ANADOLU’NUN TÜRK YURDU HALİNE GELİŞİNDE MEVLÂNÂ VE MEVLEVÎLİĞİN ROLÜ
Bu dönemde gelmiş olanlar arasında; bilim adamları, sanat sahipleri, tüccar ve esnaf zümreleri ile çeşitli tarîkâtlara mensup şeyh ve dervişler bulunuyordu.

III. ULUSLARARASI MEVLÂNA KONGRESİ    

 

MENÂKİBÜ"L-ÂRİFÎN"E GÖRE ANADOLU"NUN TÜRK YURDU HALİNE GELİŞİNDE MEVLÂNÂ VE MEVLEVÎLİĞİN ROLÜ

 

Prof. Dr. Mehmet ŞEKER*

 

GİRİŞ

Menâkıb, “nekabe” fiilinden türeyen “menkabe”nin çoğuludur. Menkabe, sözlükte; “övünülecek güzel iş, hareket ve davranış” anlamına gelmektedir.

Menâkıb terimi bu anlamda muhtemelen IX. yüzyılda kullanılmaya başlamıştır. Bilindiği gibi Hz. Muhammed"in ashâbının fazîlet ve tarihen de sâbit meziyetlerinin anlatıldığı hadis külliyâtının fasıl başlıklarında çoğunlukla “menâkıb” kelimesine rastlanmaktadır.

Bundan başka halifelerin ve tarihî şahsiyetlerin biyografileri ile kabileler gibi bazı zümre ve toplulukların övgüye değer faâliyet ve işleri için de kullanılan menâkıb kavramı daha çok, tasavvuf tarihinde, sûfilerin ortaya koydukları olağanüstü olayları aktaran hikâyeler anlamında da yine IX. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlamıştır. Son anlamda, çok sık olmasa da, menâkıb yerine “kerâmât”ın da kullanıldığı görülmektedir1. Özellikle mutasavvıfların hayat hikâyelerinin anlatıldığı eserlerde menkabeler kerâmetlerle zenginleştirilmiştir. Bir başka ifâde ile, menkabelerin esasını kerâmetler teşkil etmektedir.

Menkabelerin bir bölümü tarihî olaylarla da uygunluk arz etmekte olup, tarih kaynaklarınca da nakledilebilmektedirler. Diğer bir bölümünü ise, tarihî kaynaklarda tespit mümkün olamamakta ve bunlar, daha ziyade hurafelerle, olağanüstü ve mucizevî olaylarla süslenilmektedir. Bir kısım menkabeler de, hem tarihî olayların hem de kerâmetlerin yanında hurâfe ve olağanüstü olayları ihtivâ etmektedirler.

İslâm dünyasında bir velînin hayatını ve kerâmetlerini konu alan evliyâ menkabeleri, XI. yüzyıldan sonra, yani tasavvuf cereyanının yaygınlaşıp gelişmesiyle tarikatlar halinde teşkilatlanmasından sonra görülmeye başlamıştır. Bu tür menkabelerin Müslüman Türkler arasında görülmeye başlamasının da İslâmiyet"le birlikte gelen tasavvufun etkisiyle olduğu düşünülebilir. Nitekim ilk Türk menâkıbnâmesi sayılan “Tezkire-i Satuk Buğra Han”da Karahanlılar"ın ilk hükümdârı Satuk Buğra Han"ın hayatı anlatılmakla birlikte, hükümdar kerâmetler gösteren bir velî hüviyetine büründürülmektedir. Buna ilaveten “eserde mevcut menkabelerin tam mânâsıyla birer evliyâ menkabesi özelliği” arz ettiği de kabul edilmektedir2.

Gerek Türkler dışındaki İslâm dünyasında, gerekse Türk İslâm dünyasında ortaya konmuş olan menâkıbnâmelerin tarih kaynağı olarak değerlendirilebileceğinin bugün tartışılmaz bir husus olduğunu kabul etmek gerekir3. Özellikle evliya menkıbelerini anlatan eserler, bir tarih kaynağı olarak dikkatle kullanılır. Bunlar asıl tarihî kaynaklarla karşılaştırıldıklarında, yer yer hurâfe ve olağanüstü olaylar arasında, tarihî olaylarla uygunluk arz eden doğru bilgiler verdikleri görülür.

Bunun yanında, menâkıbnâmelerde, asıl tarihî kaynaklarda hiç söz konusu edilmeyen, dönemin toplum ve iktisâdî hayatı ile örf ve âdetlerine dâir bilgilere de bazen çokça rastlanır. Bu arada bâzı kişilerin halk arasındaki konumları bakımından da, menâkıbnâmeler, edebiyat tarihleri için ayrı bir önem taşırlar. Ciddî ve esaslı bir tarihî tenkide tutulmak şartı ile, tarih ve edebiyat tarihi kaynağı olarak, bu eserlerden yararlanılabileceği düşünülmektedir4.

Türkistan"da (Orta Asya) İslâmiyet"in yayılışında önemli rol oynayan evliyâ menkıbeleri, aynı rolü Türlerin Anadolu"yu vatan edinip İslamlaştırmasında da oynamışlardır denilebilir.

Bir velinin hayatı etrafındaki menkabe veya kerâmetlerini içine alan eserlerine “menâkıb-nâme” dendiğini biliyoruz. İşte Mevlânâ ile onun çevresindekileri konu alan “Menâkibü"l-Ârifîn”, Ahmed Eflâkî"nin otuz altı yıllık bir çalışma ve derlemesinin ürünüdür. Ahmed Eflâkî (ö. 761/1360), Şeyh Ulu Ârif Çelebi"nin isteği üzerine bu eserini yazmıştır.

