Muhterem dinleyenlerim,
Konumuz Hakk"a kavuşmaktır. Bu ise Hz. Mevlânâ"nın tabiriyle “vuslat”tır. Halk diliyle ise buna “ölüm” denir. Mevlânâ"mıza gönül vermiş olan biz Türkler ise her halde kulağa hoş ve güzel geldiği için olacak ki, “Şeb-i ırs-düğün gecesini, Şeb-i Arus-gelin gecesi” diye anmaktayız.
Mevlânâ"mızın bizlere mîras olarak bıraktığı, muhteşem kültür hazînesinde, öğretim, ilim ve san"atın muhtelif çeşitlerini görürüz. Ekseriyetle bunların kaynağının ilahî ilhamdan başka, Kur"ân-ı Kerîm âyetleri, Hadîs-i Kudsî, Hadîs-i Şerîfler, manevî ve ilmî kitaplar olduğuna şâhid oluruz.
Hz. Mevlânâ"nın doğumundan ölümüne kadar geçen hayatını tetkik ettiğimizde ise bu kültür hazînesinin inanç dolu olduğunu, inanarak ve ömrü boyunca söylediklerini yaşayıp tatbik ettiğini görürüz.
Nitekim Hz. Mevlânâ, konuşmamıza konu olan “Vuslât”ın da Kur"ân-ı Kerîm"in müteaddit âyetlerinde zikredilen “Bana döneceksiniz”, “Bana dönülecektir” Emr-i İlâhî"sine inanmış, onu benimsemiş ve muhtelif eserlerinde işlemiş olup, son nefesinde de inandığı bu “Vuslât"ı teslimiyetle karşılamıştır.
Muhterem dinleyenlerim;
Çoğu kimse Hz. Mevlânâ"nın eserlerini tetkike başladığında, O"nun “Kurân-ı Pehlevî-Farsça Kur"ân” diye adlandırılan Mesnevî-i Şerîf"in dibacesi olan, ilk on sekiz beytinde geçen, aslında insanın ilk yaratılışını anlatan beyitlerinde ayrılıktan bahis etmesini görünce, O"nun hep ayrılıktan şikâyet ettiği zehâbına kapılır. Hakikatte ise on sekiz beyitten sonra bütün eserlerinde, Mevlânâ"mızda kavuşma ve “Vuslat” düşüncesinin hâkim olduğunu, böylece O"nun Kur"ân aydınlığında insanlara ümit verdiğini görürüz. Hz. Mevlânâ “Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” buyurur.
Hz. Mevlânâ"nın, bu düşüncenin potasında yetiştiğini, babası Sultan-ı Ulemâ"nın Bağdat"a vardıklarında kim olduklarını soran zamanın Halifesi"ne, “Biz Zâta mensubuz, Zâta gidiyoruz! Dostlar, salâvat getirin gidişimize” diye verdiği cevap bunun bariz delîlidir. Bu inancı Hz. Mevlânâ"dan sonra oğlu Sultan Veled"in Maârif adlı eserinde ve torunu Ulu Ârîf Çelebi"nin bir rubaisinde aynen görmekteyiz. Maârif"te:
“Temiz ruhlar, melekler, felekler, yer, arş ve kürsî levh-i kalem ve diğer her şey yok olacak fena bulacaktır. Fakat Mü"minin ölmesi, zahiren ölmek ve yok olmak ise de, buna ölüm demezler...
Mü"min o tatlı tane gibi, yahut o buğday tanesi gibi, ölüm halindeyken, hal dili ile şöyle der: "Eğer ben ölürsem, bana öldü demeyiniz, çünkü o ölüyü dost aldı götürdü ve O"nunla yaşıyor..."
Her ne kadar Mü"minler ölürler ve yok olurlarsa da buna, ölüm demeyiz. Hatta hayâtın tâ kendisi deriz. Tıpkı yerin altındaki buğday tanesinin ölmesi ve yok olmasında olduğu gibi... Fakat, eşkıyânın ve yollarını kaybedenlerin ölümüne ölüm deriz.” (Maârif, Fasıl: 11)
Ulu Arif Çelebi"den bir rubâî:
“Âlemde ister padişah, ister emîr olsun, hepsi Allah"ın emrine ve takdîrine mahkumdur. Sen muhakkak âşık ol, ölümden kurtul. Zira o âşık olmayanlar ölürler, fakat âşıklar nasıl ölürler?”
Hz. Mevlânâ da bu konuda şöyle buyuruyor:
“Ben cemâdâttan idim, öldüm. Yetişip gelişen bir varlık, nebat oldum. Nebatken öldüm, hayvan suretinde zuhur ettim.
Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum. Artık ölüp de yok olmaktan niçin korkayım?
Bir hamle daha edeyim, insanken öleyim de melekler âlemine geçip kol kanat açayım.
Melek olduktan sonra da ırmağı atlamak, melek sıfatını da terketmek gerek. “Herşey fânîdir, helak olur... ancak O"nun hakîkâtı bâkîdir.
