SÖZ SAVUNMANIN-1
GÜLİSTANDA DİKENE TAKILANLAR*
Yrd.Doç.Dr. Nuri ŞİMŞEKLER
“Dikkat edersen görürsün ki bir münkirin inkârı, sırf inkâr için değildir.
Hasedinden düşmanı kahretmek, yahut üstün olmayı dilemek, kendini göstermek içindir.” (Mevlâna, Mesnevî, IV, 2991-2992)
1) Prof.Dr. Mikâil Bayram"ın “Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlâna Mücadelesi” adlı eserinin telifi hakkında.
Yazarın eseri orijinal ilk yayın olmayıp, daha önceki yazmış olduğu kitap ve makalelerinin bir araya getirilmesiyle ve aşağıda belirtilecek olan hususlarda bilimsel ortamlarda sözlü ve makale boyutunda eleştiri almasına yol açan yazılarından oluşturduğu bir eserdir.
2) Yazara göre Ahi Evren"le Nasreddin Hoca aynı kişiymiş...
Yazar Ahi Evren ile Nasreddin Hoca"nın aynı kişiler olduğunu ispat ettiğini belirtmekle birlikte (s. 4) Ahi Evren"le ilgili bölümlerle, eserinin VI. BÖLÜM"ünde kaleme aldığı Nasreddin Hoca ile ilgili bölümü ayrı ayrı değerlendirmeye almış ve kendisi bile bu konuya tam inanmayıp çelişkiye düştüğünü göstermiştir.
3) Yazara göre Mesnevî"de her ne isimle anılırsa anılsın eleştirilerin tamamı Ahi Evren içinmiş...
Yazar Mevlâna"nın Mesnevî adlı eserinde bu kişiyi isim olarak hiç anmadığını söylemekle birlikte yine bilim etiğine uymayan ve hayal gücünü oldukça zorlayan bir şekilde “Mevlâna"nın baş düşmanının Ahi Evren olduğunu, fakat Mevlâna onu ismiyle değil de Debbâğ (derici), Mâr-gîr (yılancı), Hace (hoca), Danişmend (bilge kişi), Lala (şeh-zade muallimi), Nasuh (nasihatçi), Ahi (feta), Cuha (hocacık), İblis (şeytan), Muhannes (eşcinsel), pelid (çirkef), Mar ve Ejder (yılan), Kundeh (pes-paye), Bed-huy (kötü huylu), Köse ve Hadım gibi isim ve sıfatlarla andığını belirtmektedir (s. 3; tafsilatı için ayrıca bkz. s. 89-122; M. Bayram bu sayfalar arasında Mesnevî"den alıntılar yaptığı hikâyeleri bir yolunu bularak Ahi Evren nam-ı diğer Nasreddin Hoca"ya nispet ediyor. Tabi ki, yine hayali teşbih ve tespitlerle). Oysa ki; VI ciltlik ve 50 bini aşkın mısraya hâiz Mesnevî"de bu isim ve sıfatlar defalarca geçmekte, bununla birlikte burada adı geçmeyen pek çok meslek dalına sahip kişiler de anılmaktadır. Mesnevî"de Debbâğ kelimesinin her geçtiği yerde Ahi Evren"in (yada M. Bayram"ın iddiasına göre Nasreddin Hoca) kastedilmiş olması, yada yazarın bunu böyle görmesi sadece taraflı bir bakış olup bilim kurallarına aykırıdır. Bu bilim dışı yorum şu demektir: Mesnevî"yi okuyan her kişi istediği isim ve sıfatı işine gelecek şekilde tarihteki başka şahsiyetlere aitmiş gibi gösterip istediği iyi veya kötü sonuçlara ulaşabilir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Mevlâna yaşadığı dönemde halka eziyet ettiklerinden dolayı gerek Selçuklu Sultanlarını ve gerekse devlet ileri gelenlerini hiç çekinmeden eleştirebilmiştir. Bu konuda Mevlâna"nın yaşamından şu kesit oldukça anlamlıdır:
“Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykâvus Mevlâna"yı ziyarete gelmişti. Mevlâna ona gerektiği gibi iltifat etmeyip dersi, müridleri ve nasihatlerle meşgul oldu. Sultan: Mevlâna hazretleri bana bir nasihat versin, dedi. Mevlâna: Sana ne öğüt vereyim, sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun, sana bekçilik emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun. Allah seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun, dedi. (Bu manalı sözleri işiten) Sultan ağlayarak dışarı çıktı, medresenin kapısında başını açıp tövbeler etti ve "Ey Allah"ım! Mevlâna hazretleri bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçakgönüllülüğü senin padişahlığından ötürü gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bu iki riyasız sıdkın hürmetine bana merhamet et" dedi.”1
Şimdi bu gerçekten sonra eğer Yazarın iddia ettiği gibi Mevlâna baş düşmanı (!) Ahi Evren"i eleştirmek isteseydi, ismini gizler miydi, yada Sultana dediği gibi bildiği ve inandığı şeyleri apaçık belirtir miydi? Herhalde hiç çekinmeden ismini vererek bunu yapardı. Doğruyu söylerken Sultandan ve vezirden çekinmeyen Mevlâna"nın Ahi Evren"den çekinmesi gibi bir durum söz konusu olabilir mi? Sayın M. Bayram"a göre bu isimler Mevlâna Mesnevî"yi söylerken vardı, ama daha sonra rötuştan geçirilirken bunlar silindi (s. 81). Yine bilime sığmayan amaçlı ve kaynağı olmayan hayali bir tespit. Edebiyatçılar bilirler ki, Mesnevî gibi, Gazel gibi, Kaside gibi manzum (şiir şeklinde) söylenmiş eserlere müdahale öyle kolay olmaz. Yani orijinalinden bir kelime değiştirmeye kalkarsanız, ya vezin bozulur, ya anlam düşer, yada manzumedeki akıcılık ve estetik bozulur. Kaldı ki, 50 bin mısrayı aşkın Mesnevî"de bu yola gitmek, hem akıl işi değil, hem de Mevlevîler nezdinde her söylediğinin önemli bir yeri olan Mevlâna gibi bir şahsiyetin sözlerine müdahale olur ki hiçbir Mevlevî bunu göze alamaz. Şunu da bütün bilim adamları ittifakla kabul ederler ki Mevlâna"nın eserleri arasında -hele hele Dîvân-ı Kebîr"e oranla- en sağlam ve güvenilir nüshası olan eseri Mesnevî"sidir.