Eser kısa bir girişten sonra on bölümden oluşmaktadır. Her bölümde Mevlânâ"nın yakınlarında ve çevresinde bulunanlardan bir kişinin menkabesine yer verilmektedir. Mevlevîliğe mensup ve Sultan Veled ile Ulu Ârif Çelebi gibi Mevlânâ"dan sonra Mevlevî tarikatının ileri gelenlerinden bir çoğuyla görüşmüş olan Eflâkî; Mevlânâ ve Sultan Veled"in bütün eserlerinden kaynak olarak yararlanmıştır. Ayrıca Feridun b. Ahmed-i Sipehsâlâr"ın “Risâle”si, Şems-i Tebrizî"nin “Makâlât”ı ile Burhaneddin Veled"in “Maârif”i bu kaynaklar arasında önemli yer tutmaktadır. Bu arada Eflâkî"nin Menâkibü"l-Ârifin"de anlattıklarının bir bölümünün de kendi müşahedelerine dayandığı bilinmekle beraber, aynı zamanda; çoğunlukla “Hikâye” ve “Derler ki” diyerek söz başı yaptığı aktarmalara, nakillere yer verildiği görülmektedir. Bu yönüyle eserin, müellifinin kendi görgü ve bilgisine dayanarak anlattığı bölümlerin dışında hemen hemen bütünüyle bir derleme mâhiyet arz ettiği ifâde edilebilir.5

Türünün en güzel örneklerinden biri olarak gösterilen Menâkibü"l-Ârifîn, Müslüman velilerine dair kitaplar arasında kuşkusuz en çok incelenip üzerinde durulan eserlerden biridir. Eser bu ilgiyi biraz da Mevlânâ gibi mümtaz bir şahsiyeti ve onun etrafındakileri konu olarak ele almasına borçludur.

Menâkibü"l-Ârifîn"de verilen bilgilerin, tarihî olaylarla yer yer çakışmadığı ileri sürülmektedir. Hatta o devrin olaylarını anlatırken de yazarın, hâdiselere Mevlevî gözlüğü ile baktığı yani Mevlevîlerin tarafını tuttuğu, hatta bazı yerlerde mübalağalı anlatımları tercih ettiği, kerâmetleri anlatırken de duygusallıktan kurtulamadığı söylenebilir.

Bununla beraber, Menâkibü"l-Ârifîn sadece Mevlevîlik açısından değil, aynı zamanda Ahîlik ve Bektaşîlik başta olmak üzere o dönemde ortaya çıkan ve o dönemde Anadolu"da faaliyette bulunan diğer tarikat veya dinî hareketler hakkında da geniş bilgiler ihtiva etmektedir. Bu bakımdan eser, XIII. ve XIV. yüzyıl Anadolu"sunun dinî tarihi açısından olduğu kadar, kültür tarihi incelemelerinde de göz ardı edilemeyecek kaynakların başında gelmektedir.6

Özellikle Anadolu"nun Türk yurdu oluşunun safhaları incelenirken Malazgirt öncesi ve sonrasında vuku bulan göçlerin; Anadolu"da bir üçüncü göç dalgası ile daha da yoğunlaştığının görüldüğü üzerinde durulur.7 Biz burada yoğunluğu bakımından üçüncü safhaya dikkat çekerek, asıl konumuza geçeceğiz.

 

I.  ENTELEKTÜEL  GÖÇLERLE  ANADOLU"NUN  KÜLTÜREL BAKIMDAN TÜRKLEŞMESİ

-Moğol Saldırıları Önünde Vukû Bulan Göçler-

XI. yüzyılın ortalarından itibaren ardı arkası kesilmeden devam eden Türk göçleri, bazen yavaşlamış, bazen de kesafeti artarak hızlanmıştır. Özellikle XIII. yüzyılda Anadolu"ya bir çok yeni Türkmen aşiretinin gelmiş olduğunu görmekteyiz. Bunlardan bir bölümü Moğol ordularının önünden kaçan ve kendileri için bir sığınma yeri olarak kabul ettikleri Anadolu"ya gelmiş olan Türklerdir. Bir bölümü de doğrudan Moğol hanları tarafından Anadolu"da kendi egemenliklerini sağlamak üzere Moğol orduları ile birlikte gönderilen ve Anadolu"nun muh-telif yerlerine yerleştirilen Türk ve Moğol gruplarıdır.

Nitekim bir Bizans yazarı, Türklerin Moğollar önünden kaçışını tasvir ederken, aynı zamanda bu Moğol istilâsının kendileri için bir felâket gibi görünse de aksine bir mutluluk vesilesi olduğuna şöyle dikkat çekmektedir: “Moğollar tarafından püskürtülen Türkmenler (Anadolu"da) vilâyetleri istilâ ediyor ve Rumları sıkıştırıyorlardı. Onlar Moğollar önünden nasıl kadın gibi kaçıyorlarsa, Rumlara karşı da kendilerini öyle erkekçe gösteriyorlardı. Bu sebeple Moğol istilâsı onların felâketine değil, mutluluğuna sebep oluyor, kitleler halinde Paflaganya (Paphlagonia: Çankırı ve Kastamonu bölgesi)"dan ve Pamfilya (Pamphylia: Antalya vilayeti)"dan akıp geliyor ve Roma topraklarını yağma ediyorlardı.”8

Prof. Dr. Osman Turan, Moğol istilâsından kaçanların Anadolu"ya sığındıklarını belirttikten sonra, müteakip gelişmeleri şöylece değerlendirmektedir: “Bu Türkmenler burada Selçuk-İlhanî devletinin tazyikiyle uçlarda yığılıyor ve buradaki göçebe kesâfetini arttırarak Bizans topraklarını fethe başlıyorlardı. Nitekim henüz İznik Rum devletinin İstanbul"a naklinden (1261) önce Denizli bölgesinde 200.000, Kastamonu havâlisinde 100.000 ve Kütahya-Karahisar arasında da 30.000 (toplam 330.000) çadır, yani takriben üç milyon göçebe Türkmen bulunduğuna dair haberler yalnız Garbî (Batı) Anadolu uçlarında ne kadar bir nüfusun yığıldığını gösterir.”9

Böylece Moğol saldırılarına bağlı olarak Anadolu"ya gelmiş olan Türk-menler, bir yandan Anadolu"daki nüfus yapısını büyük ölçüde değiştirerek Türk nüfusunun artmasına, diğer yandan da dağlık bölgelerin, sahillerin ve özellikle XIII. yüzyılın ikinci yarısına kadar hâlâ Bizanslıların elinde bulunan Batı Anadolu topraklarının Türkleşmesine ve İslamlaşmasına yol açmış oluyorlardı.

