Mevlevîlikte sanat

Hz. Mevlânâ sanata oldukça ehemmiyet vermiştir. Hatta sanatı mâbede sokmuş ve ibadetten sayarak yaşam çizgisi haline getirmiştir.

 

İslâmiyet'in İbâdet Telâkkisi

Dergâhlarda yalnız namaz, niyaz ve semâ ile mi meşgul olunurdu? İslâmiyet'te ibâdet “Allah'ın yapılmasından hoşnûd olacağı fiil ve hareket” diye târîf edilir. Şu hâlde çalışıp etrafına faydalı olmak da mühim bir ibâdettir. Esasen Mevlânâ, Peygamberimizin “dilencilikten kaçınılması” hususundaki emrine işaret ederek, ister ilimle olsun, ister san'atla olsun, müridlerini daima kazanmağa teşvîk eylemiş, “Bizim dostlarımız maîşetlerini bu yolda temîn etmezlerse, bir para etmezler” şeklinde öğüt vermişlerdir. Kendileri de müftî ve müderris olarak gördüğü vazifenin maaşı ile geçinirlerdi.

Babası gibi san'at ve san'atkâr hakkındaki görüşlerine eserlerinde yer veren Sultan Veled, kendi fikir ve ictihâdiyle san'at öğrenmek isteyen kimsenin, uzun zaman çalışıp çabalasa bile eksik kalacağını; bir üstaddan bir lâhzada öğrenilenlerin yıllar boyu kendi kendine çalışmakla elde edilemeyeceğini belirttikten sonra, san'ata gönül verenlerin mutlaka bir 'hocadan,bir mektebden usûlüne uyularak yetişebileceğini söylemiştir. İşte, Mevlevîlik tarihinde bu üstad ekseriya bir Mevlevi Dedesi, mekteb de Mevlevîhâne olmuşdur. Bu mekteb teşkîlâtı -hele büyük âsitânelerde- ilk tahsilden üniversiteye kadar ihâtalı bir öğretim müessesesi vasfında idi ve yukarda bahsedildiği gibi, san'at akademisi hüviyetinin yanısıra, okuyup yazmakdan astronomiye; ilâhiyâtdan tasavvuf yoluyla ruhiyata kadar muhtelif dallarda faaliyet gösterilirdi. Kitapların elle yazıldığı ve birkaç kitaba sâhib olmanın şeref sayıldığı o devirlerde her Mevlevîhânenin bir kütübhâneye mâlik olduğu unutulmamalıdır. Âsitânelere aslı Farsça olan: “Bu makam, Hak âşıklarının toplanma yeridir. Kim ki eksik geldi, burada tamamlandı” mealindeki beytin levha şeklinde asılması elbet boşuna değildir. Bu bahsi, göze hitâb eden iki latîf eserle kapatalım. Birincisi: Geçimini kitab istinsâhiyle karşılayan şâir ve hattat, Mevlevî dervişi Cevrî İbrahim Çelebi (ö. 1654) hayatı boyunca 22 Mesnevî-i Şerif yazmıştır. 

İkinci örneğimiz de, hat san'atında celî kavramını hâlâ geçilemeyen mertebesine eriştiren Mevlevî muhibbi hattatlardan Sami Efendi'nin (1838-1912) celîta'lîk ile yazdığı ve lâciverdmâvi zemîne zer-endîd (sürme altın) usulüyle müzehhib Bahaddin Efendi (Tokatlıoğlu, 1866-1939) tarafından işlenen bir levhadır. Hattının mükemmeliyeti dışında, levhanın etrafına mahsus olarak îmâl edilen çerçeveye de dikkati çekmek gerekir. Muhtemelen bir Mevlevî dervişinin yaptığı ince marangozluk şaheseri bu çerçevenin üstünde görülen “destarlı Mevlevî sikkesi” levhayı daha da mânâlandırmaktadır.

