MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN
RUBAİLERŞefik Can
ÖNSÖZ
Rubai Nedir? İslamî edebiyatta bir nazım şekli olan rubai, dört mısra'dan ibarettir. Birinci, ikinci ve dördüncü mısra'ları kafiyelidir. Dört mısraı kafiyeli olan rubailer de vardır. Böyle rubailere "Musarra Rubai" denir. Rubailere "terane" ve "dü Beyt" adı da verilir. Rubâi'nin (kıt'a) dan ayrılması, vezin dolayısıyladır. Kıt'a, her vezinle yazıldığı halde, Rubai, kendine has olan bir vezinden başka bir vezinle yazılmaz.
Rubâi'nin 24 vezni vardır. Bu vezinlerden 12'si "Mefûlü= - - ."cüz'ile başlar ki bunlara: "Ahreb vezinleri" derler. Diğer 12'si "MeFulün= - - -" cüz'ile başlar. Bunlara da "Ahrem vezinleri" denilir. "Ahreb vezinleri" daha ahenkli olduğu için şairler çoğu zaman bunları kullanırlar. Ahreb vezinlerinden de en çok:
(Mefûlü=Mefailün-mefâilün-Fâ)
kalıbını tercih etmişlerdir.
Rubai vezniyle güzel Rubailer yazan ve Hz.Mevlânâ'nın rubailerinden de rubai vezniyle rubailer tercüme eden merhum "Muhittin Raif Yengin"in "Eski Rubailerim" adlı eserine, Filozof Şair Rıza Tevfik Bölükbaşı'nm "Rubailer ve tarihçesi" başlığı altında yazdığı "Takriz"den buraya bir kaç cümle almayı faydalı gördüm: (Şark Şiirinin, gazel, kaside, kıt'a gibi muhtelif nazım şekilleri arasında "Rubai" benim zevkime göre pek zarif bir nazım şeklidir. Bu şekil bana, eski Yunanlıların "Epigrama" sim hatırlatmaktadır. İran Edebiyatını, diğer edebiyatlara takdim edişimin sebebi de, "Rubâi"nin doğduğu yerin İran Memleketi olduğundandır.
Rubâi'nin ilk mısraı, tıpkı bir gazelin mat'laı "yani ilk beyti" gibi, iki mısra da birbiri ile aynı kafiyede olmak, üçüncü mısra'ı, çoğu zaman kafiyesiz, dördüncü mısra'ı da birinci beytin kafiyelerine uymalıdır.
Bazen Rubâi'nin dört mısraı da aynı kafiye ile kafiyeli olur. Fakat hassas şairlerden bir çoklarının iddiasına göre, bir rubaide üçüncü mısraın kafiyesiz olması daha iyidir. Çünkü, bu takdirde ancak dördüncü mısra'da tekrar kafiyeye dönüş kulağa hoş gelir. Bu yüzdendir ki, bir rubainin dört mısraında da aralıksız aynı kafiyenin tekrar edilmesi, işitme zevkini, ahengini zedeler. İran'da doğmuş olduğu hiç şüphe götürmeyen "Rubâi"nin, ancak islamiyetiri intişar ve tee'ssüsünden sonra zuhura geldiği muhakkakdır. Çünkü İslamiyetten önce, çok eski zamanlarda "Zerdüşt" edebiyatında rubai şeklinde hiç bir manzume yoktur.
Rubâinin zuhuru, gerçekten bir muammadır. Bir iki mısra ile çok manalı düşünceleri, duygulan ifade eden ve bana İslâmi, edebiyattaki "Rubâi"yi hatırlatan, eski Yunan Epigrama'ları önceleri mezar taşlarına yazılırmış, daha sonraları felsefî bir fikir için, hatta dua olarak yazılmıştır. Nihayet hicviye olarak da yazıldı ve başka mevzuları da içine aldı. Ben bu benzeyişlerden ötürü, Yunan kitabeleriyle, İslâmi edebiyatda rubailer arasında bir bağlılık olduğuna kuvvetle inanıyordum. Bu inancımın halline bir çare bulmak üzere İranlı dostlarıma mektuplar yazmış, sualler sormuştum. Müsbet olsun, menfî olsun bir cevap vermelerini rica etmiştim. Sonunda Muallim Pejuhi dostum, Isfahan şehrinin mezarlığında rastladığı çok eski bir mezar taşında inci kadar güzel olan şu rubaiyi bulmuş bana göndermişti:
"Ne yazık ki, benim bedenimde artık ruh yoktur. Eski püskü bir gömlek gibi olan kefenimden başka bir şeye malik değilim. Aziz dostlarım! Beni unutmayınız, beni yad ediniz; ben dönüşü imkansız olan bir yolculuğa çıktım."