Bir kerre daha melekten kurban olur da, o vehme gelmeyen yok mu?... İşte O olurum.
Yok olurum, suretlerin hepsini terk ederim de erganun gibi “Biz, mutlaka geri dönenleriz, ona ulaşanlarız” derim.
Ümmet bunda ittifak etmiştir. Karanlıklarda gizli olan Âb-ı hayat yok mu... Ölümdür o.
....Irmağı gördün mü, testiyi ırmağa dök gitsin; su, hiç ırmaktan kaçar mı?
Testinin suyu ırmağa karıştı mı, yok olur ırmakta, ırmak kesilir gider.
Kendi vasfı yok olur da zâtı ölümsüzlüğe kavuşur; artık bundan böyle ne azalır, ne pislenir...”(Mesnevî, C: 3, B: 3902)
Vuslat demeti:
- Derler ki, insanın aslı topraktır, sonunda toprağa karılır, toprak olur gider... İmkân mı var buna?
Ekinler hasat vaktine dek, bir çeşit görünür, amma hasat zamanı yarısı saman, yarısı hâlis iç olur.
- Toprak olup gittikten sonra, ya ziyan edeceğiz, ya kâr; bari şimdiden toprak olayım da göreyim bakayım neler olacak?
Şimdiden toprak olmak âşıkların işi; çünkü bağları koparma, setleri yıkma yolunu, Allah göstermiştir onlara.
- Ömür bittiyse, Allah bir başka ömür verdi. Geçici ömür kalmadıysa, işte şuracıkta ölümsüz ömür... Aşk bengisudur, dal şu suya; bu denizin her katresinde ayrı bir yaşayış var.
"Ölmeden önce ölün" emrine uyalım da. Muhammed gibi, şu çıfıt nefisle savaşa girelim...
Ölün, ölün, şu bulutun altından çıkın; bulutun altından çıktınız mı, hepiniz de dolunay gelirsiniz.
Ölüm de bizim harcımız, dirilmek de, ikisi de güzel bir yurdumuz bizim. Acemice korkmayız, hoşuz râm olmuşuz.
İnsanlar su kuşları gibi, can denizden doğmuş; o denizden doğup doğup kopan kuş, burada nasıl konak tutar?
Canı O aldıktan sonra, cana ölüm şeker gibidir. Onunla olduktan sonra, ölmek candan tatlıdır bize...
Ölüm bu yandadır, halbuki o yanda doğmaktır ölüm. Hayır, o yanda hiç kimse ölmez, ölüm buradadır ancak.
İnsan yaratılış rahminden iki kere doğar... Biz de dünya anasından doğduk ya, işte bu ikinci doğuşumuz.
Zindanda olan, dünya nedir? Ne bilsin? Mademki şu dünya zindandır bize zindanın yıkılması zevktir, neşedir elbet. Onun zindanı bile bu kadar güzel olursa, dünyayı bezeyen
meclis nicedir ki?
Kimin şekli, kimin resmi, kimin pâdişâhı, kimin beyi bu? Şu ihtiyar, tecrübeli akıl kimin? Bütün bunlar, birinin yüzünü örten örtülerdir.
Can vermek candır. Cana ulaşmaktır. Ne diye candan kaçayım?
Taze baht dostumuz, can vermek işimiz gücümüz, rehberimiz dünyanın övündüğü Mustafa bizim.
İnsanlara şu insan şekli, bir yüz örtüşüdür. Biziz bütün secdelerin kıblesi... Şeytan ayrı ayrı gördü de, sandı ki biz, Allah"tan ayrıyız.
Görünüşe kapılan. Adem"e melekler secde etti, der durur. A zavallı reva görür müsün ki, şu küçücük bedenden ibaret olalım?
Nereden gelmişiz, bilmiyor musun? Noksan sıfatlardan ârî olan Allah"ın hareminden gelmişsin sen.
Gökteydik biz, meleklerle dosttuk, gene de tezce gidiyoruz oraya; orası zaten bizim şehrimiz. Biz gökten de yüceyiz, melekten de üstünüz; konak yerimiz ululuk bizim, ne diye ikisini de geçmiyoruz?
Aşkla buluşman yakın, buluşma günü için güzelleş. Ölümümüz neş"edir, buluşmaktır bize; sana yas ise yürü git buradan.
Can arı-duru bir ayna, beden o aynada toz, güzelliğimizi göstermiyor, çünkü tozun altındayız.
İki evdir, şu iki konak, ikisi de Onun mülkü. O"na hizmet et ve hizmet ettik diye, bu hizmetle övün.
Neş"e san"atını Allah"tan öğrenmişiz, bu san"ata Allah düşürmüş bizi.
Gül gibi gülerek düştük fidandan; can bağışlayan Padişaha da, canımızı feda ettik.