Bu dönemde gelmiş olanlar arasında; bilim adamları, sanat sahipleri, tüccar ve esnaf zümreleri ile çeşitli tarîkâtlara mensup şeyh ve dervişler bulunuyordu. Mevlânâ"nın babası Bahâüddin Veled, bilginlerin sultanı (sultân-ı ulemâ) olarak adlandırılırdı. Bir rivâyete göre üç yüz deve yükü kitabın yer aldığı bir kafile ile seyahat ederek Anadolu"ya gelmişlerdi. “Pîr-i Türkistan” Ahmed Yesevî, sadece hikmetler söyleyen bir şeyh değil aynı zamanda çevresinde öğrencileri de bulunan bir mürşîd idi. O, Hacı Bektaş Velî gibi birçok mürîdini Anadolu"ya göndermiş bir eğitici olmanın yanında, zanaat sahibi olmuş birçok “Abdalân” zümresinin de şeyhi idi. Bunun yanında, diğer Türk yurtlarından kopup Anadolu"ya gelmiş olan Türklerden müteşekkil başka tarîkat müntesibi dervişlerin bulunduğu da unutulmamalıdır10.

Hacı Bektaş Velâyetnâmesi"nde Oğuzların Anadolu"ya geliş sebepleri şöyle anlatılmaktadır: “Ol vakt kim Oğuz Padişahı Bayındır Han ve Beylerbeyisi Kazan Han ve Korkud Ata fevt olıcak Oğuz cemaati tefrika bulıcak taht ve saltanat Âl-i Selçuk"tan Sultan Selim Şah gazi hazretine değdi, diyar-ı Acem"i külliyen kendüye mukarrer ve musahhar eyledi dahı asker çeküp Rum mülküne (Anadolu"ya) geldi, Kayseri"yi feth eyledi, taht edinüp karar kıldı.”11

Aynı zamanda, daha Türkistan ve Mâverâünnehir"de toprağa sahip olmuş, yerleşik halkın işi olan çiftçilikle uğraşan Türklerin, beraberlerinde sâhip oldukları bu kültürü de getirerek Anadolu"da tarıma elverişli toprakları işlemeye başlamış olmaları da burayı yurt edinme arzu ve niyetlerini açıkça göstermektedir.

Ayrıca onların hayvan yetiştirmede ve özellikle at terbiyesinde üzerinde tartışılmayacak derecede mahârete sahip oldukları bilinmektedir.

Orta Asya"da İpek Yolu üzerinde bulunan Türklerin memleketleri, onlara ticaret yapmaları için de elverişli bir imkan sağlıyordu. Bu bakımdan, Anadolu"ya gelenlerin ticarî faaliyetlerini burada da devam ettirmiş olmalarından daha tabii bir şey düşünülemez.

Müslüman-Türkler olarak Anadolu"ya gelmiş olan bu zümrelerin, Anadolu"da, Türkleşme ve İslâmlaşma hâdisesini birlikte gerçekleştirdiklerini söylemek hiç de garip bir ifade olarak karşılanmamalıdır. Zirâ Müslümanlığı benimsemiş olan bu Türkler, onun cihad ve gazâ fikirlerini kendilerine ideal edinerek “Allah adını yüceltme (İ"lây-ı kelimetullâh)” uğruna gazâ yapmışlardır. Anadolu"da vücûda getirdikleri yeni müesseseler de, bu Türklerin İslâm"a hizmet idealine ne kadar bağlı olduklarını göstermesi bakımından üzerinde durulacak bir husus olsa gerektir.12

Anadolu"nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması hadisesini ele alırken, bize kadar gelebilmiş eserler arasında menâkıbnâmelerin de ihmal edilmemesi gerektiğini düşünerek biz bu tebliğimizde Menâkibü"l-Ârifîn"de verilen bilgiler ve rivâyetler üzerinde durmaya çalışacağız. Menkabeleri anlatılırken çok zaman tarih vermeden olayları nakleden Ahmed Eflâkî, okuduğu, duyduğu, gördüğü veya merak sâiki ile öğrendiği olayları anlatırken, döneminin bir çok tarihî ve kültürel olayını aydınlatıcı bilgiler de vermektedir. İşte bu bilgilerden hareketle, Moğolların sebep olduğu büyük göç dalgası önünde Horasan ve Türkistan bölgesinden Anadolu"ya gelmiş olan bir çok ilim erbabı ile mutasavvıfın adını, mesleğini ve meşrebini öğrenmekteyiz. Onun için biz bu çalışmamızda Menâkibü"l-Ârifîn"in bu yönünü dikkat alarak Anadolu"ya babası ile birlikte Mevlânâ zamanında gelenleri Eflâkî"nin penceresinden seyretmeye gayret edeceğiz.