Bu merak ile bir taraftan eski Yunan Epigrama'larının en güzellerini araştırdım, dikkatle zevkle okudum, bir taraftan da islâmi edebiyatta bulunan, Farisî ve Türkçe rubaileri senelerce tetkik ettim, M.XIII. Yüzyılda yetişen "Mevlânâ"nın ve onun muasırı (632/1234) de Kahire'de vefat eden "İbn-i Fârid"in yazmış oldukları rubaileri pek beğendim."
Merhum Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın yukarıya aldığım cümlelerinin bizi ilgilendirecek en önemli tarafı, Rubai yazan bir çok İran şairlerini zikretmeyip, hatta Hayyâm'ı bile hatırlamayıp da sadece "Mevlânâ"yı hatırlamasıdır.
En güzel şekilde İran edebiyat tarihini yazan RG,Browne'da "Rubai, Iran şiir dehasının en eski mahsüllerindendir, ve her türlü konu için kullanılır " demektedir.
İlk Rubainin M.VIII.y.yılda Rudekî tarafından yazıldığı söylenir. Rubai dört mısradan ibaret bir küçük manzume gibi görünürse de, aslında dört mısralık bir duygu, bir düşünce hazinesidir. Dört mısralık bir manzumeye, bir görüş, bîr duyuş, bir düşünüş âlemini nasıl sığdırabilirsiniz?
İşte Rubainin zor yazılışı bundandır. Bir gazel yazmak, bir kaside kaleme almak şair olanlar için zor değildir. Fakat bir rubai ortaya koymak, iki beyte derin manâlar, fikirler, duygular yerleştirmek, onları belirli kalıplara dökmek kolay değildir.
Rubai Yazanlar: Rubai nazım şeklinin bulunuşundan sonra, hemen hemen her şair, rubai yazmaya başlamış, böylece rubai de gazel, kaside ve musammatlar gibi klasik İslam edebiyatının bir nazım şekli olmuştur.
Farsça Rubai yazan sairler arasında, Ebu Said Ebu'lhayr (H.357-440) Ömer Hayyam, Baba Afdaluddin-iKaşannî, Baba Tahîr-i Uryânî, Mevlânâ Celaleddin-i Rumî ün kazanmışlardır. Iran şairleri arasında bilhassa Ömer Hayyam, rubaileriyle büyük bir şöhret kazanmıştır. Hayyam'ın Rubailerinin batı dillerine tercüme edilmesi onun şöhretini büsbütün arttırmıştır.
İran şairleri gibi, Türk Şairlerinin de hemen hemen hepsi rubai yazmışlardır. Eski Şairlerimiz arasında Rubaileri en çok beğenilen Azmizâde Haletidir, (ölüm: 1040-1630)
Nedim:
"Haleti Evc-i Rubaide uçar anka gibi" diyerek, ona hayranlığını belirtmiştir. Gerçekten de Hâletî'nin pek güzel Rubaileri vardır. Şu iki Rubai onun bu tarzda ne kadar başarılı olduğunu göstermeğe kafidir.
"Aşkın tecellileri meydana çıkınca, kararsız gönül, nur saçan bir fıskiye (gibi) oldu.
Ben öyle bir aşk ateşine düşmüşüm ki, benim bir alevime, bir parlamama, bin Tur dağı olsa dayanamaz.
Yani
Biz neşelendiğimiz zaman mahzun oluruz. Abâd olduğumuz zamanlar da, viran olur, kalırız. Biz kederle, cefâ ile beslenen öyle bir aşk kuşuyuz ki, kafesi açıp bizi hürriyete kavuşdurdukları zaman, uçar, gider tuzağa düşeriz.
Divan şairlerimizin hepsinin rubaileri olduğu gibi son devir şairlerimizden, Yenişehirli Avni'nin, Yahya Kemal'in, Cemal Yeşil'in, Fuad Bayramoğlu'nun, Arif Nihat Asya'nın, Ümit Yaşar'ın, Vedat Varol'un da hayli güzel Rubaileri vardır.