 

Mevlevîlikte Mûsikî

Hz. Mevlânâ mükemmel tahsîlinin yanısıra, mûsikî ile de uğraşmışdı; rebab çaldığı nakledilir. Mesnevi'sinde ayrı bir mevkî verdiği sazlıktan koparılan ney aslî vatanından ayrılan “ruh” un timsâlidir. Bununla, Rabbine kavuşmanın hasretini çeken “insân-ı kâmil “ remzediliyordu.

Belli başlı her tarîkatde değişik usulerle icra olunan âyîn, Mevlevîlikde semâ' denilen ve insanı gerçek varlığa ulaştıran bir cezbe halinde tezahür eder Mevlânâ bendelerinden Midhat Bahârî Beytur merhum (1878-1970) semâ'ı şöyle anlatmaktadır:

“Sanma bîhûde döner vecde gelen âşıklar, Mest-i cânân olarak akla vedâ eylerler. Nây'den bank-i elestî' yi duyup âh ederek, Hakk'ı âgûşa alır, öyle semâ' eylerler”.

semâ' nın bestelenmiş bir âyîn-i şe­rif refakatinde icra edilmesi teamül hâli­ne gelince, XV. asırdan îtibâren büyük bestekârlarımız tarafından bu yolda eserler verilmeğe başlanmıştır. Âyinler, selâm denilen dört kısımdan ibaret olup, mûsikîmizin en uzun süreli parça­larıdır. Her selâmın hangi mûsikî usûlü ile bestelenmesi gerekeceği tesbît olun­muş; makam ise bestekârın ilhamına bırakılmıştır. Ancak bunun “tefe-ül” yo­luyla kararlaştırıldığı da vâkîdir: Geçen asrın mûsikî üstadlarından Zekâi Dede (1824-1897) yeni bir âyîn bestelemeğe karar verip güfte ve makam seçmesini Yenikapı Dergâhı post-nişîni Osman Salâhaddin Dede'den (ö.1886) rica edince, Şeyh Efendi: “Orasını Pîr Efendimiz­den soralım” diyerek Mevlânâ'dan “tefe-ül'e işaret etmiş ve Dîvân-ı Kebîr açıldığında karşılarına aslı Farsça olan ve “Ey çengi Isfahan perdesi arzum­dur!” mısrâ'ı ile başlayan gazel çıkmış, bunun üzerine Zekâi Dede âyîni Isfahan makamından bestelemiştir.

Âyîn boyunca hep aynı makamda seyreden eserler bulunduğu gibi, muh­telif makam geçkilerinden sonra giriş makamında karar edenler veya değişik bir makamda kalanlar mevcuddur. Güf­teler ekseriya Mevlânâ'nın şiirlerinden seçilmiş olsa bile, diğer Mevlevî büyükle­rinin Türkçe güftelerinin de kullanıldığı vâkîdir.

Eski âyînlerin bir kısmı unutulmakla beraber, zamanımıza intikâl edenlerin sayısı altmışın üstündedir. Bunların nasıl dervîşâne bir hisle bestelendiğini göstermek maksadıyla yukarda bahsi geçen İs­mail Dede Efendi'nin bu husustaki beyânını sadeleştirerek nakledelim. Dâhi bestekârımız 1832'de Bestenigâr makamından vücûda getirdiği âyîn-i şerîf için şunları söylüyor: “Bütün derviş kardeşlerce bilinmelidir ki, bu hakîr kula gerçi yedi âyîn-i şerîf tertîb et­mek nasîb oldu. Lâkin her beytin ter­tibi sırasında sanki bu nâçiz kulun di­linden Hz. Pîr Efendimiz söylerdi. O kadar ki, elinde birşey kalmamış müflise benzeyen bu bîçâre, sessiz ve kudretsiz bir hâlde, okunan âyînlerin beste ve makam seyirlerinde zerre kadar katkım olmayıp, hepsi de, elimden tutan Hz. Mevlânâ Efendimizindir”. İhlas ve samîmiyetle yazılmış bulunan şu cümlelerden anlaşılacağı gi­bi, bu âyînler manevî bir rabıta ile bes­telenmiş olmalıdır. İlâhî bir vecd hâli sayılan semâ' için Mevlânâ'nın ney ve kudümü kâfi bulduğu, onun: “Ney kuru, değnekler kuru, kudüm üstüne gerilmiş deri kuru... O hâlde bu 'Allah' sadâsı nereden geli­yor?” mealindeki beytinden anlaşılır. Bunun farkında olamayanlara hitaben Mevlânâ hayranlarından Müderris Ferid Kam (1864-1944) merhumun yazdığı şu zarîf nükteli kıt'ayı nakletmenin, işte bu­rası tam yeridir:

