütün kanlar çekilip beyaza döner. Askerler palalarına uzanmaya başlar. Derviş sakin bir sesle devam eder;

“- Görüyorsunuz siz hâlâ öfkeniz ve gururunuzun kölesisiniz, ben ise kendimi, benliğimin ve hayvânî tabiatımın boyunduruğundan kurtardım.”

Aklı başına gelen padişah askerlerini uzaklaştırır;

“- Ona dokunmayın. O bir Allah (c.c.) dostu ve çoktan benim hükümranlığımın dışına çıkmış.” der.

Öfke ve hiddetin felaketine dikkat çektikten sonra Mevlânâ, sözü rüşvetin çirkinliğine getirir ve konuyu şu şekilde noktalar:

“Eğer bir kadı/hakim içinden rüşvet almaya karar vermişse, mazlumu zalimden nasıl ayırt edebilirâ”

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)"in;

“Allah rüşvet alana da verene de ikisi arasında aracılık edene de lanet etsin. Rüşvetten sakının; çünkü rüşvet küfrün ta kendisidir. Rüşvet veren cennetin kokusunu bile duymaz.” hadisine paralel olarak bu gerçeği Cafer-i Sâdık (ö. 156/766) şu şekilde temellendirmektedir:

“Hüküm verme hususunda, rüşvet Allah"a küfürdür.”

Yazar: Kadir Özköse
http://akademik.semazen.net/ sitesinden 04.12.2024 tarihinde yazdırılmıştır.