İşte Sayın Prof.Dr. Mikâil Bayram böyle bilim dışı temel üzerine bina ettiği -ki kendisi bu eserindeki en önemli kaynağının Mesnevî olduğunu söylüyor (s. 252)- taraflı bir “Mevlâna Düşmanlığı” gözlüğüyle eserinin her yerinde bir sebebini bularak Konya"mızın ve ülkemizin yetiştirdiği Türk-İslâm âlimlerinin en büyüklerinden biri olan Mevlâna"ya –ki hangi amaç ve misyonla yaptığını veya yaptırıldığını kendileri ve Yüce Allah bilmektedir- asılsız iddiaları yamamaya çalışıyor.
4) Yazara göre Mevlâna Mesnevî"yi düşmanlarını eleştirmek için yazmış... Yine Bayram"a göre Mevlâna, Ahi Evren, Ahiler, Hacı Bektaş ve Türkler"e düşmanmış...
Yazar yine Mevlâna"nın Mesnevî"yi yazma sebebi olarak “birileriyle mücadele etmek ve zafere ulaşmak için yazmıştır...” demektedir. Mevlâna"nın mücadele etmek istediği bu kişiler de yine Sayın Yazarın iddialarına göre Ahi Evren, Ahiler, Hacı Bektaş, Türkmenler vs. dir (s. 79). Yazar yine burada bilim dışı, hayali bir tespitle yola çıkmakta, tabi ki, bilimsel kriterlere uymayan bu yol da kendisini yanlış tarafa götürmektedir. Şöyle ki; Yazar Mesnevî"nin 1245-1265 yılları arası yazıldığını belirterek yine tarihi bir yanılgıya düşmektedir. Mevlâna Şems"ten ayrıldıktan sonra (1246 veya 1947) 10 yıl kadar Konyalı Kuyumcu Selahaddin"i, onun vefatıyla da aşağıda adı geçecek olan Çelebi Hüsameddin"i yakın dostu olarak belirlemiştir. İşte Mesnevî"nin yazılmaya başlaması da bu kişinin dostluğu sırasında olmuştur.
Mevlâna hayatı boyunca bir eser yazma telaşında olmamış ve söylediği şiirleri bile çevresindekilerin hoşuna gittiği için onların ısrarıyla söylemiştir.2 Yine Mesnevî"nin yazılması da yakın dostu Çelebi Hüsâmeddin"in ısrarıyla olmuş ve bu eserin yazılmasına başlanmıştır.3 Sayın M. Bayram"ın iddia ettiği gibi Mesnevî"nin I. cildine 1245 yılında değil 1259 yılında başlanmış ve 1263 yılında tamamlanmıştır.4 II. cilde başlanmak üzere iken Hüsâmeddin Çelebi"nin eşi ölmüş ve Mesnevî"nin yazılması iki yıl kadar beklemede kalmıştır.5 Hüsâmeddin Çelebi, eşinin ölümünden iki yıl kadar sonra tekrar Mevlâna"nın huzuruna gelerek vazifesine devam etmek istediğini belirtmiş ve böylece 14 Mayıs 1264 günü 6 tekrar başlanan Mesnevî"nin kalan V cildi, hiç ara vermeden 1268 tarihinde tamamlanmıştır.7 Yani, yine Sayın M. Bayram"ın iddia ettiği gibi Mesnevî 1265 yılında değil yukarıdaki kaynaklarda da belirtildiği gibi 1268 tarihinde tamamlanmıştır. Bu tarih farklılığı ne anlama gelir:
Yukarıdaki Mesnevî"nin yazılış tarihleri bilim dünyasınca kabul edilen kaynakların ışığında 1259-1268 olarak kabul edilip bunun farklı bir tespiti olmamakla birlikte Sayın M. Bayram bu en bilinen konuda dahi yanlı ve iyi olmayan amacına mesnet teşkil edebilmek için bu tarihleri hiçbir yerde ve kaynakta geçmeyen şekilde, ki kendisi de kaynak gösteremiyor, 1245-1265 olarak vermektedir (s. 79). Bu da kendisinin amacını, yada iyi niyetle söylersek konuya vakıf olmadığını göstermektedir.
Bu Maddenin başında belirtildiği gibi Sayın M. Bayram Mevlâna"nın Ahi Evren, Ahiler, Hacı Bektaş ve Türkmenlerle düşman olduğunu iddia etmektedir. Oysaki Mevlâna"nın en yakın dostlarından biri olan ve yukarıda Mesnevî"nin yazılması bahsinde adı geçen Çelebi Hüsameddin bir Ahi"dir. Babası da Ahi olan Çelebi"nin asıl adı da Ahi Türkoğlu"dur. Yine Mevlâna"nın müritleri arasında sayısız miktarda Ahi teşkilatına mensup kişilerin olması da, onun herkesle olduğu gibi Ahilerle de iyi geçindiğinin bir göstergesidir. Kaldı ki, her yönüyle babası Bahaeddin Veled"e benzemeye çalışan Mevlâna, babasıyla Karaman"dan Konya"ya Sultan Alaeddin Keykubad"ın davetiyle geldiklerinde babasının ilk iki müridinin Ahi olduğunu çok iyi biliyordu.
