Görüyormuş gibi, yakın, beraber...
“Allah insana şahdamarından daha yakındır.”
“Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir.”
“İhsan, sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyormuş bilinci içinde Allah'a kulluk etmendir.”
Bunlar, İslam tasavvufunun mihverinde dönüp durduğu ayetler ve hadislerdir. İslam tasavvufu insanı alır, bu ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifle belirlenen kalbi kıvama götürür.
Peki nedir, nasıl bir şeydir Allah'ın insana şah damarından yakın olması?
Allah'ın bizimle birlikte olmasını idrak nasıl bir şeydir?
Ve Allah'ı görüyormuş gibi bir kulluk nasıl bir halet-i ruhiye içinde yapılır?
Doğrusu bunlar, tarifi kolay yapılır şeyler değildir.
İslam tasavvufunda da sık sık bu gibi tarifi zor haller için “Men lem yezuk lem ya'rif – Tatmayan bilmez” ifadesi kullanılır.
Tatmayan bilmese de, tadanların halinden işaretler almak mümkün olabilir.
Hacca giden birisinden, İranlı bir kadının, Kabe'nin eteklerine tutunup dua ederken söylediği sözleri dinlemiştim. Göz yaşları içinde sesleniyormuş:
-Ey Rabbim, güzel Allah'ım! Geldim kapına. Belki bir daha gelemem. Ver dileklerimi. Ver! Sen Ganisin, sen Kerimsin. Sen Rahimsin. Ver Rabbim. Hazinenden bir şey eksilmez, ver!
İşte bu. Kabe'nin eteklerine tutunup, ötelerdeki Kudret-i İlahiyi gören göz dile gelir, bunları söyletir.
Mevlana Hazretlerine baktığınızda, bu naz ve niyaz halini, bu ünsiyeti, bu eşikte yakarışı, bu Rahman'ın kapısına yığılışı, bu göz yaşlarını, bu çırpınışı ayan beyan görürsünüz.
Şimdi bakın, bir çoğumuza “Rabbin katına bu nasıl bir sokuluş?” sorusunu sorduracak şu seslenişe: “Ey benim canıma can katan hayatım! Ey benim gamıma, kederime ortak olan, nerede olursam olayım daima benimle beraber bulunan Rabbim! Ey geceleri bana dost olan sevgilim. Ey vakitli vakitsiz benim yalvarışlarımı, yakarışlarımı duyan. Ey varlığımın bütün zerrelerine, sevgi ateşi salan Rabbim! Sen bütün şekillerden münezzehsin, berisin, canlardan bile temizsin. Suretin, şeklin yok, fakat benim bütün şekillerimin mıknatısısın, bütün varlığım Sana doğru koşmada, Sen'de yok olmadadır.”
İşte bu halet-i ruhiye...
İnsan bunları kolay kolay söyleyemez.
İçinizde bir ünsiyet oluşacak, coşkulu, tereddütsüz, serapa, O'na arz edilecek kıvamda bir ünsiyet... İşte o zaman dökülür bu sözler dilinizden...
Bakın böyle bir halet-i ruhiye içinde dua nasıl teşekkül eder?
“Kulun Ya Rab sözüne, Allah'ın lebbeyk cevabı geldikten sonra, kul nasıl olur da Ya Rab demekte kusur eder. Fakat bu lebbeyk, öyle bir lebbeyktir ki, onu işitemezsin. Amma baştan aşağı bütün vücudunda tadabilir, hissedebilirsin.”
Sen “Ya Rab” diyeceksin ve Rabbin “Lebbeyk” cevabı yüreğine bir halavet halinde yansıyacak. Bu bir yürek kıvamı ki, Mevlanalaşınca o ihsan ediliyor insana...
Mevlana Hazretleri “Sema” ile aynileşmiştir. Peki nedir sema Mevlana kavlince?
İşte Sema'ın kalbi tarifi:
“Semaın ne olduğunu biliyor musun? Allah'ın 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' sorusuna ruhların; 'Evet, Rabbimizsin' deyişlerinin sesini duymak, kendinden geçmek, Rabbine kavuşmaktır.”
Görüyor musunuz?
Devam ediyor Hazret:
“Semaın ne olduğunu biliyor musun?”
Sema, dostun hallerini görmek, lahut perdelerinden Hakk'ın sırlarını duymaktır.
Sema'ın ne olduğunu biliyor musun?
Kendindeki varlıktan geçmek, mutlak yoklukta zevalsiz, devamlı varlık tadını tatmaktır.
Sema'ın ne olduğunu biliyor musun?
Dostun aşk vuruşları, darbeleri önünde başını top gibi yapıp, başsız, ayaksız, dosta koşmaktır.
Sema'ın ne olduğunu biliyor musun?
Yakub'un derdini ve devasını bilmek, Yusuf'a kavuşma kokusunu, Yusuf'un gömleğinden koklatmaktır.
Sema'ın ne olduğunu biliyor musun?
Musa Peygamberin asası gibi her an Firavn'ın sihirlerini yutmak, yok etmektir.”
Meğer sema ne imiş! Mevlana gibi bakınca...
Aşk meydanına çıkmakmış bir cengaver gibi...