Mevlânâ'nın Türkiye'de basılan Rubaileri ve Tercümeleri:
1) Mevlânâ'mn rubailerinin asıllarını, Türkiye'de ilk defa Hz.Mevlânâ'nın torunlarından Merhum Veled Çelebi İzbudak bastırmıştır. (H.1314/1896) senesinde İstanbul'da Ahter Matbaasında bastırılan bu eserde 1942 Rubai bulunmaktadır.
Rubâiyyat-ı Hz.MevIana adı ile bastırılan bu metinlerin tercümesi (1965-1971) senelerinde M.Nuri Gençosman tarafından "Mevlânâ'nın Rubaileri" adı ile, Milli Eğitim Basımevinde basılmış, Şark islâm Klasikleri serisinin 39 numarası ile yayınlanmıştır.
Veled Çelebi Izbudak'ın neşrettiği bu Rubâiyyat ayrıca Mithat Baharı Beytur tarafından da dilimize çevrilmiş ve İsfahan'da Bahar Kitabevinde (1320-H.190ZM) senesinde basılan başka bir "Rubaiyyat-i Mevlânâ" adlı kitaptan da faydalanarak (2059) Rubai olarak tertiplen misse de ne yazık ki bu tercümeler basılmamıştır. (Mithat Bahâri Beytur Divan-ı Kebirden seçmeler Cilt I in önsözü, sahife 33.)
2) 1928 den önce çıkan Hayat Dergisinde Hasan Ali Yücel Mevlânâ'nın bazı rubailerini asılları ile beraber neşretmişti. Hasan Ali Yücel bu rubaileri, Farsçalan da yeni harflerle yazılmış olarak 1932 senesinde tercümeleriyle birlikte neşretti, 167 ıtubâiden ibaret olan bu seçme Rubaileri Remzi Kitabevi bastırdı.
3) 1937 senesinde Hüseyin Rıfat Bey, Mevlânâ'nın 50'ye yakın rubaisini aruz vezniyle nazmen tercüme ve neşretmişti.
4) 1944 senesinde Asaf Halet Çelebi Hz.Mevlânâ'dan 276 rubaiyi tercüme ederek "Mevlânâ'nın Rubaileri" namı altında, asılları ile beraber yayınladı. Bu küçük kitap, Kanaat Kitabevi tarafından bastırıldı.
Rubailerin metinlerini, merhum Asaf Halet Çelebi kendisi yazdığı için bu kitap, ayrıca değer kazanmıştır. Bu Rubailer, Halet Çelebi tarafından Fransızcaya de tercüme edilmiş ve yayınlanmıştır.
5) 1945 senesinde A.Golpmarlı'nın tercüme ettiği 210 Rubâi'nin "seçme Rubâiler"namı altında yalnız Türkçe tercümeleri Milli Eğitim Bakanlığınca islâm Klasikleri arasında yayınlandı.
6) 1963 senesinde A.GöIpınarli tarafından tercüme edilen 127 Rubai Konya Kanaat Matbaasında bastırılmıştır.
7) 1964 senesinde, Abdülbaki Gölpınarlı, Hz.Mevlânâ'nın Konya'da Mev-lana müzesinde teşhir vitrininde iki büyük ciltlik "Divan-ı Kebirdin, ikinci cildinin sonunda bulunan 1765 Rubainin yalnız Türkçe tercümelerini yayınladı. Bu kitabı, "Rubailer" adı ile Remzi Kitabevi bastırdı,
8) Bendeniz de, 1965 senesinde Konya'da Heri Basımevinde basılan
"Mevlânâ ve Eflatun" adlı küçük bir kitapta, Mevlânâ'nın 87 Rubaisinin asılları ile beraber tercümelerini neşretmiştim.
9) 1986 yılında, değerli şair Feyzi Halıcı Hz.Mevlana'dan 111 Rubaiyi manzum olarakTürkçeleştirdi.Bu, Rubailer, Konya, Doğuş Ofset matbaasında basıldı.
Yukarıda tarih sırasıyla, Hz. Mevlânâ'nın Rubailerinin basılmış olan metinlerinden, mensur ve manzum tercümelerinden bahsettim. Memleketimizde Hayyam'ın rubailerinin metinleri ile tercümelerini beraber neşredenler çok olduğu halde, ne yazık ki Hz.Mevlânâ'nın rubailerini tam olarak tercümeleri ile beraber neşredenler bulunmadı.