Yine Mevlâna en önemli eseri olan Mesnevî"sinde Türkleri (Türkmenler) son derece güzel, lâtif ve cesurâne beyitlerle över. Bu babdan olarak Mevlâna, Türkleri "Güzel ve beyaz yüzlü" olarak nitelendirir; zenci ve Hintlinin zıddı olarak gösterir.8 Yine Türk"ün nârası karşısında aslanların bile titrediğini,9 savaşmanın Türklere ait bir özellik olduğunu vurgular.10 Türk"ün bazen at üstünde maharetler sergilediğini, hendeklerden atladığını ve âdeta gökyüzüne çıkacak gibi at sürdüğünü anlatır.11 Hele hele “Türk var olduğu müddetçe vatansız kalmaz” şeklinde dile getirdiği beyti 12 Mevlâna"nın kendisinin de mensup olduğu Türk ırkıyla ilgili düşüncelerini âdeta özetler. Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr"inde Türkçe söylediği bir şiirinde de “Okçılardur gözleri, hoş kemandur kaşları; öldürür yüz süvari kimdür ol Alparslan” diyerek Malazgirt ve Anadolu fâtihi Alparslan"ı över.13
Görüldüğü gibi Sayın M. Bayram bu konuda da yine amacına mesnet bulmak, Türk milleti nezdinde Mevlâna"yı gözden düşürmek ve âdeta bazılarına şirin görünmek için hayali tespitlerle Mevlâna"yı kasten yanlış anlatma yoluna gitmiştir.
5) Yazara göre Mevlevîler, Mesnevî"yi Kur"ân-ı Kerîm"e eşdeğer bir eser olarak görüyorlarmış...
Yazar eserinin 84 ve 85"nci sayfalarında Mesnevî"nin I. cildinin Önsöz kısmını (bir bölümü) alarak Mevlâna"nın Mesnevî"yi vahiy yoluyla Allah"tan aldığı ilhamla yazdığını söylediğini belirtiyor. Bir kere tüm dünyadaki tasavvuf uzmanlarının kabul ettiği bir husus vardır. O da Mevlâna"nın Mesnevî"sinin İslâmî edebiyatlar içindeki en büyük tasavvufî eser olduğudur. Yani bu tasavvufî bir eseri değerlendirmeye tabi tutacak kişinin tasavvuf terim ve deyimlerini iyi bilmesi ve rumuzlardan haberdar olması demektir de. Burada iki husus var: Birincisi genelde bu tarzdaki eserlere Önsöz"leri müellif tarafından değil, daha sonra mürit yada sevenleri tarafından yazılır. Bu hususu dikkate almak gerekir. İkincisi ise: Bu ve Mesnevî"nin diğer V cildindeki Önsöz"leri Mevlâna"nın yazdığını kabul de edebiliriz, yada kabul edenlere en azından bir eleştirimiz olamaz. Ancak Yazarın iddia ettiği hususlara tasavvufî manada yaklaşmak gerekir. Mevlâna hem kitabını “Kur"ân-ı Kerîm"in bir tefsiri” olarak değerlendirecek, hem de bu eserini kutsal kitabımızla bir göstermeye çalışacak. Bu yine hayal gücünü zorlamayla varılabilecek bir sonuçtur. Burada olsa olsa birçok mutasavvıf gibi Mevlâna"nın da ilhamlarını “gönül vahyi” olarak nitelendirdiği anlaşılmalıdır. Zira Mevlâna Mesnevî"de şöyle bir örnek vererek vahiy kelimesini nasıl ve ne şekilde kullandığını gösteriyor:
“Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya. Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir! Sufiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir. Sen istersen onu gönül vahyi farz et. Gönül, zaten onun nazargâhıdır. Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder? Fakat her gönül, gizli vahyi duyup işitseydi âlemde harf ve sese ne lüzum kalırdı?14
Mevlâna yine vahiy kelimesini bizim anladığımız manada da kullanmayabiliyor. Şu beyitte vahyi, nefsi terbiye ederek ulaşılabilecek önemli bir hassa olarak değerlendiriyor: “Nefsin boğazı vesveseden boşaldı mı ululuk vahyine konuk olur.”15
Yine aynı eserinde “Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıkma ki, Tanrı"nın muammalarını anlayasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrak edebilesin. Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur. Vahiy nedir? Zahiri duygudan gizli söz. Can kulağıyla can gözü, zahiri duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı bu hususta müflisdir”16 diyerek vahiy kelimesini “insanların gönlüne doğan sözler, yani ilham” olarak nitelendiriyor. Sayın M. Bayram"ın bu konuyla ilgili olarak göremediği bir beyti de biz nakledelim. Mevlâna VI ciltlik Mesnevî"sini “Gönlümden kopup gelen o söz, o taraftan gelmededir. Çünkü gönülden gönle pencere vardır”17 beytiyle bitirir. Bu mana da istenildiği takdirde taraflı bir gözle bakıldığında eleştirilmeye son derece açıktır.
Yine bu konu ile ilgili olarak Yazarın iddia ettiği gibi Mevlevîler Mesnevî"yi Kur"ân-ı Kerîm"le bir görmezler, yani göremezler. Nasıl görsünler ki, biri Yüce dinimizin ve dünyaya inmiş olan Kutsal Kitapların en sonuncusu, diğeri ise Allah"ın özel kullarından biri olarak inandıkları Mevlâna"larının eseri! Bunu “Ben Müslüman"ım” diyen herkes, çocuklar dahi bilirler. Kaldı ki, tarihe baktığınızda Mevlevîliğin zikir şekli olan Semâ"nın usûlune göre yapılabilmesi için, öncesinde ve sonrasında Kur"ân-ı Kerîm okunma şartı vardır. Bu da her Müslüman gibi Mevlevîlerin de Kutsal Kitabımıza verdikleri önemi gösterir.
