Çok değerli aziz dostlar; Niyazi Mısrî, Sadreddin Konevî Hazretlerinin doğup büyüdüğü; Hz.Mevlânâ ve İbn Arabi gibi çok değerli mânâ sultanlarının da uğrak yeri olan küçük bir Anadolu şehrinde geçti çocukluğum. Üzerinde gezip dolaştığım toprakların mânevi zenginliğini fark edemeyeceğim yaşlarda Annemin yanıma gelerek; “Biraz sonra çok önemli bir yere ziyarete gideceğiz. Orada çok sesiz ve uslu olmanı istiyorum dedikten sonra; dikkatlice gözlerimin içine bakıp, tamam mı” ? deyişi hâlâ kulaklarımda. Küçük bir çocuk olarak fazla memnun olmamakla beraber, işittiklerime kesinlikle uymam gerektiğini de biliyordum. Bu ziyaretin her hangi bir yere gitmeye benzemediğinin farkındaydım. Şehrin biraz dışında dar uzun çıkmaz bir sokağın sonuna doğru, yeşillikler arasında bulunan tek katlı mütevazı bir yere geldik. Daha kapıdan girer girmez bulunduğumuz ortamdaki farklı havayı ve güzellikleri çocuksu duygularımla bile hissetmiştim. Girişte avlunun sol tarafında tahta bir sedirinin üzerinde oturan oldukça zayıf ve bir o kadarda zarif görünüşlü yaşlı bir teyze bizi büyük bir sevgiyle karşıladı. Bir müddet yumuşak bir sesle muhabbet ettikten sonra yan tarafta kerpiçten yapılmış küçük bir eve davet etti. İçeriye girdiğimizde hemen karşıda orta yaşlarda, nur yüzlü bir amca oturuyordu. Âni bir hareketle hemen ayağa kalkarak, oda bizi büyük bir sevgi ve saygıyla karşıladı. Annem, sanki yere basmadan yanına gidip eğildi elini öptü, biraz yan tarafa geçip oturdu. Bendeniz evde dersimi çok iyi almıştım. İstenildiği gibi sessiz bir şekilde biraz dikkat, biraz da heyecanla konuşmaları anlamaya çalışıyordum. Fakat işittiklerimden hiçbir şey anlayamamıştım. Önceden vermiş olduğum sözü tutabilmenin mücadelesini verirken birden bire duyduğum bir sözle irkildim. Nur yüzlü amca sıkıntılı bir sesle, birazda cümleleri uzatarak: “Ah… bacım ah… kader, elden ne gelir; kalem olacakları daha ezelden yazdı, mürekkebi bile kurudu” Diyordu. Ne olduğunu, ifade ettiği mânâyı bilmediğim halde, bu sözden, öylesine etkilenmiştim ki, uzun yıllar hiç unutmadığım gibi tesirinden de kurtulamadım. Seneler sonra annemle gittiğimiz o yerin bir dergah, bu sözün kutsi bir hadis-i şerif, nur yüzlü amcanın da; kimilerine göre Hallac-ı Mansur"un, kimilerine göre de Elazığda sırlı olan büyük veli Mansur Babanın soyundan gelen değerli bir postnişin olduğunu öğrendiğim zaman bendenizde çok daha büyük bir ilgi ve alâka uyandırmıştı.