 

II. ANADOLU"YA GELENLER

1.   Belhli Bahâ Veled

Bilindiği gibi Menâkibü"l-Ârifîn"de Eflâkî, menkıbelerini anlatmaya ilk bölümünde Mevlânâ"nın babası “Sultanü"l-Ulema” Bahâ Veled"in hikâyeleri ile başlar. Bahâ Veled"in Belh"ten ayrılma kararına, Harizm-şah"ın kötülüğünün sebep olduğunu gerekçe gösterir. Bazı kimselerin kıskançlıkları yüzünden Bahâ Veled ile dost olan Harizmşah"ın arasını açtıkları, hatta; “Bahâ Veled"e kötülükler yapmaya koyuldukları13 ifade edilmektedir. Bu yüzden Bahâ Veled, “Harizmşah"ın kötülüğe yüz tutan hal ve hareketinden çok incinip Belh"ten çıkmaya karar” verdiğini,14Biz gönül hoşluğu ile sefer edelim de Sultan kendi uyruğu ve dostlarıyla baş başa kalsın15 dediğini kaydetmektedir. Belh"ten hareket kararını Menâkibü"l-Ârifîn"in kaynaklarından biri olarak bilinen Risâle yazarı da anlatmaktadır.16

Eflâkî"nin, “Başlangıçta Moğolların zuhuru, Bahâ Veled hazretlerinin duası ile olmuştu. Çünkü onun mübarek kalbi Harizm-şah"tan ve onun tâbilerinden incinmişti. Zira bunlar akıl ile hareket edenlere uymuş ve akıl bağlarıyla bağlanmıştılar”17 diyerek Bahâ Veled"in incinmesi sonucunda, duası sebebiyle Moğollar"ın zuhur ettiğini belirtmesi ilginçtir.18

Üç yüz deve yükü kıymetli kitap, dostların ev eşyası, yol azığı, binekleri ve diğer hayvanları ile Belh"ten ayrıldıklarında Mevlânâ Celâleddin henüz beş yaşında idi.19 Bağdat üzerinden Mekke ve Kâbe ziyaret edildikten sonra Şam"a gelen Bahâ Veled"e; Şam hükümdarı Eyyûbî şehzâdelerinden Melikü"l-Eşref (ö. 1237) büyük rağbet göstererek orada kalmasını isterse de o; “Tanrı, yurdumuzun Rum (Anadolu) ülkesinde olmasını buyuruyor” diyerek razı olmaz ve: “Bizim toprağımız Konya başkentindedir” der.20

Şam"dan Malatya, Erzincan ve Erzincan Akşehir"inden sonra Lârende (Karaman)"ye uzanan yolculuk, Anadolu"da son bulur. “Sultanü"l-Ulema” diye tanınan Bahâ Veled adına Erzincan Akşehir"inde bir medrese yaptırıldığını kaydeden Eflâkî"ye burada Mengücekoğullarından Fahreddin Behramşah (ö. 1225) ile eşi İsmetî rağbet göstermişlerdir. Hatta Bahâ Veled adına bunların yaptırdıkları medresede dört yıl ders okutmuştur.21 Fahreddin Behramşah ile eşinin ölü-münden sonra muhtemelen Bahâ Veled"in onların halefinden aynı ilgiyi göremediğini, oradan Lârende"ye yani Karaman"a gelişinden anlıyoruz. Burada Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykûbad (ö. 1236)"ın nâiblerinden Emir Musa, subaşı olarak bulunuyordu. Emir Musa"yı Eflâkî “çok kahraman, temiz ve sâdık bir Türk"tü” diyerek tanıtmaktadır. Karaman"da Emir Musa"nın Bahâ Veled adına yaptığı medresede yedi yıl veya daha fazla müderrislik yaptığını görüyoruz.22

Bu arada Alaaddin Keykûbad, Sultanü"l-Ulema Bahâ Veled"in ününü duyar ve; “Eğer bizim başkentimize zahmet eder gelir ve Konya şehrini kendi evlâdının makâmı yaparsa ben yaşadığım müddetçe şarkıları ve çalgıların sesini dinlemem, hiç kimseye irâdet getirmediğim halde onun hizmetinde müridi olurum” diye onu Konya"ya davet eder. Bahâ Veled de çocuklarını ve dostlarını alarak Konya"ya gelir ve Altunapa Medresesi"ne yerleşir.23

Lârende (Karaman)"de bulundukları yedi-sekiz yıl boyunca Bahâ Veled"in oğlu Mevlânâ Celâleddin büluğ çağına gelmişti. Burada onu Semerkandlı Hoca Şerefeddin Lala"nın kızı Gevher Hatun"la büyük bir düğün yapılarak evlendiren Bahâ Veled24, Konya"ya geldikten sonra zaman zaman Sultan Alaaddin Keykûbad ile sohbetler yapıyor ve etrafındakilerle birlikte Sultanı ziyarete gidiyor veya Sultan kendilerini ziyarete geliyordu.25 Bahâ Veled"in ölüm tarihi olan h. 628/m. 1231"den sonra da türbesinin ziyaret mahalli olduğunu, bu arada yine Bahâ Veled"in kendisi ile çocuklarının ve torunlarının da Konya"ya defnedilmelerini vasiyet ettiğini görüyoruz.26 Konya"nın surları yapılmadan evvel Bahâ Veled hazretlerinin bugün mezarı olan yerde bir tepecik vardı. Bir gün Bahâ Veled katıra binerek oraya gitmiş, bir müddet burada durduktan sonra: “Benim, benim çocuklarımın ve onların evlâd ve ahfâdının mezarı burada olacaktır” buyurmuştur.”27

2. Anadolu"lu (Rûmî) Mevlânâ Celâleddin ve Çevresindekiler

Babası Bahâ Veled öldüğü sırada yirmi dört yaşında olan Mevlânâ, hem babasının vasiyetini hem de başta Sultan Alaaddin olmak üzere babasının mürit-lerinin de isteklerini yerine getirmek üzere babasının makâmına oturdu. Halka vaaz, soranlara fetva veriyor ve zikirlerine devam ediyordu. Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî"nin Konya"ya gelişine kadar hayatı böylece sürüp gitti.