Başsız, ayaksız bir koşuya soyunmakmış...
Diyor ki Mevlana, Allah'ın yakınlığını ve birlikteliğini idrake kapı aralamak için:
“Hak insana şah damarından daha yakındır ........ O Sevgili, daima seninle beraberdir, senden bir an bile uzak değildir. Sen her ne kadar O'ndan ayrı, O'ndan habersiz yaşıyorsan da, O, hiçbir zaman senden ayrı düşmemiştir.
O'nun yüzünün Güneş'ini görmen için, gözünü aç da dikkatle bak. Çünkü O'nun yüzünün
Güneş'i, örtünmüş değildir, gözlere görünmektedir.
Fakat ne kadar O'nu görmeye, O'nun nurundan başka bir engel yoksa da O'nun yüzünü, yine O'nun nuru ile görmek mümkündür.”
Mevlana, bir coşku yumağı. Bir aşk çağlayanı... Bir ufukla sınırlanması mümkün olmayan bir yürek o. İşte öyle bir yürekte oluşuyor Rahman'a ünsiyet, şah damarından daha yakın olmak ve orada oluşuyor nazar-ı ilahinin bütün ubudiyyeti kuşatan idraki...
“Benim gibi ol” diye çağırıyor Mevlana, kimi zaman pervane olup ateşe atılırken...
“Aşk uğrunda pervane ateşe atıldı. Alevler içinde kanat çırpıyor, yanıp yakılıyordu da sen de böyle ol diyordu. Yağı konmuş, fitili tutuşturulmuş kandil, kırık boynu ile hem yanıyor, hem de yavaş yavaş, yumuşak yumuşak, sen de böyle ol, diyordu. Mum hem yanıyor hem de ağlıyordu. Kendini ateşe, ıstıraba vermişti. Fakat göz yaşlarını dökerken etrafa ışık saçıyordu. Bana da, benim gibi ol, sen de böyle yan, böyle eri demekte idi. Bu dünyada kazanç elde etmek, yararlanmak için altınlar, gümüşler saçsan, bunlar sana ne fayda sağlar? Manevi kar elde etmek istiyorsan benim gibi yanmaya, erimeye bak., diye mum söyleniyordu. Derya eteğini incilerle doldurmuş, baş köşeye çekilmiş, kurulmuş, içindeki incileri belli etmemek için kendisini acı göstermeye kalkışıyor. Bana gösterişten kaçın, sen de benim gibi ol demek istiyordu. Bahçede bulunan gül, yanağını yüzünü tozlardan, kirlerden arındırmış, gömleğini yırtmış, gülüyor. Dikenlerin verdiği acılara, kederlere sabrediyor. Adeta ey insanoğlu, sen de benim gibi ol diyordu. Hazreti Adem tam kırk yıl, özürler getirdi günahının bağışlanması için yas tutup ağladı. Evde çocuklarına siz de babanız gibi olun, diyordu. Sus, sabret, şu dağdaki kayaya bak da ibret al. O bile hiçbir şey söylemiyor, öylece susmakta, fakat ağlamakta. Adeta o da ey insanoğlu sus, ağla demek istemekte.”
“Yan, eri, bağrını yırt, günahların için yas tutup ağla, ya da dağlardaki kayalar gibi sessizliğe gömülerek göz yaşlarını içine akıt....”
İşte böyle varılır menzil-i maksuda...
Ya da şöyle:
“Benim sarığıma, cübbeme, başıma, bunların her üçüne birden kıymet biçtiler. Bir kuruştan daha az değer verdiler. Sen dünyada benim adımı hiç mi duymadın? Ben bir hiçim, hiçim, hiç!”
Adını bir “Hiç” haline gelerek duyurmakla...
“Hiçlik” yolu da aşktan geçer.
Mevlana aşk yolunda şu coşku ile yürür:
“Senin aşkınla kararsız olan kişi, Sana kavuşunca karar bulur, huzura erer. Böylece ayrılık dikeninle gönlü yaralanan kimse, Senin gül bahçene ulaşır da mutlu olur. Şu dünyada görülen güller, susamlar, bütün çiçekler, bütün gül bahçeleri Senindir, Senin yarattıklarındır. O güllerin, çiçeklerin solmaları, ölmeleri Senin sonbaharının haberciliğindendir. Onların topraktan baş kaldırmaları, tekrar hayata kavuşmaları, neşeli neşeli oynaşmaları da Senin ilkbaharının eseridir. Gerek yer yüzünde, gerekse gökyüzünde bulunan canlı cansız her varlık, her şey, her zerre aşıkların canları ve gönülleri gibi, Senin aşkına düşmüşler de kararsız olmuşlardır. Içlerinden yanıyorlar, koşuyorlar. Yarattıklarının hepsi de Senin aşkınla yaşarlar, sevdana taparlar.”
Şimdi yeniden sormak lazım; nasıl varılır Rabbin bize şah damarından daha yakın olduğunu hissetme burcuna?
Nasıl idrak edilir Rabbin bizimle her an birlikte olduğu?
Ve nasıl yaşanır Rabbi görüyormuş gibi...
Bunun cevabı herhalde “Mevlana ol da gör!” den başkası değildir.