Sırr-ı nây ü kudümü anlamayan Kafana “dümbelek” desem, yeridir. Bak, bu mebhasde şâk idi söfî. Sana ondan “eşekk” desem yeridir! (Ney ve kudüm sırrını anlamayan kafa­na dümbelek desem, yeridir. Bak, bu mes'elenin gerçekliğinde sofu şüphecidir; lâkin sana ondan daha şüpheci de­sem caiz olur!)

Şunu da belirtmeliyiz ki, san'at gay­retinin gâlib geldiği son devirlerde tan-bur, kânun, keman gibi sazlar da âyînde refakat için kullanılan âletlere dâhil edilmiş; rebâb, istenilen her sesi çıkarabilecek bir bünyeye sâhib olmadığından, yerini zaman zaman kemençeye bırakmıştır. Mevlânâ'nın eserlerinde adı geçen ve küçük bir arp'ı andıran çeng'in şeklini de ancak eski minyatürlerden öğ­reniyoruz. Faaliyetleri boyunca birer konservatuar olmak vasfını muhafaza eden Mevlevîhânelerde Türk mûsikîsinin sâdece dînî şekliyle uğraşıldığı sanılma-malıdır. Dînî eserlerin dışında kalan klâ­sik üslûbda bestelenmiş parçaların bir çoğu da bu dergâhlarda yetişmiş san'atkârlara âittir.

Mûsikîmizin bünyesine uygun nota tertipleyen Abdülbâkî Nasır Dede'den (1765-1820), bu san'atı “sonometre” üzerinde matematik ölçüleriyle incele­yen Atâullah Dede'ye (1842-1910) ka­dar nice mûsikî âlimleri, Mevlevîhânelerin mensûbudurlar. Îcrâ ettikleri sazın virtüözü olmuş bir hayli Mevlevî mûsıkîşinas ismi verilebilir. Bunlara bir misâl olarak Neyzen Aziz Dede'yi (1835-1905) ve talebesi -aynı zamanda hattat olan- Mehmed Emin Yazıcı'yı hatırlatalım. Mevlevîlerin bu hudutsuz san'atda gösterdikleri mahareti, sözden ziyâde onların bıraktıkları mûsikî eserleri isbât edeceğinden, bu bahsi kes­mek yerinde olacaktır.

 

Fildişi Oymacılığı

Mevlevî dedelerinin dergâhlarda en fazla meşgul oldukları san'atlardan biri de makta îmâlidir. Geçmiş asırlarda yazı yazmasını bilenlerin yanlarından ayırmadıkları ve yazmak îcâb ettiği vakit beli sa­ran kuşağın arasından çıkartıp kullandık­ları divitin içinde mutlaka makta (keli­menin aslı:mikattâ) da bulunurdu. Söz sözü açıyor ve eski san'atlarımızın hangi­sinden bahsetsek -kısa da olsa- îzâhat vermek lüzumu doğuyor: Divit, yazı yaz­mak için kullanılan kamış kalemlerin, içinde muhafaza edildiği mâdenî kalem kutusuna denilir ki, bir tarafında çıkıntılı olarak mürekkep hokkası bulunur. Peki, makta ne işe yarar? Kalemtıraş denilen, kalem açmaya mahsus küçük ve çok kıymetli bir kesiciyle kamış kalemin ağzı makta üzerinde kesilip düzeltilir ve ikiye çatlatılır. Çünkü hokkaya batırıldığı zaman, kalemdeki bu çatlağa mürekkep dolarak kısa bir müddet için yazabilmek imkânını sağlar.