Eflâkî"nin bildirdiğine göre, Bahâ Veled"in ölümünden bir yıl sonra Tirmiz"de bulunan “Seyyid-i Sırdan” unvanı ile anılan Burhaneddin; “Benim şeyhimin oğlu Celâleddin Muhammed"im yalnız kalmıştır, beni beklemektedir. Rum diyarına (Anadolu"ya) gitmek, yüzümü onun ayakları toprağına sürmek, onun hizmetinde kalmak ve şeyhimin bana bıraktığı bu emaneti ona teslim etmek bizzat bana farz olmuştur” diyerek Konya"ya gelir ve Sincârî Mescidi"ne yerleşir, daha sonra Mevlânâ onu kendi medresesine getirir. Bu zat Mevlânâ"ya dokuz yıl boyunca mürşitlik yapmıştır. Zaten o, Mevlânâ için “lala ve atabeggibi idi.28 Seyyid"in Kayseri"de yaşadığını biliyoruz. Eflâkî, bu zatın ölümü üzerine Kayseri"de mâtem törenleri tertip edildiğini bildirmektedir. Hatta ölüm haberini alan Mevlânâ, onun kabrini ziyaret için Kayseri"ye gelmiş ve onun kitaplarından bir kısmını alarak Konya"ya getirmiştir.29

Mevlânâ"nın babası Bahâ Veled"in Anadolu"ya neden geldiğini, torunu Sultan Veled “İbtidânâme”sinde şu ifadelerle anlatır:

Halk onun gelişinden merhamete nâil olsunlar diye Kâbe"den Anadolu ülkesine geldi. Bütün Anadolu memleketlerinden Konya"yı beğendi, burada oturdu”.30 Bundan dolayı; “Anadolu"ya halifeler doldu, böylece kimse bizden mahrum kalmadı”.31

“Mevlânâ hazretleri sık sık buyuruyordu ki, “Bundan sonra Konya şehrine “Medinetü"l-Evliya” (Veliler şehri) lâkabını veriniz. Çünkü bu şehirde her kim dünyaya gelirse velî olur. Bahâ Veled"in mübarek cismi ve onların nesli bu şehirde bulundukça bu şehre kılıç işlemez ve bu şehrin düşmanı sonuna kadar kalamaz, yok olur. Âhir zamanın âfetinden masûn kalır. Bir kısmı harap olup izi silinse ve zedelense de tamamıyla yıkılmaz, çünkü o harap olsa da bizim hazinemiz onda gömülü olarak kalır... Nihayet, bütün dünyadan manevî erler bu tarafa yöneldikçe burası öyle güzel olacak ki, ölüler bile dirilmeye heves edecekler. Bizim mânâ ve sırlarımız bütün dünyayı tutacak.” Bundan başka; “Konya şehrinde neslimizi inkâr eden bir kavim oldukça bu şehrin insanları rahat etmeyecektir” buyurdu.”.32

Tıpkı babası gibi, Mevlânâ"nın da Horasan"dan Anadolu"ya niçin geldi-ğini, yine Eflâkî şöyle anlatmaktadır:

“Bir gün Mevlânâ hazretleri gerçeklerin gerçekliğini (hakikati) ve gizli sırları açıklamada coşmuştu. Tam o sırada; “Yüce Tanrı"nın Rum (Anadolu) halkı hakkında büyük inâyeti vardır ve Sıddık-ı Ekber"in duasıyla de bu halk bütün ümmetin en merhamete lâyık olanıdır. En iyi ülke de Rum (Anadolu) ülkesidir. Fakat bu diyarın insanları, Mülk sâhibinin (Tanrı"nın) aşk âleminden ve derûnî zevkten çok habersizdirler. Müsebbibü"l-esbâb (Tanrı, şânı aziz olsun ve saltanatı yücelsin) hoş bir lütufta bulundu, sebepsizlik âleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Rum (Anadolu) vilâyetine çekip getirdi; halifelerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki, ledünnî iksîrimizden onların bakır gibi olan vücutlarına saçalım da onlar tamamıyla kimya, irfan âleminin mahremi ve dünya âriflerinin hemdemi olsunlar” buyurdu. Nitekim demiştir:

Şiir:

Beni Horasan"dan çekip Yunanlılar içine (Anadolu"ya) getirdin ki onlarla haşır neşir olup hoş bir mezhep vücuda getireyim.”

“Onların hiçbir surette doğru yola meyletmediklerini ve ilâhî sırlardan mahrum kaldıklarını görünce, insanların tabiatına uygun düşen şiir ve semâ yolu ile o mânâları onlara lâyık gördük; çünkü Rum (Anadolu) halkı, zevk ehli ve şirin sözlüdür. Meselâ bir çocuk hasta olur ve tabibin verdiği ilaçtan nefret edip mutlaka şerbet isterse, hâzık doktor ilacı bir şerbet testisine koymak suretiyle çocuğa verir. Çocuk onu şerbet zannıyla seve seve içer, dertlerinden kurtulur, sıhhat bulur ve onun bozulmuş olan mizacı düzelir.

Şiir:

“Onulmaz hastalık için koşun buraya! Bizim ilacımız hastaya birebirdir.”

“Biz Tanrı"nın tabibleri ve talebesiyiz. Kızıldeniz bizi gördü, ikiye ayrıldı.”33

“Biz kimseden ücret istemeyiz. Bizim el ücretimiz Tanrı tarafından fazlasıyla gelir.”34

Bu ifâdelerden Mevlânâ"nın Anadolu"da ve Konya"da bulunuşunun sebeplerini anlamak mümkündür. Manevî eğitim rehberi olarak yüklendiği misyonu anlatan Mevlânâ, zaman zaman da anlaşılmadığından yakınmakta; “Yazık Konya halkına” diyerek hayıflanmaktadır. Buna rağmen; “tevbe, istiğfar ve bizim evlât ve ahfâdımızı tam bir itikatla tebcil ettikleri vakit yüce Tanrı"nın fazlı ile Konya şehri yeniden bayındır olacaktır” demektedir.35