Ben, ötedenberi, Hz.Mevlânâ'nm rubailerini tam olarak asılları ve ter-cümeleriyle beraber neşretmeği düşünür dururdum. Bu işe 1964 senesinde Konya'da vazifeli olarak bulunduğum zaman başladım. Mevlânâ Müzesi kitaplığında bulunan çeşitli yazmalardan Mevlânâ'ya ait rubaileri derledim. Sonra Tahran Üniversitesi Profesörü Bediüzzaman Firuzanfer'in "Divan-ı Kebir"in 7.cildi olarak bastırdığı Rubaileri elde ettim. Bu Rubaileri, benim derlediğim rubailerle beraber, Gölpınarh merhumun Mevlânâ Müzesinde bulunan en eski divandan tercüme ettiği 1765 Rubai ile ve Veled Çelebi Efendinin nüshası ile karşılaştırdım. Daha sonra, Ankara Milli Kütüphanesinde bulunan (Hicri 891 Miladi 1486) tarihinde yazılmış olan Rubâiyyat-i Mevlânâ divanının fotokopisinden, keza Nur-i Osmaniye nüshasından da faydalandım. En son olarak Tahran'da "Emir-i Kebir" müessesesinin neşriyatından olup 1345 H.Şemsî senesinde basılan "Kulliyat-ı Divan-ı Şems-i Tebrizi" de bulunan 1955 rubaiyi de gözden geçirerek işbu 2217 rubaiyi derledim ve tercüme ettim.
Anlaşılması güç olan bazı rubaileri kısaca açıkladım. Böylece Mevlânâ sevenlere naçizane bir hizmette bulunmak istedim.
Sayın okuyucularım, Rubaileri okurken, bazı rubailerin bir iki kelime hariç birbirinin aynı olduğunu, bazı rubailerin de birbirlerine pek benzediğini göreceklerdir. Hz.Mevlânâ Rubailerini de Mesnevi gibi eline kalem alarak yazmamıştır. Çeşitli yerlerde, çeşitli vakalar karşısında, çeşitli duyguların etkisi altında irticalen söylemişlerdir. Yanında bulunan hayranları onları yazmışlardır. Bazı tekrarlar görülmektedir. Hatta görüleceği gibi bir rubainin ikinci beyti tespit edilememiş, bir beyt olarak yazılmıştır.
Bendeniz de kaynak olarak kitaplardan aslından ayrılmadım. Kendiliğimden, "bu rubailer birbirlerine çok benziyor" diye almamazlık etmedim. Hatta "bu nihailer içinde Mevlânâ'ya ait olmayan rubailer de bulunabilir" diye düşünmedim. Kaynaklarda ne gördümse onları aldım. Birbirine çok benziyenleri, hemen orada, Rubâi'nin altına not ettim.
Rubailerin içinde tek tük müşkül olanları, anlaşılması zor olanları karşınıza çıkabilir. O zaman, o rubai üzerinde dikkatle durmak, anlamaya çalışmak tekrar tekrar okumak düşünmek gerekir.
Mevlânâ'mn rubailerinin özellikleri:
Hz.Mevîânâ gibi büyük bir mutasavvıfın, bir mütefekkirin, hassas, heyecanlı ve coşkun bir şairin dört mısrahk küçük bir nazım şekli olan "Rubai" içine, hislerini fikirlerini sığdırması, insanı hayretlere düşürür. Gerçekten de bu hal, büyük bir denizin, küçük bir havuza sığdırılmasına benzer. Duyguların ve düşüncelerin teksif edilerek bir komprime hâline getirilmesi her şairin yapamıyacağı bir şeydir. Bu sebepledir ki bütün dikkatimizi toplayarak onun rubaileri üzerine hakkıyla eğilir ve Mevlânâ'nın dilinden anlarsak, o mübarek velinin duygulan ve düşünceleriyle aşinalığımız varsa, onun tek bir rubaisinden bir kitap çıkarabiliriz. Bu rubailerin her biri, âdeta bir mesnevi özü olarak bizi büyüler.