Makta, 2-3 cm. eni, 10-20 cm. boyu, 2-3 mm. kalınlığı olan bir plâkadır. İyi cins olanları fildişinden, âdileri kemikten yapılır. Bağa ve sedeften îmâl edilmiş maktalar da görülmüştür. Neden bu maddeler tercih edilir? Çünkü kalemin ağzının şakk edilmesi (dikine çatlatılması) ve katt edilmesi (kesilmesi) eğer sert satıhlı bir yerde (cam, mermer...) yapılırsa, kalemtıraşın kesici ağzı zedelenir ve dönerek zamanla kullanılamaz hâle gelir.Yukarda bahsi geçen maddelerin satıhları nisbeten yumuşak olduğu için kalemtıraşın keskinliğine zarar vermezler ve kendileri de müteessir olmazlar. Makta üzerinde -ortasına kamış kalemin çapına uygun bir yiv açılmış- küçük bir çıkıntı bulunur. Kalem yuvası denilen bu çıkıntı, işlem sırasında kalemin yerinden oynamasını önler. Bu basit âleti, Mevlevîlerin zevki ince bir san'at hâline getirmiştir. Denilebilir ki, Mevlevî zarafeti adetâ bir fildişi parçasının üstünde şekillenmiştir. Doğrusu, insan onu kalem kesmek maksadıyle kullanmağa kıyamaz. Dergâhlarda makta yapmakla uğraşanlar, san'at gösterebilmek için fildişini tercih etmişlerdir. Eserlerine rastladığımız isimler arasında Resmî, Fikrî, Hattî... vardır. Bu sayılanların hakîkî isimler olmayıp mahlas denilen takma adlar olduğunu ilâveye bilmeyiz lüzum var mı? Fikrî imzalı maktada 1271/1855 tarihi görülmüştür. Diğerleri de, 19. asrın sanatkârlarıdır. Bu maktaların hâlen bulunduğu Topkapı Sarayı Müzesi'nde yine bir Mevlevî san'atkâra aidiyeti şüphesiz olan ve üstüvânî (silindir) biçiminden dolayı kubur denilen, fildişinden mamul kalem bir kutusu vardır ki değil yapmak, nasıl yapıldığını düşünmek bile bugünün sabırsız insanını çileden çıkarmağa yeter! Ama bunların hazırlanması, çile çıkarıp sabır imtihanını başarıyla vermiş bir dede için müşkül olmasa gerek...

 

Kâğıt Oymacılığı

Eski kitab san'atları içinde mühim yeri olan kâtı'lık (=oymacılık) bahsinde de hüner sahibi Mevlevi dervişleri gelmiştir. Kâtı'a denilen oyma eserlere örnek olarak yazılı Mevlevî sikkesini gösterebiliriz. Bu san'atla uğraşanlar, murakka' germek usûlünden faydalanarak suya dayanıklı sekiz-on kat kâğıdı nişasta muhallebisiyle birbirine yapıştırıp sert bir tabaka elde ederler. Sonra, istedikleri deseni bu tabakaya çizerek nevregen denilen ve oyma işinde kullanılan husûsi bir kesiciyi çizgilerin üstünden yürütürler. Desen oygu hâlinde ortaya çıkınca, suya atılan bu kâğıd tabakası -ıslanmakla yapışma hassasını kaybettiği için- birer birer ayrılır. Böylece tek kesimde sekiz-on iş birden çıkarılmış olur. Muhtelif renkde kâğıdlar kullanılmakla, değişik renkli oymalar elde edilebilir. Sonra herbiri istenilen renkde ayrı bir zemîne yapıştırılır.

Destânnın üzerinde “Yâ Hazret-i Mevlânâ” yazılı olan Mevlevî sikkesi biçimindeki bu oymada san'atkârın imzasına rastlanmıyor. Yeri gelmişken, koyu yeşil renkli destânn ancak şeyh ve Mesnevî dersi okutan mesnevîhanların sikkesi üstüne sarılabildiğini belirtelim.