Eflâkî, bir gün Mevlanâ"nın; “Bizim türbemizi yedi defa yapacaklar, sonuncu defada zengin bir Türk çıkacak, onu, bir tuğlasını altından, bir tuğlasını da ham gümüşten olmak üzere yapacaktır” dediğini nakletmekte ve böylece türbenin etrafının bir yerleşim yeri haline geleceğini haber vermektedir: “Bizim türbemizin etrafında da bir şehir olacak, sonra türbemiz bu şehrin ortasında kalacaktır. O zaman da Mesnevî"miz şeyhlik edecektir”.36

Menâkubü'l-Ârîfîn müellifi çok zaman mübâlağalı ifâdelerle anlatsa da, verdiği haberlerin yine de gerçek olduğunu kabul etmek gerekir. En azından söylediklerinin tahakkuk etmiş olaylar oldukları düşünülebilir. Şu ifâdelerindeki abartmayı dikkate alarak, Mevlânâ"nın Anadolu"da ilgi uyandıran ve çevresinde toplanılan bir kimse durumuna geldiğini söyleyebiliriz:

Âşıkların aşkı ve şevki ile dünyanın her tarafı doldu. Aşağı ve yüksek tabakadan insanlar; kuvvetliler, zayıflar; fakirler, fakihler; bilginler ve câhiller, müslümanlar ve kâfirler, padişahlar, her mezhepten kimseler ve tarikatçılar hep Mevlânâ"ya yöneldiler”.37 Buna benzer ifadeler eserde muhtelif yerlerde tekrarlanmaktadır.38

Şems-i Tebrîzî"nin; “hakîkî maksadına ve istediğin şeye ulaşman için Rum (Anadolu) diyarına git” ilhamı39 gerçek olmasa bile Şems Konya"ya iki kez gelmiş ve Mevlânâ"nın çevresinde bulunanlardan biri olmuştur. Hatta türbesi Konya"da bulunmaktadır. Buna rağmen meşhur İranlı şairlerden Şeyh Sâdi-i Şirâzî (ö. 1292)"nin de geldiği ve Mevlana"yı ziyaret ettiği Eflâkî tarafından belirtiliyorsa da, Sâdi-i Şirâzî"nin biyografisini yazanlar bunun hakikatle telif edilemeyeceğini ifâde etmektedirler.40

Sen Mevlânâ"dan ne kerâmet gördün de ona böyle kapılıp müridi oldun ve onu bu kadar çok seviyorsun?” diye soranlara verilen cevapta; “...Mevlânâ"yı bütün din ve devlet sâhipleri sever, onun sırları ile şereflenir, onunla övünürler. Bundan daha büyük kerâmet olur mu?41 karşılığı verilmektedir.

Aynı soru bir başkasına sorulur. O da cevâbında şunları söyler: “Bundan daha büyük görülecek ne var ki; Benim adımı ona nispet ediyorlar, beni onun adı ile çağırıyorlar, Filâneddîn-i Mevlevî diyorlar. Bundan daha iyi ne olabilir? Benim adım onun adıyla karıştı ve benim canım onun canının âşıkı olup, onun sevgisiyle meşgul oluyor. Ben de onu sevenlerden oldum. "Bir kavmi seven o kavimdendir" sırrı gözüktü. Bu onun sonsuz inâyetinden ve câzibesindendir. "Lutuf ve "ınâyet Tanrı"nın elindedir, onu istediğine verir"42

Mevlânâ"ya mensup olanlara Mevlevî dendiğini biliyoruz. Mevlevîlerin özelliği sâdece Mevlânâ"ya bağlılıkları değil, aynı zamanda Eflâkî"nin bildirdiğine göre, görünüşte de, kıyâfet olarak Mevlevîlerin bir “ferece” giydikleri anlaşılmaktadır. Bu ferecenin “hindibârî denilen kumaştan” yapıldığı ve “başına da bal renginde yünden yapılmış bir külah” geçirildiğini, ayrıca gömleğinin önünün açık olarak giyildiğini görüyoruz. Bu arada mevlevî çizmesi ile ayakkabısının da ayaklara geçirildiği ekleniyor. Sarıkların da şekerâvizle sarıldığı belirtiliyor.43 Mevlevîlerin “fereci” giymelerinin âdet hâline geldiğini, sanki bir hükümdarın hilat verdiği gibi Mevlânâ"nın da kendi müntesiplerine fereci giydirdiğini görüyoruz.44

Gerçi Mevlânâ, sâdece kıyafetle Mevlevî olunamayacağını şu ifâdeleri ile belirtmektedir: “Şimdi elbise ve sarıklarınız, sizin muarrifiniz (tarif eden, yani sizin Mevlevî olduğunuzu gösteren) oluyor da, siz niçin ruhlar ve elbiselerin muarrifi olmuyorsunuz? Nitekim dostların dışı bunlarla süslenmiştir. Sizin içleriniz de ilâhî marifet ve hakikatlerle süslenmiş olması lâzımdır. Çünkü; “Tanrı sizin suret ve işlerinize bakmaz, belki kalb ve niyetlerinize bakar”. (Bu itibarla) her bakımdan mânevî bir Mevlevî olunuz”.45

Menâkıbu"l-Ârîfîn, çeşitli vesîlelerle anlattığı rivâyetlerinde ya bir kişinin veya bir topluluğun Mevlânâ"ya intisap ettiğini nakletmektedir. Ya da Mevlânâ"ya muhalif olduğu halde, onun bilgisi ve manevî gücü karşısında hakikati görüp teslim olduklarını belirtmektedir.46