Rubai derin manâlı bir şiir olduğu içiriş onu anlamaya çalışmak, onun derinliklerine inmek gerekir. Kitabın sonunda bulunan konu fihristine bakarak, aynı konuda söylenmiş rubailer varsa, onları da okuyarak anlama zevkine varmağa çalışmak icap eder. Bir okuyuşta, bir çok rubai okuyarak zihni yormamalı, düşünceyi karıştırmamalıdır.
Şunu da belirtmek isterim ki güzel bir şiir, bir dilden başka bir dile çevrilirken mutlaka aslındaki güzellikten bir şeyler kaybeder. Güzel bir şiir, çok kıymetli bir esansa benzer. Bir şişeden başka bir şişeye aktarılırken ruhu uçar. Bir şiir ne kadar güzel tercüme edilirse edilsin, aslındaki bedii güzelliğe ulaşamaz. Hele Mevlânâ'mn şiirleri hakkıyla tercüme edilemez? Çünkü Mevlânâ'mn gönül ateşi ile söylediği mübarek şiirlerinde yalnız kendi duygulan ve düşünceleri değil, kendisi vardır, kendi aşkı vardır. Gerçekten, bir rubainin içine girebilirseniz, orada Mevlânâ'mn aşkını, heyecanını sıcak duygularını hissedersiniz. Bir yanardağ gibi kaynayan parlayan alev alev yanan duygulan ile "Mevlânâ" sizi başka bir âleme götürür. O âdeta, söylediği kelimelerin içine gizlenmiştir. Mübarek kalbi o kelimelerde çarpmaktadır. Başka şairlerin, akıllarını yorarak, kafiye ve vezin endişesiyle kendilerini zorlayarak yazdıkları rubaileri, Mevlânâ, aşkla, imanla gönlünde hissetmiş, onları rahatça konuşur gibi vezinli ve kafiyeli olarak söyleyivermiştir. Bu sebeple Hz.Mevlânâ'nm rubailerini, başka şairlerin rubaileri gibi okumamak lâzımdır.
Bu rubailer, bir velinin imanlı gönlünden yükselen feryadlardır, niyazlardır. Bu hakikati çok iyi anlayan Pakistanlı büyük şair ve düşünür İkbâl Hazretleri:
(Celaleddin-i Rumi'nin şiirlerini gönül kâbesine as) demektedir.
Bu ilahî nağmeler, bu rûhânî Rubailer, nasıl tercüme edilebilir? Benim gibi âciz bir insan bunlan nasıl Türkçeye çevirebilir? Hangi dilde O velinin mübarek dudaklarından dökülen ledünni kelimelerin karşılığı bulunabilir?
Sadece bu güzel, bu lâhutî Rubailerin asıllarını tam olarak Mevlânâ sevenlere sunmakla öğünebilirim. Tercümeleriyle haddim olmayarak, huzurunuza çıkıyorum. Bu cüretimden ötürü Hak Aşığı ve maşuku Büyük Mevlânâ dan af edilmemi niyaz ediyorum.
İtiraf etmeliyim ki, rubailerdeki lâfız güzelliğini, ahenk güzelliğini, yani söz ve ses güzelliklerini, tercümelerinde yeterince gösteremedim. Sadece, asıllarındaki fikirlere, duygulara, mânâlara bağlı kalmaya çalıştım. Binlerce rubai içinde, hoşunuza giden rubailere rastladığınız zaman onlarda bulacağınız güzellikler, hoşluklar, biliniz ki asıl metinlerde olan güzelliklerden, çok ufak birer kırıntıdır.
Tercümeler, asıllarında bulunan bütün güzelliklerin hepsini gösteren birer ayna olamaz ki..
Mevlânâ'nın âcizane mütalaanıza arz ettiğim bu rubai tercümelerini o-kurken güzelliğine, derinliğine tamamen varamadığınız, mânâsını anlayamadığınız, zevk edinemediğiniz bir rubaiye rastlarsanız, rubai'nin aslındaki güzelliği, derinliği tercümelerimle size kadar getiremediğimi anlayınız da, aczimi hoş görünüz, bağışlayınız. Çünkü Mevlânâ, Rubâi'lerindeki fikirlerinin, duygularının, sezişlerinin ve ilhamlarının pırlantalarını öyle ustalıkla yontmuş, bu çok değerli pırlantaları koyup göstereceği mahfazaları öyle dikkatle seçmiştir ki insan bu sanata, bu yüksek kudrete karşı hayranlık duyuyor. Her ne kadar, bu kitaptaki binlerce rubai, sanat, nükte ve şiir bakımından birbirinden farklı bir güzellikte olsalar da, mânevi yönden bunların hepsi de lâhûti bir sevgi denizinden, bir hakikat dünyasından yükselen duygu, düşünce dalgaları ile, kucaklarınıza serpilmiş aşk ve imân incileridir.