Çocukken duymuş olduğum ve kafamda bir çok soru işaretlerine neden olan bu söze, çok uzun yıllar gönlümün tasdik edeceği bir cevap bulmaya çalıştım. Mademki her şey kaderdi; Cenâb-ı Hakk"ın kudret kalemi tüm olacakları önceden yazmış mürekkebi bile kurumuştu, kim neyin hesabını öteki âlemde verecekti ? Cennet, cehennem, hesap günü, Peygamberler, bütün bunlar neyi ifade ediyordu ? Bendeniz bu gibi soruların cevabını bulmaya uğraşırken aradan seneler geçti. Bu arada çocukken gezip dolaştığım Niyazi Mahallesinin ismini, Niyazi Mısrî Hazretlerinden aldığını, bu büyük gönüller sultanının yaşadığı evin ve önünde kendi adını taşıyan bir çeşmenin de hâlâ orada bulunduğunu çok geçte olsa öğrenmiştim. Hem hazretin yaşadığı yeri görmek, hem de belki “Kalem olacakları yazdı, mürekkebi bile kurudu” hadis-i şerifini şerh edecek bir Hakk dostu bulurum ümidiyle tekrar çocukluğumun geçtiği bu küçük Anadolu şehrine gittim. Her yer çok değişmişti, hiçbir şey tanıdık değildi. Mahallenin adının nereden geldiğini hemen hemen hiç kimse bilmiyordu. Çok uzun bir araştırmadan sonra Niyazi Mahallesinde küçük bir bakkal dükkânı işleten yaşlı bir zât hazretin yaşadığı yeri bildiğini ama şimdi oraların yıkıldığını söyledi. İşittiklerim son bir ümitti. Yıkılmış olsa da bulunduğu yeri görmek istiyorum, lütfen bendenizi oraya götürür müsünüz ? diye yalvarırcasına rica ettim. Çok sıcak bir yaz günü, güneşin ortalığı yakıp kavurduğu saatlerde şehir merkezine yakın bahçe içinde tek katlı küçük bir eve geldik. Duvar kenarına sıralanmış sandalyeler üzerinde muhabbet eden birkaç kişi vardı. Kendimi tanıttım. İstanbul"dan geldiğimi Niyazi Mısrî Hazretlerinin yaşadığı yeri aradığımı söyledim. Ev sahibi olan beyefendi; yanımdaki mahalle bakkalının söylediklerini tekrarlayarak, aradığım mekanın bulunduğumuz yer olduğunu, fakat aslının korunamayarak yıkılıp yeniden yapıldığını söyledi. Bendeniz büyük bir merakla peki ya çeşme ? üzerinde Niyazi Mısrî Hazretlerine ait olduğunu yazan bir de kitâbe varmış, o çeşmeye ne oldu ? Adam büyük bir sâkinlikle: “Evet o çeşmede şurada kapının dışındaydı. Fakat bu evi yaparken çeşme de yıkıldı. Üzerindeki kitâbe de Arapça yazılar vardı, günah olmasın diye yazıları kazıdık, banyoya taş yaptık” Bendenizde nasıl bir hayret ve şaşkınlık zuhur etti ise, kendini savunma ihtiyacı hissederek, “ Emin olun bende hiç istemedim ama, böyle bir şeyin olamayacağını hanıma anlatamadım, o çok ısrar etti bizde yaptık”
Cenâb-ı Allah nurlara gark etsin, Şefik Can dedemiz bu gibi durumlarda; Pencereyi açıp “Yangın vaaaaaaaaar” diye bağırmak istiyorum derdi. Gerçektende yangın var, fakat bu yangını kim görür, kim söndürür onu bilemiyorum.
Bendeniz belki Niyazi Mısrî Hazretlerinin yaşadığı yeri ve hâlâ oralarda yaşayan Allah"ın sevgili bir kulunu bulurum derken; Niyazi Misrî çeşmesinin ve üzerindeki kitâbenin bile banyo taşı olduğunu öğrenip büyük bir gönül yangınıyla tekrar İstanbul"a döndüm. Yıllar gelip geçiyordu gerekli gereksiz bir çok şey öğrenmiştim ama, hâlâ kalem nasıl yazdı, mürekkebi nasıl kurudu sorusuna gönlümün tasdik edeceği bir cevap bulamamıştım, tâ ki Hz.Mevlânâ"nın Mesnevisini elime alıncaya kadar.
Hasta ziyaretine gittiğim bir hastanenin bahçesinde elimdeki Mesneviyi karıştırırken, herhalde Arşimet"den daha fazla heyecanlandım buldum, buldum diye. Sayfanın ortasında kocaman bir başlık: “ Kalem olacak şeyleri yazdı mürekkebi bile kurudu hâdis-i şerifi”
Arz etmeye çalıştığım olaylar yirmi yıl kadar önceydi. O zamanlar henüz Şefik Can dedemizle tanışma saadetine ermemiştim. Mesneviyle de fazla iç içe değildim. Yıllardır peşinde olduğum büyük bir hazineye ulaşmış olmanın heyecanıyla okumaya başladım. Hz. Mevlânâ"mız; herkesin gönlünün tasdik edeceği bir şekilde; ezel kalemi nasıl yazdı, mürekkebi nasıl kurudu, bunların hepsini tek tek anlatıyordu.