Mevlânâ"nın ünü o kadar yayılmıştır ki, en uzak ülkelerden bile onu görmeye ve ziyarete gelenler vardır. Şiraz ülkesinin hükümdarı olan Melik Şemseddîn-i Hindî"nin hürmet ettiği Şeyh Seyfeddîn-i Baherzî bir konuşmasında yaşı ve sağlığı elverse Konya"ya Mevlânâ"yı ziyarete gitme arzusunu açıklar. Şeyhin oğlu Muzhırüddin bu isteği tahakkuk ettirmek üzere Anadolu"ya gelir. Babasının selâm ve özlemini Mevlânâ"ya iletir. Muzhirüddin"in birkaç yıl Konya"da ikâmet edip Buhara"ya döndüğü, ancak, onun oğullarından birinin ise Konya"da gömülü olduğu nakledilmektedir.47

Yine Mevlânâ"nın adını ve şöhretini duyan, Buharâ"nın ve Deşt"in bilginleri ve şeyhlerinin ardı arkası kesilmeden Anadolu"ya geldikleri ve Mevlânâ"yı ziyaret ettikleri; “ve o manalar denizinden inciler elde” ettikleri Eflâkî"nin eserinde belirtildikten sonra, şu bilgi verilmektedir: “Derler ki, bir gün Buhara ve Semerkant"tan yirmi kişi gelip mürit oldu ve Konya"ya yerleşti”.48

Konya, Amasya ve Sivas kadıları49, Sâhip Fahreddin, Muineddin Per-vâne, Celâleddin Müstevfî, Emineddin Mikâil, Taceddin Mu"tez, Hatîr oğulları, Melikü"s-Sevâhil Bahaeddin, Cacaoğlu Nureddin, Necmeddin Atabek gibi Konya"nın ileri gelenleri50 zaman zaman Mevlânâ"yı ziyarete gelirlerdi.

Mevlânâ"yı ziyaret edenler arasında farklı şehirlerden gelenler de vardı. Malatya"dan Mevlânâ Şemseddin51, Kırşehir"den Mevlânâ Çağa el-Kırşehrî52 gibi.

Mevlânâ"nın çevresinde sâdece erkeklerin olmadığını, onun hanım müritlerinin de bulunduğunu biliyoruz. Başta Gürcü Hatun olmak üzere53, Mevlânâ"nın sohbetinde bulunan bir çok kadın mürideden söz edilmektedir.54 Ancak bu ayrı bir çalışma konusu olacak kadar geniştir.

Bu arada, gerek Anadolu"nun muhtelif şehirlerinden, gerekse Konya"dan Mevlânâ"nın çevresinde bulunan veya onunla ilgisi olan gayr-ı müslimlerden de söz etmek gerekir.55 Bunlar bir başka çalışmamızda ele alındığı için burada yer vermedik.56

Mevlânâ"ya ilgi sâdece sağlığında değil, ölümünden sonra da devam etmiştir. Hatta cenâzesi kaldırılırken bu ilgi had safhada görülmüştür.57 Aslında Mevlânâ"dan sonra Mevlevîliğin aldığı şekli ve yayılmasını Menâkıbu"l-Ârîfîn"den takip etmek mümkündür. Biz bu çalışmamızı Mevlânâ ve onun dönemi ile sınırlı tuttuğumuz için, sonraki döneme burada yer vermeyi düşünmedik.

Biz bu çalışmamızda sâdece; Anadolu"nun Türk yurdu hâline gelişinde Mevlânâ"nın etkisi ve rolünü ortaya koymayı ve onun çevresinde oluşan hayatı tanımayı hedeflediğimiz için daha farklı bilgileri ele almaktan sarf-ı nazar ettik.

 

SONUÇ

Menâkıbu"l-Ârîfîn"in sâdece Mevlevîlik için değil, aynı zamanda Ana-dolu"nun XIII. yüzyılının ikinci ve XIV. yüzyılın birinci yarısı kültür hayatı için vazgeçilmeyecek bir kaynak olduğunda kuşku yoktur. Bu bakımdan Anadolu"da Moğol istilâsı sonrasında oluşan kültür ortamını incelerken Eflâkî"nin eserinden yeterince yararlanmak gerekir.

Şurası kesin olarak anlaşılmalıdır ki, Mevlânâ"nın babası Bahâ Veled ile Anadolu"ya yoğun bir göç olmuştur. Bu göç, Anadolu"ya daha önceleri vukû bulanlardan farklılık arz etmektedir. Çünkü bunlarla daha çok sayıda bilgin, mutasavvıf, derviş, fakih v.b. kimseler bölgeye gelmişlerdir. Aynı zamanda bunlar, Anadolu"nun muhtelif yerlerine dağılmışlar ve kendi meşrep ve mesleklerini burada icrâ etmişlerdir.

Anadolu"da oluşan bu kültür ortamını duyan ve bulunduğu yerde huzuru olmayanlar da, bu göç dalgasının devam etmesini sağlamışlardır. Dolayısıyla başta Konya olmak üzere Anadolu"nun muhtelif şehirlerinde Türk nüfûsu artmış ve Türk kültürü eskisine göre daha da zenginleşerek bölgede nüfûzunu hissettirmeye başlamıştır. Mevlânâ"nın yaklaşımı da bu etkiyi daha geniş bir ortama yaymıştır. Onun düzenlediği semâ gösterileri ile çevresindekileri çabuk ve kolay etkileyen bir atmosferin doğduğu görülmektedir. Zira Mevlânâ, yaşadığı müddet içinde örnek insan olma yolunda rehberlik etmiş ve onun yaktığı iman ve İslâm meş"alesi daha sonra da parlamaya devam ederek Moğolları da aydınlatmış, sonucunda onların da müslüman olmalarını sağlamıştır.

Bu bakımdan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Mevlânâ"nın açtığı bu çığır, Mevlânâ öncesinde de var olan Türkleşme ve İslâmlaşmayı, Anadolu"da Mevlânâ"dan sonra da hızlandırmıştır diyebiliriz. Ayrıca, Mevlânâ"nın öğretisi sâyesinde; Anadolu Türkleşirken İslâmlaşmış, İslâmlaşırken de Türkleşmiştir dersek mübalağa etmemiş oluruz.

 


 

*Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı Başkanı.