Burada her şeyi kaynaklarıyla ispat ettiğini savunan Sayın M. Bayram"a bir şey daha sormak gerekiyor: Eserinin 85. sayfasında Mollâ Câmî"den naklettiği Mevlâna ve Mesnevî"si hakkındaki “O Peygamber değil, ama kitabı var” sözü Câmî"nin hangi eserinde geçiyor? Evet bu söz bir çok kişi tarafından kullanılmakta, (ben bile son dönem kaynaklarını mehaz göstererek bu sözü kullandım) orijinal yerini gösterirse seviniriz.
6) Yazara göre Mevlâna"nın yakın dostu Şems-i Tebrizî"yi Nasreddin Hoca suikast düzenleyerek öldürtmüş...
Hayali tespitlerle yola çıkılıp, kaynaklardaki bilgilerin işine gelecek kısımlarının cımbızla seçilmesi ve bir bütün olarak görmekten kaçınılması suretiyle iddialarla dolu bir eser halinde neşredilen Yazarın adı geçen kitabında Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus"un Hace Nasreddin"i (Yazarın bu eserindeki, Önsöz, s. 4 ve “Tarihin Işığında Nasreddin Hoca ve Ahi Evren” (İstanbul, 2001) adlı eserindeki kendi iddialarına göre bu kişi Nasreddin Hoca"dır) vezirlik makamına getirmiş ve o bu görevde iken Şems-i Tebrizî"ye suikast düzenleyerek öldürmüştür (s. 243). Artık iddiaları kendinden menkul olduğu bilim dünyası tarafından da kabul edilen Yazar, bu tespitini yaparken de diğer önemli (!) tespitleri gibi kaynak gösterememektedir. Kaynakların ışığında (özellikle döneme yakın ilk kaynaklar olan Mevlâna"nın oğlu Sultan Veled"in İbtidâ-nâme"si, Ahmed-i Eflâkî"nin ve Sipehsâlâr"ın menkıbelerinde) Şems-i Tebrizî"nin kaybolması veya öldürülmesi henüz bilim dünyasınca gizliliğini koruyan bir husustur. Yani Şems-i Tebrizî, muhalifleri (M. Bayram"a göre Ahiler ki Mevlâna"nın oğlu Alâeddin Çelebi de bunların arasındadır) tarafından öldürüldü, demek bile bilimsel bir zemine oturmamışken, bir aşama daha ileri gidip onu Nasreddin Hoca"nın öldürttüğünü söylemek, artık insaf sınırlarını aşmak ve kastını apaçık ortaya koymaktır. Kaldı ki, konuyla az çok ilgili olanlar dahi bilirler ki, Şems-i Tebrizî ilk kez Konya"dan ayrıldığında Mevlâna"nın büyük oğlu Sultan Veled onu Şam"da bularak getirmiş (1245 yılı civarı), 1 seneye yakın Konya"da Mevlâna"nın yanında kaldıktan sonra ikinci defa ortadan kaybolmuştur. Bu kayboluşu yukarıda parantez içinde verilen kaynaklar kesinlikle onun öldürüldüğü şeklinde yazmazlar. Daha sonraki dönemlerde kaleme alınan bazı kaynaklar ise kulaktan duyma bilgilerle Şems"in şehit edildiğini tavsifleriyle anlatırlar. Bilim adamı bir konuyu yazarken her kaynağı ve bilgisini aktarıp, “bize göre de ...dır; yada ... olabilir” şeklinde tespitini yapabilir. Ama Sayın M. Bayram ilgili kaynakların işine gelenini kullanmakta, ancak burada sözü edilen konuda da yine birçok iddiasında olduğu gibi direk “...Nasreddin Hoca"nın vezir iken suikast düzenleyerek Şems"i öldürttüğü anlaşılmaktadır...” babından sözler sarf ederek (s. 243) kesin bir cümle kullanmakta ve yine kaynak gösterememektedir. Mevlâna"nın oğlu Sultan Veled İbtidâ-nâme adlı eserinde bu olayı anlatırken “…derken herkesin gönlündeki keder geçip gitsin diye ansızın (Şems) herkesin arasından kayboldu. Birkaç gün görünmez olunca Mevlâna dertlenmeye başladı. Bunun üzerine Şems"i her tarafta aramaya başladılar. Hiç kimse ondan bir haber alamadı, ne kimseye ondan bir koku, ne de bir kimse izini buldu” der18 ve devamında Şems"in bu ikinci ve son kaybolmasından sonra Mevlâna"nın Şam"a kadar iki kez bizzat kendisi giderek onu tekrar aradığını, bulamayınca de geriye döndüğünü özellikle belirtir.19 Sultan Veled eserinin devamında ise “âşıkların şehit edilmesinden” bahsetmekte ve belki de Şems"in öldürülmüş olabileceği izlenimini vermektedir.20 Bu konuyla ilgili Sonuç olarak, kaynakların ışığında Şems"in öldürüldüğünü veya bir daha ortaya çıkmayacak şekilde ortadan kaybolduğunu söylemek mümkündür. Bu iki tespit ne kadar bilimsel ise; Sayın M. Bayram"ın kaynak gösteremeden Şems"i Nasreddin Hoca"nın öldürttüğünü söylemesi o kadar bilim dışıdır.
Ne tesadüftür (!) ki, M. Bayram adı geçen kitabının kapağına Şems"in katledildiği varsayılan, Mevlâna"nın vefatından 300 yıl kadar sonra yapılmış bir minyatürü koymuş ve böylece de olup olmadığı bile kesin olarak ispat edilemeyen olaydan belki de kendince “zevk alma” cihetine gitmiştir.
7) Yazara göre Mevlâna “Moğol işbirlikçisi”imiş; yada eserlerinde görmediğimiz ama konuşmalarında herkesçe şahit olunduğu şekliyle “Moğol Ajanı”imiş...