Mesnevi clt. 5. 2912 beyitlerle başlayan ve bir müslümanın bir mecusiyi dine dâvet etmesini anlatan çok uzunca bir mevzu. Mecusi müslümanın dine davetini kabul etmeyerek; Allah isterse imâna gelirim, benim elimde ne var derken; Müslüman ise; kişinin kendi ihtiyarı olduğunu anlatmaya çalışarak; Sen bu sözle benim kâfirliğim, Allah"ın dileği isteği, ezel takdiri iledir dedin ya, bil ki bu dilek ve istekte seninde dileğin isteğin var. Senin kâfirliğin sen istemedikten sonra olmaz. Hem kâfir olmayı istemiyorsun, hem de kâfir oluyorsun. Bu ikisi bir birine zıt düşer. Sen kaza ve kader konusunda cebri şeyler söylüyorsun inancın doğru değil. Gel şimdi gizli sırları benden duy diyerek, kader ve irade konusunda çok geniş bilgiler veriyordu. Hz. Pir"imiz, her zamanki gibi konunun daha iyi anlaşılması için hikayeler anlatmış, çeşit çeşit örnekler getirmiş sonucu ise yine bir hikaye ile tamamlamıştı. Özet olarak aşağıda arz ediyorum.
"Allah neyi diledi ise, o oldu." hadisinin mânâsı.
Yani dilek onun dileğidir, onun rızasıdır.
Onun rızasını arayın. Başkalarının hışmından,
gazabından, başkalarının sizi reddetmesinden
gönlünüz daralmasın. "Hadiste geçen "Oldu" sözü,
maziyi, geçmişi bildirir. Fakat Allah"ın işlerinde
geçmiş zaman, gelecek zaman yoktur, olamaz.
Nitekim Allah"a göre ne sabah vardır,
ne de akşam." denmiştir.
Kulun; "Allah neyi diledi ise o oldu." demesi; "O işle uğraşma, tembel ol!" Allah ne isterse o olur demek değildir. Çünkü "Takdir-i ezel gayrete aşıktır." demişler.
Bu söz candan ve gösterişsiz olarak, işe daha iyi sarılmaya teşviktir. Hatta o hizmette daha fazla gayrette bulun, o işte daha da ehil ol, daha çok çalış demektir.
Sana; "Ey efendim, ne dilersen dile, işin iş, dilediğin şey, dilediğin gibi olacak." deseler.
O zaman tembellik etsen veya işi oluruna bıraksan da caizdir. Çünkü sen ne dilersen, ne dersen sonunda o olacak…
Fakat "Allah, neyi diledi ise o oldu. Hüküm onun hükmüdür. Ebedi olarak, mutlak bu böyledir." deseler;
Derhal yüz kişi imişsin gibi o işin etrafında kula yakışır bir şekilde niçin dönüp dolaşmazsın. Ne diye o işe candan gönülden sarılmazsın ?
Sen bu sözü ters anladın da gayreti bıraktın, tembelleştin, bu hal senin anlayışına ters düştü, aklın karıştı.
"Emir falan efendinindir." demek, ne demektir ? Aklını başına al da, ondan başkasıyla az düş kalk demektir.
Emir onun emri olunca, o efendiden ayrılma, onun etrafında dön, dolaş. Düşmanı öldürecek, dostun canını kurtaracak odur.
Madem ki o ne dilerse onu bulacaksın, onun hizmetini seç, onu kaybetme.
Yoksa; "Emir sahibinin etrafında dolaşma da, amel defterin kara yazılsın, yüzün de sararsın!" demek değildir.
Seni kızıştıran, ilahi lutfa ümitle koşturan, seni çevikleştiren, seni ar ve haya sahibi yapan te"vil, haktır, doğrudur.
Fakat seni gevşekleştiren, gevşek bir hale sokan, tembelleştiren te"vil, şu hakikati bil ki, te"vil değildir. Seni kötü bir hale sürükleyen, seni değiştiren bir haldir.
"Allah ne dilerse o oldu." hadisi Hakk yolunda, koşturmak, kızıştırmak, ibadete teşvik etmek suretiyle ümitlerini kaybedenlerin iki ellerinden tutmaktadır.
"Kalem, olacak şeyleri yazdı.
O yazının mürekkebi bile kurudu."
Hadisi de böyledir. Yâni "Kalemin mürekkebi kurudu.