1 Ahmed Ateş, Menâkıp, İslâm Ansiklopedisi, VII, 702.

2 Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler, Ankara 1992, 43.

3 Fuad Köprülü, Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları, Belleten, XXVII, Ankara 1943, 421-424; Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., 65-66.

4 Fuad Köprülü, a.g.m., 421 not 2; Ahmed Ateş, Menâkıp, İ.A, VII, 702.

5 Tahsin Yazıcı, Ahmed Eflâkî Âriflerin Menkıbeleri, Çevirmenin önsözü, İstanbul 1973, c. I, s. 9.

6 Aydın Taneri, Türkiye Selçukluları Tarihi, Konya 1978, s. 20-21.

7 Mehmet Şeker, Anadolu"nun Türk Vatanı Haline Gelmesi, Türkler, c. VI, Ankara 2002, s. 269-282.

8 Paul Wittek, Menteşe Beyliği (Çeviren: Orhan Şaik Gökyay), Ankara 1944, s.16; Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, I, İstanbul 1970, s.259.

9 Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s.232.

10 Mehmet Şeker, Anadolu"daki Türk Kültürünün Oluşması ve Unsurlarına Bir Bakış, s.135.

11 Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud"un Kitabı, s.LXXII.

12 Mehmet Şeker, Anadolu"da Birarada Yaşama Tecrübesi, Ankara 2002, s.18-19. Anadolu"nun Türk yurdu olmasında Mevlânâ ve Mevlevîliğin rolü konusunda yapılan çalışmalara örnek olarak bkz. Âmil Çelebioğlu, Anadolu"nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında Mevlânâ"nın Rolü, Türklük Araştırmaları Dergisi, s. 5, İstanbul 1990, s. 223-248.

13 Ahmed Eflâkî, a. g. e., II, s. 392.

14 Ahmed Eflâkî, a. g. e., I, s. 113.

15 Feridûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Risâle (Mevlânâ ve Etrafındakiler, Çev. Tahsin Yazıcı), İstanbul 1977, s. 20-21.

16 Ahmed Eflâkî, a. g. e., II, s. 335.

17 Bahâ Veled"in Belh"ten ayrılma kararını veriş sebebini ve gerekçesini B. Furûzanfer de tartışmaktadır. Karşılaştırınız; B. Furûzanfer, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul 1990, s. 20-24. Furûzanfer"in bu tartışmasında Bahâ Veled"in Fahreddin Râzi ile olan anlaşmazlığı ve Harizmşah"tan incinmişliğine bağlanmamasına katıldığımızı belirtmekle beraber, şu hususu da ilave etmek gerekir: Eğer sadece Harizm-şah"tan incinmişlik söz konusu olsa idi daha sonra Yassı-Çimen Savaşı (Ağustos 1230) sonrasında öldürülen Harizm-şah"ın ortadan kalkması ile Belh"ten ayrılma sebebi ortadan kalkmış olacağından, Bahâ Veled"in geriye, memleketine dönmesi gerekirdi. Dönmediği ve dönme niyetine dâir de herhangi bir kayıt olmadığına göre Belh"ten ayrılışının asıl sebebinin Moğol saldırılarından uzaklaşıp daha güvenli bir yer bulma arzusu olduğu düşünülebilir.

18 Ahmed Eflâkî, Menâkibü"l-Ârifîn (Çev. Tahsin Yazıcı), İstanbul 1973, c. I, s. 112.

19 Ahmed Eflâkî, a. g. e., I, 113-114.

20 Aynı eser, I, 119.

21 Ahmed Eflâkî,  a. g. e., I, s. 120.

22 Aynı eser, I, s. 121.

23 Ahmed Eflâkî, a. g. e., I, s. 122-23.

24 Aynı eser, I, s. 121.

25 Aynı eser, I, s. 124, 141.

26 Aynı eser, I, s. 139.

27 Aynı eser, s. 141.

28 Ahmed Eflâkî, a. g. e., I, s. 142-144, 152.

29 Aynı eser, I, s. 151.

30 B. Furûzanfer, a. g. e., s. 33-34.

31 Aynı eser, s. 232.

32 Ahmed Eflâkî, a. g. e., I, s. 285.

33 Kur"an (26), Şuarâ, âyet: 63.

34 Ahmed Eflâkî, a.g.e., I, s. 246-247.

35 Aynı eser, I, s. 296-297.

36 Aynı eser, I, s. 389.

37 Aynı eser, I, s. 165.

38 Aynı eser, I, 175, 185, 194-5, 222-3, v.b.

39 Aynı eser, I, 163.

40 Ahmed Eflâkî, a.g.e., I, s. 288-289; Tahsin Yazıcı, Sa"dî, İ.A., C. X, İstanbul 1966, 37.

41 Ahmed Eflâkî, a.g.e., I, 465.

42 Kur"an (62), Cumâ suresi, âyet: 4; Ahmed Eflâkî, a.g.e., I, 330.

43 Ahmed Eflâkî, a.g.e., I, 165.

44 Aynı eser, I, 469, 377, 483.

45 Aynı eser, I, 258.

46 Aynı eser, I, 217-219; 247-248; 295, 175, 185.

47 Aynı eser, I, 289-290.

48 Aynı eser, I, 290.

49 Aynı eser, I, 175.

50 Aynı eser, I, 195.

51 Aynı eser, I, 189, 210.

52 Aynı eser, I, 372.

53 Aynı eser, I, 400.

54 Aynı eser, I, 445, 365-6, 303, 338, 171, 167, 490; II, 343-343.

55 Aynı eser, I, 193, 208, 356, 488; II, 73.

56 Mehmet Şeker, Anadolu"da Birarada Yaşama Tecrübesi, 81-84.

57 Ahmed Eflâkî, a.g.e., II, 60.

 

 

http://akademik.semazen.net/ sitesinden 22.12.2024 tarihinde yazdırılmıştır.