Yazar adı geçen eserinin hemen hemen her bölümünde konuyla ilgisiz dahi olsa bir sebebini bulup Mevlâna"yı ve onun müritlerini Moğollarla işbirliği içinde olduklarını yazmaktan geri durmuyor (Meselâ bkz. s. 199, 207, 247).
Bu konuyla ilgili olarak;
Mevlâna babası ile birlikte Anadolu"ya (Karaman"a) geldiğinde 8-10 yaşlarındaydı. Anadolu"ya hicret için Belh"ten ayrıldığında ise 5-6 yaşlarında idi. Bu dönemlerde Anadolu için Moğol tehlikesi diye bir şey yoktu. Anadolu ve Konya, tahtta bulunan I. Alâeddin Keykubad"ın (slt. 1220-1237) güçlü askeri kişiliği ve sosyal yönünün zenginliği sayesinde hem “huzur beldesi”, hem de birçok âlim ve edebiyat adamını bağrına bastığı bir yerdi. Zaten o dönemde Karaman"da bulunan Mevlâna ve ailesi de bu Sultanın birkaç kez “ısrarlı” davetleri neticesinde Konya"ya gelmişlerdi.
Moğolların Anadolu ve Konya"ya saldırısı Mevlâna"nın olgunluk dönemlerine rastlar. Yani Mevlâna bu dönemlerde, bildiği doğruları çekinmeden söyleyen, hattâ halka yaptıkları eziyetlerden dolayı dönemin Selçuklu Sultan ve devlet ileri gelenlerini bile azarlayan bir özgürlüğe sahipti. Moğolların Konya"yı kuşatmalarında da Moğol askerleri karşısında dirençsiz kalan milletine belki de Anadolu Fâtihi Alparslan"ı hatırlatarak; “Biz binlerce arslanken iki-üç çıplak ve yarı canlının elinde niçin bu derece âciz kaldık?”21 diyerek onları harekete geçirmeye çalışır. Taht kavgasına düşerek güçlerini bölen ve Moğolların karşısında yek-vücud olarak direnç gösteremeyen kardeş Selçuklu Sultan adaylarının birleşmeleri için de gayret sarf eder. Bu tarihi gerçeklerden Mevlâna"nın “Moğol ajanı” olup-olmadığı fikri nasıl çıkarılabilir? Zaten Mevlâna"nın, halkın; hattâ devlet ileri gelenlerinin bile huzurlarında elpençe divan durdukları Moğollar"ı hiç çekinmeden “hilekâr”22 olarak nitelendirmesi onlara bakış açısını sergilemektedir. Konya"yı kuşatan Moğol lideri Baycu (ölm. 1295) ve adamları bir müddet Mevlâna"nın sohbetlerine katılmışlar ve sonrasında Konya"yı yakıp-yıkmaktan vazgeçmişlerdir. Bu da Mevlâna"nın Asya"yı talan ederek askeri gücünü ispat etmiş düşmanı, silâhla değil de masa başında yenilgiye uğratması demektir. Baycu"nun bu konuda “Her şehirde ve ülkede böyle bir adam olsaydı oraların halkı asla bize mağlup olmazdı” demesi de Mevlâna"nın ikna gücünü ortaya koymaktadır.23 Yine Moğol (İlhanlı) hükümdarı Kazan Hanın, Mevlâna"nın “Sen Moğollardan korkuyorsan Allah"ı tanımıyorsun demektir. Ben ise onları yüz tane iman sancağı ile karşılıyorum” beytini kaftanına altın sırma ile işletmesi anlayana çok şey ifade eder. Anlamak istemeyenler ise, âdeta Kur"ân"daki “…namaza yaklaşmayın” âyetini okurlar da onun öncesi olan “sarhoş iken…” kısmını görmezler. Burada son olarak belirtelim ki, Mevlâna"nın Moğollara ajanlık yaptığını veya onlarla işbirliği içinde olduğunu iddia eden Sayın M. Bayram işte güya Selçuklu kaynaklarını kullandığını söylüyor, ama genellikle Eflâkî Dedenin menakıb kitabını eksik olarak kullanıp, bu saçma tezine delil arıyor. Adı geçen bu eserin birçok yerinde24 Mevlâna"nın Moğollara karşı olduğu apaçık görülür. Aynı eserin II. cildinde (s. 373 vd.) Moğolların güdümünde olan Emir Muîneddin Pervâne"nin Mevlâna"ya gelip “Moğollar"ın devleti ve hâkimiyetleri ne zaman sona erecek” diye sorması üzerine Mevlâna"nın “bizim insanlarımıza adaletli ve iyi davranmadıkları ve halka zorbalık yaptıkları zaman” diye cevap vermesi bugün bile âdil olmayan devlet ve hükümetlerin çabucak yok olup çökeceğine güzel bir örnektir. Yani Mevlâna"nın bu çağdaş tespiti günümüz deyimiyle “Adalet mülkün (devletin) temelidir” demektir.