İbadet ile günah bir değildir. Emin oluşla hırsızlık ediş
bir değildir. Kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu.
Şükretmekle nankörlük bir değildir. Kalem bu yazıyı da
yazdı mürekkebi bile kurudu." demektedir.
Çünkü Allah gerçekten de
ihsan sahiplerinin ecrini yitirmez.
Bunun gibi "Kalem yazdı, o yazının mürekkebi bile kurudu." hadisinin te"vili de seni en önemli bir iş ile uğraştırmak için bir teşviktir.
Şu halde kalem, herkesin işine layık olan, uygun düşen mükafatı ve mücazatı yazmıştır.
Sen eğer eğri gidersen, kalem seni elbette eğri yazar. Doğru gidersen, doğrulukta bulunursan kalem de seni doğru yazar, mutlu olursun.
Zulüm edersen kötüsün, insanlıktan geri kaldın. Kalem de seni kötü yazdı. O yazının mürekkebi bile kurudu. Adalette bulunursan muradına erersin. Onu da kalem yazdı, o yazının da mürekkebi bile kurudu.
Elinle bir şey çalarsan o anda kalem yazdı, mürekkebi bile kurudu demektir. Şarap içersen sarhoş olursun. Bunu da kalem yazdı. O yazının da mürekkebi kurudu.
Sen reva görür müsün ki, Hakk daha ezelde verdiği emir, yazdığı yazı yüzünden işten kalsın, hiçbir şey yapmasın ?
"İş benim elimden çıktı, ben artık bir şey yapamam. Benim yanıma bu kadar çok gelme, bana karşı bu kadar çok sızlanma." desin.
"Kalem yazdı, yazının mürekkebi bile kurudu." sözünün mânâsı; "Benim yanımda adalet ile zulüm bir değildir demektir.
Hayırla şerrin arasını ayırdım, kötüyü daha da kötüden ayırt ettim." demektir.
Sende bir zerre kadar edep artsa, bu senin için dosttan gelen bir lütuftur. Rabbin bir ihsanıdır.
Senin gayretin, çalışman, bir zerre artsa, Allah"ın terazisinde bir ağırlıktır, bir kıymettir.
"Kalem yazdı, mürekkebi kurudu." sözü, hiç "Cefalarla vefalar bir olur." Cefa ile vefa birdir mânâsına gelir mi ?
"Aksine cefaların karşılığı cefadır." diye kalem yazmış, mürekkebi de kurumuş. Ve "O vefanın karşılığı da vefadır." diye kalem yazmış, mürekkebi de kurumuştur.
Af vardır. Fakat ümit ışığının parıltısı, aydınlığı nerede ki, kulun takva sebebi ile yüzü ak olsun, nurlansın.
Hırsız affedilse, canını kurtardığı için sevinir. Yoksa vezir olmak, hazine emini olmak hırsız için mümkün müdür?
Ey din emini, ey Allah adamı gel! Gel ki her tac ve her bayrak eminlikle belirdi, kendini gösterdi.
Padişahın oğlu eğer babasına karşı hainlik ederse, şunu iyi bil ki, babası oğlunun bile başını bedeninden ayırıverir.
Fakat bir Hintli köle padişaha vefa gösterirse, devlet o köleyi "Çok yaşa!" diye alkışlar.
Köle de ne ki; eğer bir kapının köpeği vefalı olsa, sahibinin gönlünde o köpeğe karşı yüzlerce razılık, yüzlerce memnunluk duygusu vardır.
Bu yüzden köpeği sever, okşar, hatta ağzını bile öper. Eğer köpek yerine onun kapısında arslan bulunsaydı, ona neler yapmazdı.
Her an sana gelip çatan bu dertler, bu belalar, senin yaptıklarının cezasıdır, karşılığıdır. İşte "Kalem yazdı, yazının mürekkebi bile kurudu." hadisinin mânâsı anladınsa budur.
Yol kesen, kervanları soyan, insanları öldüren Fudayl candan tövbe etti de, on adamdan üstün oldu. Bir veli oldu. Günahkarları ıslah etti. Doğru yola getirdi. Bu hali de kalem yazmış, yazının mürekkebi bile kurumuştu.
Başına gelen bütün felâketler, belâlar senin kendi edepsizliğindendir.
Ey Yusufların derilerini paralayan, eğer senide bir kurt paralarsa, bunu kendinden bil.