 

Mevlevî Saatler

Topkapı Sarayı Müzesi'ndeki Saatler Galerisi'ne girdiğiniz vakit tam karşınıza gelen vitrinde destârlı Mevlevî sikkesi kisvesine bürünmüş üç ayrı saat size “beyân-ı hoş-âmedî” de bulunacaklar, yâni “hoş geldiniz” diyecekler. Yaş ortalaması 150 yılın üstünde olan bu dedelerin dâvetine icabet edip sohbet halkalarına dâhil olursanız; rakkaslarının kudüm sesini hatırlatan âhengine uyarak, semâ'hâne misâli saat kadranı üzerinde yıllar yılı nev-niyâz bir Derviş heyecânıyle dönen yelkovanın ve semâ'zenbaşı vakarı içinde meydanı ağır ağır dolanan kader arkadaşı akrebin ırlattıklarını duyarsınız:

“Fakir, geçen asrın ortasına yakın Ahmed Eflâkî Dede'nin elinde doğdum. Bu Eflâkî Dede'yi sakın Hz. Pîr Efendimizin ve yayımlarının menkabelerini “Menâkıbü'l-Ârifîn” ismiyle toplayan Ahmed Eflâkî Dede (1291-1360) sanmayınız? Hem onsan feyz umularak, hem de felekiyât (astronomi) ile uğraştığı için bu nâçîzi vücûda getiren Dede'ye de aynı isim verilmiştir. Zamanında Mahmûd-ı Sânî (Mahmud II) Efendimizin muvakkıti (zaman ölçüp, takvim hazırlayan kimse) olan Eflâkî Dede'nin mahdumu Hüseyin Hâkî Efendi de, pederi gibi saat îmâl ederdi. Kaidesi ve fânusuyla mücessem bir destârlı sikke olan 1224/1809 tarihli diğerimiz ise Sultan Mahmud Efendimizin ikinci muvakkıti Ahmed Gülşeniyyü'l-Mevlevî'nin eser-i san'a-tidir”.

Lisân-ı hâl ile konuşan bu zarîf saatler bizi Mevlevî zarafetinden de kısaca bahsetmeğe cezbetti..

 

Mevlevî Zarafeti

“Lisan san'atı” olan edebiyatın Mevlevîlik'deki yerini belirtmeğe bu sahifeler kâfi değildir. Ancak, hakîkî Mevlevîlerde her söz ve hareketin, adetâ ilâhî bir zarafete büründüğünü belirtmeliyiz... Meselâ, içinde mecâzî olarak “hîle ve oyun yapmak” mânâsına “külâh etmek” tâbirinin geçtiği meşhur: “Mevlevîdir sevdiğim, her dem külah eyler bana!” mısrâ'ı üzerine Mevlânâ'nın âşık bendesi Mehmed Kadir Keçeoğlu “Yaman Dede” (1888-1962) merhumdan işittiğimiz şu nükteyi nakledelim: Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Ahmed Celâleddin (Baykara) Dede (1853-1946) birgün Mevlevî kisvesiyle Ankara Caddesi'nden Babıâli'ye doğru çıkarken, yanından geçen çarşaflı iki hanım o kaç göç devrinde bile- yukardaki mısrâ'ı kendisine duyuracak şekilde söylemekden kendilerini alamamışlar. Boylu-poslu yapısı ve vakur haliyle her gittiği yerde nazarları üstüne toplayan Celâleddin Dede Efendi, üç dilde -Türkçe, Arabça, Farsça- derhal ve kolaylıkla beyitler, kıt'alar düzenlemek kudretine sâhib olduğu için bu harf-en-dazlığa da derhâl şu mukabelede bulunmuş:

“Ger görürlerse sen;, şâyeste-î atf-ı nigâh, Mevleviler de döner, atf-ı nigâh eyler sana”)

 