Tarihî olaylara günümüz mantığıyla bakmak ve bugünün değer yargılarıyla geçmişi değerlendirmek en cahil tarihçinin bile yapmaması gereken bir olaydır. Eğer böyle bakılırsa özellikle Osmanlı Devletinin o çoğu parlaklıkla geçen ve Türk insanının şânının 7 düvele ve 3 kıtaya yayıldığı 700 yıllık şaşaalı geçmişini bir kalemde bazı tespitlerle silebiliriz. Bir Fâtih Sultan Mehmed Han"ı ele alalım. İstanbul"u feth ederek Peygamber Efendimiz (S.A.V.)"in hadis-i şeriflerine mazhar olan ve Avrupa"yı Türkler"e açan bu övünç kaynağımız devlet adamını “beşikteki kardeşini öldürmekle” suçlayıp, pekâlâ aşağı bir duruma getirebilir, hattâ “kardeş kâtili” damgası bile vurabiliriz. Yada Anadolu Selçukları Dönemine geri dönüp Alâaddin Keykubad II"nin annesinin Gürcü olduğunu, annesi tarafından da hükümdar soyuna mensup olduğu için diğer kardeşlerinden üstün tutularak veliahd seçildiğini25 söylersek bugüne göre ve de önemlisi Sayın M. Bayram"ın bilimsel (!) gözlüğüyle bakıp nasıl bir yorum çıkarmamız gerekiyor. Tarihte bolca görebileceğimiz bu tarzdaki örnekler çoğumuzun malûmu olduğu için bu iki örnekle yetinildi. Şimdi Mevlâna"ya gelirsek: Selçuklu kardeşleri II. İzzeddin Keykavus (burada şunu da belirtelim: Keykubâd ve Keykavûs gibi isimler Mecûsi dönemi İran Padişahlarının sıfatlarıdır. İstediğimiz takdirde bunları bile eleştirebilir, bu Müslüman Selçuklu Türk Sultanları âteş-perestlerin isimlerini niçin aldılar, diye onları yargılayabiliriz; yada Anadolu"yu kuşatan Moğolların bir kuşak sonrasında İslâm"la şereflenip Müslüman adları aldıklarını da söyleyerek kafaları iyice karıştırabiliriz) ve IV. Rükneddin Kılıçarslan iki kardeş olmakla birlikte ilki Anadolu halkının bir bölümüyle (M. Bayram"a göre Ahilerle, bkz. a.g.e. s. 246), ikincisi ise yine Anadolu"daki halkla ve Moğollarla yakınlaşmış ve mücadele ve hattâ savaşmaları neticesinde tarih ikincisini sultan yapmıştır (13 Ağustos 1261). Yine M. Bayram"ın eleştirisel olarak aynı eserinde (s. 87) IV. Rükneddin Kılıçarslan tahta geçtikten sonra karşı taraftakilerin mallarının alındığını ve hattâ öldürüldüklerini dile getirmesi de oldukça garip, hattâ komiktir. Bir savaş olmuş ve bir gâlip ortaya çıkmıştır. Savaş ortamında bu tarz şeylerin olduğu herkesin mâlûmudur. Bunun eleştiri şeklinde kaleme alınması yine Sayın Bayram"ın objektifliğinin sorgulanması konusunda yeterince somut delil olmaktadır. Bu tarz olaylara “at gözlüğüyle” bakmak tarihçiyi yanılgıya, şahsını da gülünç duruma düşürür. Nihayetinde tüm dünya tarihinde de sıkça yaşandığı gibi, iki kardeş mücadelesinden biri gâlip çıkıp tahta oturuyor. Burada Yüce kitabımız Kur"ân"da geçtiği (Bakara, 247) ve Mevlâna"nın torunu Ulu Ârif Çelebi"nin de Moğollarla ilgili olarak kullandığı; “Yüce Allah kime dilerse ülkeyi ve yönetimini ona verir”26 felsefeli bakış açısını hatırlatmak; yine Moğolların Anadolu"ya sahip olmasını da bu şekilde değerlendirmek gerekiyor. Zira Mevlâna"nın Fîhi mâfîh adlı eserinde de bu konuya verilebilecek oldukça anlamlı birkaç olay vardır ki şöyledir: Müritlerinden biri Mevlâna"ya gelerek “Moğollar Anadolu"ya gelmeden önce çok fakirdiler, binek hayvanları öküz, silahları da odundandı. Şimdi nasıl oldu da en iyi Arap atlarına ve silahlara sahip oldular?” diye sordu. Mevlâna da şu cevabı verdi: “Onların gönülleri kırık ve fakir iken Allah onların yalvarmalarını kabul etti ve onlara yardım etti. Şimdi ise bu kadar zengin bir durumdalar, ancak halkın fakirliği ve zayıflığı vasıtasıyla (bu sefer) Allah onları yok edecektir.” Bu husus özellikle dinimizin ve “yaşadığım müddetçe Kur"ân"ın kölesiyim” diyen Mevlâna"nın fakirliğe ve dertli bir durumda iken gönülden yapılacak bir duânın Allah katında kabule daha yakın olduğu şeklinde tasavvufî olarak yorumlanması gereken bir durumdur. Bu olayın devamında yine Mevlâna"nın bir müridinin “Tatarlar da (Moğollar) kıyamete inanıyorlar ve bir sorgu-suâl günü olacak, diyorlar” şeklindeki sözüne onun şu cevabı oldukça anlamlıdır ki, âdeta Anadolu"yu işgal eden Moğolların yönetimi hakkındaki Mevlâna"nın görüşünün ana fikrini temsil eder. Mevlâna"nın cevabı şudur: “Yalan söylüyorlar, kendilerini Müslümanlarla aynı göstermek istiyorlar. Deveye "nereden geliyorsun?" diye sormuşlar, "hamamdan" karşılığını vermiş; ökçenden belli demişler. Eğer Moğollar Kıyamet Gününe inanıyorlarsa bunun delili hani? Bu yaptıkları günahlar, zulümler, kötülükler, üstüste birikmiş karlar gibi kat kat yığılmıştır. Eğer Yüce Allah"a yönelirlerse bu karlar erir.”27
İşte bu örneklerle (eğer daha fazlası istenirse Fîhi mâfîh"in 9, 18, 43, 121"nci sayfalarına da müracaat edilebilir) Sayın M. Bayram"ın “Selçuklu Dönemi kaynaklarını kullandım, hepsini belgeleriyle açıkladım” tarzında sürekli söylediği kaynaklarda geçen ve bu Bölümle ilgili olarak Mevlâna"nın “Moğol yandaşı” tezini savunmaya çalıştığı iddialarına da bizzat o dönemin kaynağından ve Mevlâna"nın ağzından yoruma gerek duymayacak şekilde cevap vermiş bulunuyoruz. Bu iddiaları da Yazarın diğer iddiaları gibi okuyucuların vicdanî değerlendirmesine bırakıyoruz. Ne diyor Mevlâna; “Eğer bir kimsenin içindeki görüşü eğriyse hiç şüphe yok ki onun cevabı da eğri olur.”28
8) Yazara göre Şems-i Tebrizî livata yapan bir kişidir (s. 145); yine Yazarın eserinde yazmaması ve diğer yazılarında da rastlamadığımız, ancak bire bir konuşmalarında ve sohbetlerinde dile getirdiği şekliyle “Mevlâna da eşcinseldir ve Şems"le ikisi livata yapmaktadır.”