Sen bütün yıl kendi dokuduğunu giy, bütün yıl kendi ektiğini biç.
Bizim âdetimiz, yolumuz, işimiz doğrudan doğruluktan ayrılmaz. İyiliğe karşı iylik, kötülüğe karşı kötülük veririz.
Aklını başına al da, işini ona göre yap. Doğruluktan ayrılma. Çünkü Süleyman yaşamaktadır. Yok eğer sen şeytan isen, onun da kılıcı keskincedir.
Mes. clt.6.404: Durum böyle olmasaydı; Adem Cenâb-ı Hakk"a; Rabbımız biz gerçekten de nefsimize zulmettik der miydi.
Hz.Adem böyle demezdi de; İşlediğim günah benim bahtımdan; kaderim böyle imiş, kaderim böyle olunca da tedbirin, çekinmenin ne faydası var ? derdi.
İblis gibi; beni sen azdırdın, hem kadehimizi kırıyor hem de bizi dövüyorsun derdi.
Evet kaza ve kader haktır ama, kulun çalışması, tedbirli olması da haktır. Aklını başına alda İblis gibi tek gözlü olma.
Ey genç kaza ve kadere az bahâne bul. Nasıl oluyor da suçunu başkalarına yıkıyorsun.
Zeyd kan döksün, kıssasını Amr çeksin. Amr şarap içsin Ahmet dayak yesin böyle şey hiç olur mu ?
Düştüğün zahmetin çektiğin acının sebebi kötü hareketindir. Kötülüğü içine düştüğün felaketi bahtından değil yaptığın işten bil.
Her şeyi bahtından bilmek gözü şaşı eder. Suçu kendinde bul. Tohumunu sen ektin. Bu sebeple Hakkın vereceği ceza ile, adalet ile uzlaş.
Nitekim İblis de; Rabbim, sen beni azdırdın, bu işte benim suçum yok dedi ama, sözü kabul edilmedi. Az çoğa delâlet eder.
Adamın biri ağacın üstüne çıkmış, ağacı şiddetle silkiyor, meyvelerini düşürüyordu. Hırsızlık yapacaktı.
Bağ sahibi geldi de: "Ey alçak adam, Allah"tan utanmıyor musun? Bu yaptığın nedir ?" dedi.
Hırsız dedi ki: "Allah"ın bağından, Allah"ın bir kulu, Allah"ın lutfettiği hurmayı yerse; ne olur ?
Adice utanmadan beni niye ayıplıyorsun? Ne diye kınıyorsun? Gani olan Allah"ın bütün kullarına lutfettiği nimeti neden kıskanıyorsun? Nekeslik ediyorsun?"
Bağ sahibi hizmetçisine seslendi: "Ey Aybey! O ipi getir de bu şaşkına cevap vereyim." Sonra bahçe sahibi;
Adamı ağaca sıkıca bağladı. Kuvvetli bir sopa ile arkasına, bacaklarına adam akıllı vurmaya başladı.
Hırsız; "Allah"tan utan!" dedi, "Bu suçsuzu inlete inlete, döve döve öldürüyorsun."
Bağ sahibi; "Allah"ın kulu, başka bir kulu, Allah"ın sopası ile ne de güzel dövüyor." Dedi.
"Bu sopa Hakk"ın sopası; arka da, yan da Hakk kulunun arkası, yanı, bacağı; ben de onun bir kuluyum. Onun fermanını yerine getiriyorum"
Değerli dostlar; Görüldüğü üzere Hz.Pir"imiz en hassas konuları bile ne kadar açık net herkesin anlayacağı bir dilde anlatarak tüm karanlıkları aydınlatıp Hakk ve hakikat yolunun inceliklerini bizlere göstermiştir.
Yine Mesnevi clt.2. 2251 de bulunan Peygamber Efendimizin bir duâsı hürmetine, ezel kaleminin her daim hayır ve hasenatımızı aşk-u muhabbetimizi yazması niyazıyla efendim.
"Ey güçlükleri kolaylaştıran Allah!
Sen bize dünyada da, ahirette de iyilik ver, güzellik ver!
Allahım bizim yolumuzu gül bahçesi gibi güzelleştir, varacağımız yerde sen bulun, konak yerimiz sen ol, yürüdüğümüz yol sadece cennet de değil, her zaman bizi sana götürsün. Amin, Amin, Amin