Sevâkıb-ı Menâkıb (Mevlanâ'dan Hatıralar) ve Minyatür Sanatı

1918'den  beri minyatür sanatı ile meşgul olan Ord. Prof. Dr. Sühel Ünver demektedir ki: (Tertipleri  hazırlayan ressam, dikkate sayan ve her biri üzerinde behemehal durulması icap eden bir surette, çok sadakatle çalışmış ve adeta birer şaheser vücuda getirmiştir. Her kim ise, bu zâtın görüş ve ihatâsına hayret etmemek mümkün değildir. Levhaların üzerinde çalışan ressamlar, arzu ettikleri havayı vererek, sanatta ileri bir derecede olduklarını ortaya koymuşlardır.

Her noktadan bu eserler; 16. asır sonunda san'at intibaları ile yetişen Türk ressamlarının sayılı eserlerinden birisine 22 tablo ile sâhib bulunuyoruz. Bunları Türk Resim Tarihi'nin mükemmel ve muvaffak olmuş belgeleri sayarız. Ressamların isimleri yoktur. Fakat eserleri Türk zevk ve sadeliğinin örneğidir. her birinin ayrı ayrı değerleri çoktur. Bunu san'at mazimiz için kazanç  telâkki ederiz.)

22 adet  Sevakıb-ı Menakıb  minyatür resimleri Topkapı Sarayı Kütüphanesi arşivlerinden telif hakkıyla bundan sonraki ilişikteki sahifelerde renkli olarak neşredilmiştir.

 

 

KAYNAKÇA

ÜNVER Süheyl, Mevlânâ ve Mevlevilik, 1973, Sevâkıb-ı Menâkıb Organon İlâçları A.Ş. Yayını (Cumhuriyetimizin 50. yıl anısına), İstanbul

BİN AHMED, Feridun, 2004 Sipehsâlâr Risalesi, Elest Yayını, İstanbul, Osmanlıcaya Çeviren, Ahmet Avni, Yayına Hazırlayan Tahir Galip Seratlı

KARATAY, Belediye Başkanlığı, 2002, Konya (Konya'dan Dünya'ya Mevlânâ ve Mevlevilik)

DERMAN, M.Uğur, “Mevlevilikde San'at”, Organorama /5 Ekim 1973, İstanbul, s.10-14.

GÖLPINARLI Abdülbakî, Mevlânâ Rûmî Celâleddin, Mesnevî, I-VI, (Tercüme: Veled Çelebi  İZBUDAK), İstanbul 1960

ABRAŞ, Hâmid, “Mevlevî Sanatçılar”, Osmanlı 11, Kültür ve Sanat, Ankara 1999, s.93-99.

BEYTUR, Midhat Bahâri, Mesnevi Gözüyle Mevlânâ, İstanbul 1965.

GÖLPINARLI, Abdülbâki, Mevlânâ'dan Sonra Mevlevilik, İstanbul 1983.

GÖLPINARLI, Abdülbâki, Mevlevî Âdab ve Erkânı, Konya (trhsz).

İNAL, İbnülemin Mahmud Kemâl, Son Asır Türk Şâirleri, İstanbul 1930-41

LERMİNOĞLU, Ayten, Hz. Mevlânâ ve yakınları, İstanbul 1969.

ÜNVER, Dr. A. Süheyl, “Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîhâneleri ve Son ŞEYHLERİ”, Mevlânâ Hâtıra Kitabı- Konya 1964.

RAUF Yektâ, Esâtiz-i Elhan, (Zekâi Dede-1318), (Dede Efendi-1341), İstanbul

Mevlânâ Yıllığı, (Halil Can ve Selâmi Bertuğ'un Makaleleri)- Konya 1963.

DERMAN, M.Uğur “Kalem”, İslâm Düşüncesi Mecmuası, sayı: 3, İstanbul 1967, s.161-176

 

İpek Yolu Dergisi

 

http://akademik.semazen.net/ sitesinden 23.11.2024 tarihinde yazdırılmıştır.