Sayın M. Bayram Şems"le ilgili bu iddiasında da(s. 145) her zamanki “uç iddalarında” olduğu gibi kaynak gösteremeden bir bilim adamına yakışmayacak şekilde hayali cümlelerini sarf etmiştir. Mevlâna ile şifahî olarak sarf ettiği ve gerek Fakültede ve gerekse kendi çevresinde herkes tarafından şahit olunan aşağılık ve insafa sığmaz aynı konudaki iddialarını da muhatap kabul etmiyor ve Mevlâna"nın kendi eseri olan Mesnevî"siyle ona cevap veriyorum. Mevlâna birçok kavmin yok olma sebebi de olan bu menfûr fiille ilgili olarak şöyle diyor:
“Erlerin şehveti, önden gelir, puştların (homoseksüeller) şehveti ise ayıp bir şeydir, kötü bir yoldur.
Erkeklerin hırsı öne aittir, puştların ise arkaya ait.
O hırs, erliğin kemâlidir; bu hırs ise rezalettir, soğuk ve kötü bir şeydir.”29
9) Son olarak Sayın M. Bayram"ı “Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlâna Mücadelesi” (Konya-2005), adlı eserindeki tarihi yanıltıcı birçok bilgilerin yanı sıra özellikle; bilim adamına yakışmayacak bir şekilde kaynak göstermeden; “...Nasreddin Hoca"nın vezir iken suikast düzenleyerek Şems"i öldürttüğü anlaşılmaktadır...” iddiası (s. 243) ve “Şems-i Tebrizî, kendisi gibi bir kalenderi şeyhi olan Şam"daki Ali Hariri gibi livata fi"lini işlemesi de…” (s. 145) babından sarf ettiği taraflı cümlelerini “bilimsel kriterler çerçevesinde” ispata davet ediyoruz.
SONUÇ
Burada ancak sahamla ilgili konuları ele alarak Sayın M. Bayram"ın hayali, taraflı ve belki de kasıtlı iddialarını cevaplamaya çalıştım. Diğer iddialarıyla ilgili olarak, kendi sahası bilim adamlarının eleştirilerini ve bunlara verilen cevapların bir bölümünü de okuyarak, Sayın Yazarın hayali tespit ve yorumlarıyla tarihe yön vermeye çalıştığı tespitlerine şahit oldum. Yine kendi tespitlerimle ki, bazı kelimelerin tercüme ve etimolojisini yanlış yaparak bu yanlışla iddialarına mesnet teşkil ettiğine şahit olduk. Bütün bunlardan sonra ise Sayın Prof.Dr. Mikail Bayram"ın iddialarıyla ilgili olarak ancak ve ancak “el insaf” yada “Edeb yâ Hû” demekten başka bir sözüm olmayacak. Ama son söz olarak yine Mevlâna"ya dönüp onun Mesnevî"sinden beyitler aktararak, isteyenin istediği şekilde anlamasına bırakacağım:
Mevlâna diyor ki;
“Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın; ama çok, pek çok uzaklara düşmüşsün; iyice bak.
Ayıp, ayıptan başka bir şey görmeyene ayıptır.
Şu halde büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi saftır, temizdir.
Onların sözleri de, nişanı olmayan ve bir kayda gelmeyen can olmuştur,
Onlara düşman olanların canları ise sırf cisimdir. O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, sadece bir addan ibarettir.” (Mesnevî, I, 246, 1995, 2000-2002)
“Herkesin hareketi, görüşü bulunduğu makama göredir. Herkes âleme kendi görüş seviyesinden bakar. Mavi cam, güneşi mavi gösterir; kızıl cam da kızıl. Camların rengi olmazsa beyaz olur. Beyaz cam, öbür camların hepsinden daha doğru gösterir, hepsinin de lideri o beyaz camdır. (Mesnevî, I, s. 209, Başlık)
Ancak gönlü kötü olan, onun işlerini kendi bilgisizliğine, kendi hırsına göre mukayese eden kişi onun hakkında böyle bir şüpheye düşer.
Sarı camdan bakarsan güneşin nurunu sapsarı görürsün.
O gök ve sarı camı kır da eri ve tozu gör.
Sen azizleri normal insan gibi gördükçe bil ki bu görüş İblis"in mirasıdır. (Mesnevî, I, 3957-3962)
“Temiz şeyler temizlere aittir; pislere de pis şeyler. Kendine gel!
Kinin yüzünden yol azıtanlara kin tutma. Çünkü onların kabirlerini de kin tutanların yanına kazarlar.
Kinin aslı cehennemdir. Senin kinin o küllün cüz"üdür, dinin ise düşmanı.
Mademki sen cehennemin cüz"üsün; aklını başına al cüz, küll"ünün yanında durur.
Acı, mutlaka acılara katılır. Batıl söz, nasıl olur da Hakk"a ulaşır?” (Mesnevî, II, 272-276)
“Düşüncen, gül ise, gül bahçesisin; dikense külhana lâyıksın.