Bu rubailer, bazen bir hikmet, bazen bir hakikat, bazen bir irşâd, bazen de baştanbaşa güzellik içinde nurlar saçar.
Mevlânâ son derece hür fikirlidir. Fakat ondaki bu fikir hürriyeti, herkesin bildiği, herkesin anladığı fikir hürriyetinden çok daha derin, çok daha engindir. O bambaşka bir hürriyettir. Ondaki bu fikir hürriyeti, dinin, imânın, hakikatin, aşkın özüne, sırrına tam bir bilgiye, tam bir inanca varmış olmasındandır. Adeta, kendisi, o öz, o sır olmuştur da, o öz, o sır kendisinden doğmuştur. . Bu yüzdendir ki Mevlânâ, söylediği herhangi bir hakikati, herhangi bir fikri korkarak, tereddüt ederek, acaba böyle miydi? diye söylemez, kesin bir beyanla söyler. Bizim gözümüz, güneşi nasıl görüyorsa, o, söylediği sözün doğruluğunu, hakikatini bizim gördüğümüzden daha kuvvetli, daha açık bir görüşle görerek söyler.
Mevlânâ'nın sözlerinden sezebildiğimize göre; O, ilâhi isimlerden ziyade, o isimlerin müsammâ ile ve bedeni mücâhededen ziyâde, ruhanî mücâhede ile Hak yolunda yürüyerek ilerlemeyi üstün tutmuştur.
Mevlânâ manen vardığı bir makamda hiç durmamış, daima ileri gitmiş, daima ilerlemiştir. Onun için şunu tavsiye ediyor, diyor ki:
"Kardeş, bu Hak'kapusu, ucu bucağı olmayan bir kapudur. Sonu yoktur. Bu yolda herhangi bir yere varırsan, sakın yeter deme, durma, ilerle"
Her gün benim için yeni bir yola çıkmak, yeni mesafeler almak gerekir.
Elinizdeki Divan-i Rubâiyyat'in özelliği:
Araştırmacıların, meraklıların, rubai metinlerini bulmakta zorluk çekmemeleri için, her harfe ait rubailerin, ayrı ayrı, alfabe sırasına göre fihristi yapıldığı gibi, kitabın sonuna rubailerin temas ettiği mevzulara ve isimlere dair bir de karma fihrist eklendi.
Metin ve tercümenin bir arada bulunuşu, Farsça bilenlerin çok işine yarayacaktır. Metinlere bakılarak, tercümelerin ne dereceye kadar asıllarına uygun olduğu belli olacaktır. Bu münasebetle, şunu da belirtmek isterim ki, tercümelerimde kelimeler üzerinde durmadım. Rubailerin ruhuna, anlamlarına sadık kaldım, açıklamalı tercümeler yaptım. Böylece okuyucularımın rubaileri kolayca anlamaları için yardımcı olmaya çalıştım. Aynı rubailerin Gölpınarlı ve Nuri Gençosman tarafından yapılan tercümeleri'nin, Rubai numaralarını da Rubai metinlerinin fihristinde gösterdim ki, Mevlânâ'yı seven okuyucularımda, adı geçen mütercimlerin kitapları varsa, oradan da bakmaları ve aynı rubainin çeşitli tercümelerini birbirleriyle karşılaştırmaları mümkün olsun.
Şunu da açıklamak isterim ki, Mevlânâ'nın bu Rubailer Divanında öyle rubaileri var ki eşsizdir, manasındaki güzellik, nüktesindeki incelik insanı hayran eder, kendinden geçirir. Bu sebeple, bu güzel rubailerin zevkine varabilmek için kitabı her ele alışta ancak bir rubai okumak, onun üzerinde çok düşünmek, onu anlamaya çalışmak, onun zevkine varmak gerekir. Hoşunuza giden rubailerin numaralarını bir yere yazıp, tekrar tekrar okumak, o rubaiyi size çok sevdirecektir.
Hazret-i Mevlânâ hayranlarından
Emekli öğretmen Albay Şefik Can