Ölüm acıdır, kötüdür şimdi, fakat korkma ölümden. Bırak bedeni de can ol. Oynaya-oynaya git o dünyaya...
Oynaya-oynaya göğe ağarım. Oradan da neliksiz-niteliksiz tüm varlığa... Sonra da sabrını, kararımı aldın, ey ev Sahibi derim, daha da tez gel.
Yarı ömrün şikayetle geçer, yarı ömrün şükürle... Övüşü-sövüşü bırak da, Makâm-ı Mahmud"a yüz tut.
Bir avuç toprağa, can satıyorsun, bu ne ucuz satış böyle? Geri ver o toprağı, değerini bil, sen kul değilsin, beysin, padişahsın.
Ecel gelip çatsa, bütün varlığımızı kapsa, ne çıkar bundan? Ona yüzlerce canım olsa veririm de, hoş geldin derim, merhaba!
Bil ki şu dünyanın ötesinde, sonu gelmez bir âlem var.
Hz. Mevlânâ, bizlere, kendi ölümünü nasıl karşılamamızı Dîvân-ı Kebîr"de şu sözlerle ifade ediyor:
“Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı,bende bu dünyanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma, bu çeşit bir şüpheye düşme.
Benim için ağlama, yazık-yazık deme; şeytanın ayarına düşer, düzenine kapılırsan yazık olur, yazık-yazık demenin sırası gelir.
Cenazemi görünce ah ayrılık-ayrılık demeye kalkışma; kavuşup buluşmam o zamandır benim.
Beni kabre indirip bırakınca elveda deme; çünkü kabir, can topluluğunun bir perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret; güneşe, aya, batmadan ne ziyan geliyor ki?
Sana batmak görünür amma doğmaktır o; mezar hapis gibi görünür amma canın kurtuluşudur o.
Hangi tohum, yere ekildi de bitmedi; ne deye insan tohumunda da böyle bir şüpheye feryâd etsin?
Bu yanda ağzını yumdum mu aç o yanda; artık senin hayhuyun, mekânsızlık âleminin havalarındadır” (Furûzanfer, C: 2/6245)
Muhterem dinleyenlerim, konuşmamın başında belirttiğim gibi, Hz. Mevlânâ söylediklerinin hepsine inanmış, onları yaşamıştır. Hayatı boyunca onları samimiyetle tatbik etmiş olduğunu görmekteyiz. Ölüme ümit katarak, Vuslata çeviren, yukarıda geçen sözleri ve nice benzerlerini söyleyen Hz. Mevlânâ, bu konudaki samimiyetini, Azrail Aleyhisselâm"ı, şuurla karşılama şeklinde açıkça görmekteyiz, kısaca Âriflerin Menkıbeleri"nden beyit:
“Pîşîter â pîşîter ey cân-ı men.
(Yakına gel; ey benim canım!
Ey benim Sultanımın habercisi!)
Bu beyiti okuduktan sonra, Kur"ân-ı Kerîm"in 37. Sûre, 102. Âyet"ini okuyor:
(Sana buyurulanı yap. İnşallah; sen beni sabredenlerden bulacaksın.)
Muhterem dinleyenlerim, Hz. Mevlânâ ölümü hoş görüyle, “vuslat” olarak anlatıp, son nefesinde bunu iman ve inanç güzelliği ile karşılayıp ruhunu teslim etmiştir. Buna rağmen, Onu tanıma lutfuna nail olan, zamanının muhtelif din ve inançtaki insanları, duygularına mağlûb olarak, ney, kudüm ve ilahilerin seslerine feryatlarını katmışlar, göz yaşlarını tutamamışlardır...
Muhterem Dinleyenlerim, burada yedi buçuk asırlık ömrüne rağmen, tazeliğini muhafaza eden, inanç, ümit ve îman kokusu neşreden, bu “Vuslat” konusuna son verirken, Hz. Mevlânâ"yı her yönü ile, tamamen anlamakta, anlatmakta, aczimi beyan ederim.
Ancak O"nun eserleri, insanlığı, Büyük Allah"ın inayeti ile, ebediyyen aydınlatmaya devam edecektir. Hz. Mevlânâ hem ilâhî sırların, hem de bütün Peygamberlerin Varisi ve Tercümanıdır. Çünkü O Kur"ân-ı Kerîm"e inanmış, ona bende olmuş, onda ki “Îrciî=Bana dön” emrine uymuş, Hak"ta yok olmuş, vuslata ermiştir. Hz. Mevlânâ ölümsüz olarak sonsuza kadar yaşayacaktır; belki zaman bitecek, ama o bitmeyecektir! Peygamber Efendimizin Hadîs-i Şerîfine göre: “Mü"minler ölmezler, ancak bir evden diğerine intikal ederler...”
* Hz. Mevlânâ Okyanusundan..., Dr. Celâleddin B. Çelebi, Derleyen: Esin Çelebi Bayru, İl Kültür Müd. Yay., Konya, 2002, s. 109-115