Gülsuyu isen seni başa sürerler, yok idrar gibiysen dışarı atarlar.” (Mesnevî, II, 278-279)
“Bir veli sana gayba ait yüz binlerce şeyi, yüz binlerce sırrı apaçık söylese bile,
Sende o anlayış, o bilgi olmadıkça yine fışkıyı öd ağacından ayırt edemezsin.” (Mesnevî, II, 2344-2345)
“Eğri duygu eğriden başka bir şey göremez. Onun önüne ister eğri getir, ister doğru, fark etmez.
Hocam, şaşı göz, bil ki tek göremez!” (Mesnevî, IV, 2394-2395)
“Dikkat edersen görürsün ki bir münkirin inkârı, sırf inkâr için değildir.
Hasedinden düşmanı kahretmek, yahut üstün olmayı dilemek, kendini göstermek içindir.” (Mesnevî, IV, 2991-2992)
“Ey tavukkarasına uğramış adam! Yeni, yakası misler kokan erleri görmüyorsan şu sana dokunan şeyleri gör bari!” (Mesnevî, IV, 3076)
Aşağıdaki beyitler de yine ilgililer için buraya alınmıştır:
“Sen öyle birisinin müridi olmuşsun ki, hasisliği yüzünden kendisi bile gâlip değil, seni nasıl gâlip getirecek?
Sana nur vermesi şöyle dursun, bilakis seni de kapkara bir hale koyar.
Kendisinin nuru yok ki, onunla görüşüp konuşanlar nerden nurlanacak? (Mesnevî, I, 2265-2267)
Ne diyelim, gül bahçesinde onca güzel gülü göremeyip de sadece dikenine takılıp kalanlara belki de aşağıdaki Mevlâna"nın rubaisini hatırlatmak gerekir. O, gül bahçesinde değil diken, güle bile takılıp kalmamayı, gülü Yaradan"a yol bulmayı tavsiye ediyor:
“Gül bahçesinde sevgiliyle bir yol uğrağına geldim;
Haberim olmadan bir güle gözüm düştü, bakıverdim.
Güzelim beni görünce dedi ki: Utan, utan!
Benim yüzüm burada; sense güle bakıyorsun.”30
* Prof.Dr. Mikâil Bayram"ın Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlâna Mücadelesi (Konya, 2005) adlı eserinde birçoğuna kaynak göstermeden iddia ettiği konularla ilgili bir değerlendirmemiz olup ilk kez burada yayınlanmaktadır.
1 Şemseddin Ahmed-i Eflâkî, Menâkıbü"l-ârifîn, Çev. Tahsin Yazıcı, Âriflerin Menkıbeleri, I-II c., İstanbul, 1989, I, 480-481
2 Ferîdûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Risâle-i Sipehsâlâr be Menâkıb-ı Hüdâvendigâr, Çev. Tahsin Yazıcı, Mevlâna ve Etrafındakiler, İstanbul, 1977, s. 74; ayrıca bkz. Mevlâna, Fîhi mâfîh, Çev. Meliha Ü.Tarıkâhya, İstanbul, 1985, s. 116
3 Şemseddin Ahmed-i Eflâkî, Menâkıbü"l-ârifîn, II, 157; ayrıca bkz. Ferîdûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Risâle-i Sipehsâlâr be Menâkıb-ı Hüdâvendigâr, s. 139
4 Bediüzzamân Furûzânfer, Mevlâna Celâleddin, Çev. F. Nâfiz Uzluk, İstanbul, 1990, s. 212
5 Şemseddin Ahmed-i Eflâkî, Menâkıbü"l-ârifîn, II, 158,159
6 Mevlâna, Mesnevî, Çev. Veled İzbudak, İstanbul, 1995, II, 7
7 Seyyid Sahîh Ahmed Dede, Mecmû"âtü"t-tevârîhi"l-Mevleviyye, Mevlâna Müzesi İhtisas Ktp. (Yazma), No: 5446; krş. Mevlâna, Mesnevî, I, Önsöz, B
8 Mevlâna, Mesnevî, III, 3440, I, 2370, 3466, I, 3521 vd.; krş. VI, 1870
9 Mevlâna, Mesnevî, V, 2960
10 Mevlâna, Mesnevî, V, 3779
11 Mevlâna, Mesnevî, III, 3613, 3614
12 Mevlâna, Mesnevî, II, 456
13 Mevlâna, Divan-ı Kebir, I-VIII c., Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1992, I, LXXXV
14 Mevlâna, Mesnevî, IV, 1852-1854, 2979
15 Mevlâna, Mesnevî, III, 42
16 Mevlâna, Mesnevî, I, 1459-1462
17 Mevlâna, Mesnevî, VI, 4917
18 Sultan Veled, Velednâme, Çev. Abdülbâki Gölpınarlı, İbtidânâme, Ankara, 1976, s. 64, b. 1048-1051
19 Sultan Veled, Velednâme, s. 65 vd., b. 1157 vd.
20 Sultan Veled, Velednâme, s. 71 vd., b. 1056 vd.
21 Mevlâna, Mesnevî, III, 4482-4483
22 Mevlâna, Mesnevî, III, 858 vd.
23 Şemseddin Ahmed-i Eflâkî, Menâkıbü"l-ârifîn, I, 282 vd.
24 Meselâ bkz. I. cildin 286 vd., 365 vd., 600 vd., II. cilt, 31 vd. sayfalar
25 bkz. Kerîmüddin-i Aksarâyî, Müsameretü"l-ahbâr, çev. M. Nuri Gençosman, Ankara, 1944, s. 133
26 Şemseddin Ahmed-i Eflâkî, Menâkıbü"l-ârifîn, II, 324
27 Mevlâna, Fîhi mâfîh, s. 101 vd.
28 Mevlâna, Fîhi mâfîh, s. 231
29 Mevlâna, Mesnevî, III, 1956-1958
30 Mevlâna, Mecâlis-i Seb"a, Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Yedi Meclis, Konya, 1965, s. 90